YORUM | YAVUZ ALTUN
2016 ABD başkanlık seçimlerinde Demokrat Parti adayı Hillary Clinton, oyların yüzde 48.2’sine tekabül eden 65.8 milyon oy almış; Cumhuriyetçi Parti’den rakibi Donald Trump ancak 63 milyona (yüzde 46.1) ulaşabilmesine rağmen başkan seçilmişti.
Bunun sebebi, malumunuz olduğu üzere, Amerikan seçim sisteminin “delegelere” (electoral college) göre sonuçlanması. Toplamda bütün eyaletlerin 538 delegesi var ve 270’e ulaşan seçimi kazanıyor. Nitekim 2016’da Clinton 227’de kalırken, Trump 304’le Beyaz Saray’da oturmaya hak kazanmıştı.
2000 yılında da aynısı oldu. Cumhuriyetçi Parti adayı George W. Bush, Demokrat Parti’den Al Gore karşısında popüler oylamada yaklaşık 450 bin oyla gerideydi, fakat 271 delegeye ulaşarak yarışı önde bitirmiş oldu.
Haliyle Demokrat Partililer son yıllarda sık sık bu sistemin değişmesi gerektiğini ifade ediyor. Başkanın, en çok oyu alan partiden olmasının daha “demokratik” olduğu kanısındalar.
En başta bu sistemi tercih eden Amerika’nın kurucu babalarının amacı “çoğunluğun diktatörlüğü” olarak gördükleri doğrudan demokrasiye ve merkeziyetçiliğe karşı bir baraj oluşturmaktı. Delege sistemi, eyaletler arasında belirli bir denge getirecek, böylece başkan olmak isteyen parti, her eyalete ihtimam göstermek zorunda kalacaktı.
Bana sorarsanız, tümüyle mantıksız bir çözüm değil fakat Demokrat Partililer öyle düşünmüyor. Bilhassa Trump’a karşı kaybetmenin getirdiği sarsıntı, rakiplerinin “seçim kazanma yöntemlerini” masaya yatırmalarına yol açtı.
Cumhuriyetçilerin buna tepkisi ise, henüz birkaç kişinin dillendirdiği ama ileride bir politikaya da dönüşebilecek gibi duran şu slogan: “Biz bir demokrasi değiliz, Cumhuriyet’iz.”
Utah Senatörü Mike Lee’nin, Başkan Yardımcısı adaylarının katıldığı TV münazarası sırasında attığı tweet’ti bu aynı zamanda. Daha sonra Senatör Lee şunları ekledi: “Demokrasi amaç değildir; özgürlük, barış ve refah amaçtır. Biz insanlık durumunun gelişmesini istiyoruz.”
Aslına bakarsanız hakkı var. Demokrasileri zehirleyen şeylerden biri “kazanma hırsının” bir süre sonra tarafları esir alması. Nitekim seçime günler kala Cumhuriyetçi Parti’nin çoğunluğa sahip olduğu Senato, Yüksek Mahkeme’ye Yargıç Amy Coney Barnett’i seçtirdi.
Başkan Barack Obama’nın son döneminde, Yüksek Mahkeme’ye seçim yapmasını, “Seçim yılında demokratik teamüllere aykırı” diyerek engelleyen Cumhuriyetçiler, şimdi ellerindeki gücü pervasızca kullanmaktan çekinmedi.
Hatta Kongre’deki Adalet Komisyonu’nun Cumhuriyetçi Parti temsilcilerine ait bir Twitter hesabı, Yargıç Barnett’in Senato tarafından onaylanmasının ardından Hillary Clinton’ı hedef alan iğneleyici bir paylaşım bile yaptı.
Gelecek hafta Trump’ın başkanlık döneminin sonuna gelmiş bile olsak, şu 4 yılda Yüksek Mahkeme’ye atadığı 3 yargıç, muhafazakârların karar verici mercilerde uzun sürecek üstünlüğünü sağlamış oldu.
Ayrıca seçimlerin “mahkemede biteceği” bir senaryoda, Trump’ın koltuğunu koruma ihtimali de yükseldi.
Kutuplaşma dönemlerinde uzlaşmadan bahsedenleri genelde kimse dinlemez. Giderek yükselen tansiyon, karşıt kamplar içerisinde “ya hep, ya hiç” beklentisini arttırır. Hem zaten insan yerine koymadığınız “karşı mahalleyle” nasıl uzlaşabilirsiniz ki?
Demokrasi rejimi insanların kendileri hakkında verilecek kararlarda söz hakkının bulunması ilkesine dayanıyor malum. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmiş demokrasiyi uygulamanın en iyi yolunun, merkezi dağıtmak olduğu görülmüştü.
Yaşadığınız mahalleyi, ilçeyi ya da şehri yönetenlerin hayati konularda yetki sahibi olması, sizin de bu konularda sesinizi duyurabilmeniz için geçer koşuldu.
Ama mesela eğitim politikasını tek merkez belirleyecek olursa, ancak 4 ya da 5 yılda bir yapılacak genel seçimlerde tepkinizi gösterebiliyorsunuz. Evet, arada protestolar düzenleyebilirsiniz, imza toplayıp kapı aşındırabilirsiniz ama nihayetinde eliniz boş dönme ihtimaliniz de var. Hem yerel politikacıya etki etmek daha kolay.
Gelgelelim, yerel özerklik meselesini ya da bir başka deyişle vatandaşların demokratik katılımını aşındıran bazı hususlar söz konusu. Çünkü artık küresel bir dünyada yaşıyoruz; insanlar daha çok yer değiştiriyor ve kişisel çıkarları yalnızca yaşadıkları şehirle hatta eyaletle bile sınırlı değil.
Yani merkez, giderek güçleniyor. Dev şirketlerin çıkarları, on binlerce insandan yeğ tutuluyor çünkü ekonomideki ağırlıkları gerçekten de öyle. Eğer devlet topladığı vergileri kullanarak o şirketleri batmaktan kurtarmasa mesela, on binlerce insanın ekonomik durumunu da tehlikeye atmış oluyor ironik bir biçimde.
Bu da karşımıza yönetimsel açmazlar koyuyor ve bu açmazlar giderek büyüyor.
ABD’de Ronald Reagan’dan bu yana devlet küçülüyor. Avrupa’da da eğilim, bir çeşit sosyalizm gibi görülen refah devleti uygulamalarını göçmenleri bahane ederek kısıtlama yönünde. Daha az vergi toplayan devletin, vatandaşın hayatına da eskisi kadar karışamayacağı öngörülüyor çünkü. Fakat küçülmeye giden devletin özelleştirdiği bir takım hizmetler de, vatandaşların hayatına aynı oranda “etki” yapıyor.
Yani bu hizmetleri özelleştirdiğinizde, arz ve talebe dayalı “serbest piyasa” kurmuş olmuyorsunuz, çoğu zaman vatandaşı güç sahibi dev şirketler önünde yalnız bırakmış oluyorsunuz.
Devleti küçültmek makul bir öneri, fakat bu arada “halk adına” denetleme mekanizmaları kurmaz, problemleri hantal bir yargı bürokrasisine ulaşana kadar görmezden gelirseniz, toplumun ezilmesine yardımcı olursunuz. Çünkü yargının hakemliği güç karşısında her zaman kuşkuludur.
Amerika’nın kurucu babaları, en iyi devletin en zor karar veren, işlemeyen, çalışmaya fırsat bulamayan devlet olduğunu savunuyorlardı. Devlet otoritesi yalnızca gerekli zamanlarda kullanılmalıydı. Ancak toplumların bir “hakeme” ihtiyacı olduğu ve bunun sadece yargı sistemine bırakılamayacak kadar önemli olduğu unutuluyor.
Zira demokrasiyi koruyacak olan da, oyunun kurallarını denetleyecek olanlardır.
Bugün demokrasinin kutuplaşmaya feda edilmesiyle, sadece ABD’de değil, dünyanın pek çok yerinde “devleti ele geçirip acıyı sonlandırma” reçetesi konuşuluyor. “Bunlarla nasıl oturup konuşacaksın?” diyenler çoğunlukta. Toplum algısı “biz” ve “ötekiler” olarak güncellendi. Üstelik kurumlar da bu yarılmanın bir parçası.
Bu arada yönetimler teknik ayrıntılara boğdukları yasalar ve yönetmeliklerle, daha önce hayal bile edemeyecekleri yetkileri kendilerine bağışlamayı sürdürüyor.
Sadece Türkiye’de değil birçok gelişmiş ülkede de bugün suni gündemler, politik güç mücadelesinin bir parçası olarak kullanılıyor. Refaha alışan toplum örgütlülüğünü yitirirken, bazı grupların marjinalleşmesi bahanesiyle, devletin yetkileri çoğaltılıyor.
Mesela geçen hafta Almanya’da Meclis, “terörle daha iyi mücadele” adına istihbarat teşkilatına Whatsapp gibi şifreli mesajlaşmalara erişme yetkisi tanıdı.
“Güçlü devlet” retoriği, kendini devler arasında giderek güçsüz ve önemsiz hisseden topluluklar için bir cazibe merkezine dönüşüyor. Bugün olmasa da, yarın bu gücü birileri kullanmak isteyecektir. Toplumu zayıflattığınızda, varacağınız tek yer otoriterliktir.
Yakın zamanda demokrasinin araç mı, amaç mı olduğu tartışmasından daha çok, demokrasinin işlerliğini sağlayabilecek elitlerin, yani toplum kesimlerini temsil eden ya da ediyor görünenlerin niyetlerini tartışmak gerekebilir. Maksatları sadece kazanmak mı, yoksa uzlaşma üretmek mi? Dertleri arasında toplumu devlete ve diğer güçlü aktörlere karşı korumak var mı, yok mu? Demokrasinin biz sıradan insanlar için asıl sorusu budur.