Avrupa Parlamentosu’nun 15 Aralık 2004’teki toplantısında tüm Avrupa dillerinde ve Türkçe olarak “evet” yazılı pankartlar taşıyan parlamenterler Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) yolunda yeşil ışığı yakmıştı. Oylamada 407 parlamenter Türkiye’nin Avrupalı olması yönünde oy kullanırken, 262 vekil “hayır” demişti. Bundan iki gün sonra AB devlet ve hükümet başkanları resmi olarak “Türkiye üye olabilir” açıklaması yapmış ve müzakerelere başlama tarihini 3 Ekim 2005 olarak belirlemişti.
25 saat süren bir gün
Ancak Avusturya’nın müzakere çerçeve belgesine “imtiyazlı ortaklık” ifadesini sokmak istemesi, o dönem krize yol açtı. Türk heyeti müzakerelerin başlama töreninin yapılacağı Lüksemburg’a gidişini geciktirdi. Dönemin Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ve İngiltere Başbakanı Tony Blair’in girişimiyle kriz geç saatlerde aşıldı. Türk heyeti Lüksemburg’a gece yarısını geçtikten sonra ulaştı. Lüksemburg’da artık takvimler 4 Ekim’i gösteriyordu. Çözüm yine AB dönem başkanı olan İngiltere’den geldi. Zaman Lüksemburg’la arasında bir saat fark olan İngiltere’nin saatine göre belirlenecekti. Böylece aslında tören 4 Ekim’de yapılmış olmasına rağmen tarihe 3 Ekim olarak geçti.
Aslında o gün yaşananlar Türkiye-AB ilişkilerinin sonraki yıllarında yaşanacak krizlerin de göstergesiydi. Üyelik müzakerelerine 15 yıl, Avrupa yolculuğuna yaklaşık 60 yıl önce başlayan Türkiye için AB hala çok uzak. Emekli Büyükelçi Uluç Özülker’e göre bunun nedeni her iki tarafın da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda gerçek anlamda niyetinin olmaması: “AB canibinin olmadığı gibi, Türkiye’nin de kendi yönünden gerçek anlamda AB’nin bir parçası olma arzusunda ne kadar tutarlı veya ne kadar gerçekten niyetli olduğu hususunda her seferinde birtakım tereddütlerin ortaya çıktığını gördüm.”
AB’nin tam üyeliğe karşı çıkış nedenleri
Türkiye’nin AB ve OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) nezdinde daimi temsilciliğini ve Paris Büyükelçiliğini de yapan deneyimli diplomat, VOA Türkçe’ye yaptığı açıklamada, 1648’de imzalanan ve bazı tarihçiler tarafından bugünkü uluslararası sistemin başlangıcı olarak kabul edilen Vestfalya Antlaşması’ndan bu yana Türkiye’nin Avrupalı olup olmadığının tartışıldığını söyledi. Özülker, Avrupa cephesinde Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkanların Türkiye’nin Müslüman kimliğini, kalabalık bir nüfusa sahip olmasını, Avrupa’ya ekonomik yük getireceği endişesini ve Ortadoğu gibi sorunlu bir bölgeyle komşu olmasını dile getirdiklerini belirtti.
Özülker, Paris Büyükelçiliği sırasında sonradan Fransa Cumhurbaşkanı olacak olan dönemin içişleri bakanı Nicolas Sarkozy’nin kendisine “6 milyon Müslüman’la baş edemiyorum. 80 milyon daha gelirse ne yapacağımı bilemiyorum. Benim kamuoyumun yüzde 61’i karşı. Bu koşullar altında ben bir siyasetçi olarak bu riskin altına giremem. Türkiye çok önemli bir ülkedir. Türkiye’yi isterim ama Akdeniz’de bir birlik kurmamızı tercih ederim” dediğini aktardı.
“Uçmayacak kadar sıkı, ölmeyecek kadar gevşek tutulması gereken bir kuş”
Özülker buna rağmen Avrupa’nın özellikle güvenlik kaygısıyla Türkiye’yle ilişkileri tamamen koparmak istemediğini de sözlerine ekledi. Özülker, “Roma İmparatorluğu dahi Anadolu’yu ileri karakol olarak değerlendirmiştir. Başka bir deyişle Avrupa’nın güvenliği mutlak bir şekilde Anadolu’dan başlar. Ama çevresiyle birlikte dahil edildiğinde Anadolu aynı zamanda fevkalade riskli ve Avrupa için de tehlikeli bir bölgedir”. Özülker, bu bakış açısıyla Avrupa’nın Türkiye’yi uçmayacak kadar sıkı ama ölmeyecek kadar gevşek tutulması gereken bir kuş olarak gördüğünü söyledi: “Bir yandan Türkiye’yi tam kaybetmemek ama diğer yandan içeriye de almamak politikası var” dedi.
Süleyman Demirel dışındaki Türk liderlerin de AB’ye tam üyelik konusunda samimi olmadığını savunan Özülker, “Rahmetli Turgut Özal 1987’de tam üyelik müracaatını yaptı. Ama Özal da hiç inanmayanlardan biriydi. Ben 1980 ihtilali sonrası şartların onu mecbur bıraktığı için bunu yaptığını düşünüyorum” diye konuştu.
Köprüler niye tamamen atılmıyor?
AKP iktidarıyla birlikte başlayan reformların Batı’da Türkiye’nin tam üye olabileceği yönündeki endişeleri artırdığını kaydeden emekli büyükelçi, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın başdanışmanının kendisine “Çok sıkıntıdayız. Türkiye’de yanlış adamlar doğru işler yapmaya başladı. Atatürk’ten sonra ilk kez bu kadar büyük reformlar yapılıyor” dediğini söyledi. Özülker, sözlerini “Sonradan bunun bir gösteri olduğu görüldü. Çünkü AB’yi kullanmak suretiyle arka arkaya askeri davalar geldi. Orduyla uğraşıldı” diye sürdürdü.
Her iki tarafın da isteksizliğine rağmen köprüleri tamamen atmanın da mümkün olmadığını, Türkiye’nin coğrafi olarak da güvenlik açısından da doğal yerinin Avrupa olduğunu vurgulayan Özülker, “Türkiye, AB açısından ekonomik olarak da çok önemlidir. Türkiye gibi büyük, gelişen ve gelecek vadeden bir piyasayı, üstelik de bu kadar az zahmet ve tavizle elde edilmiş bir piyasayı terk etmek AB için kolay bir iş değil. Dolayısıyla Türkiye’yle birlikte yaşayacak bir AB, güçlenir zayıflamaz. Ama Türkiye’nin de aklını başına toplayıp bu dünyada o normlarla birlikte yaşayabilmeyi kabullenmek ve bundan uzaklaşmamak ihtiyacı var” ifadelerini kullandı.
“Ne onlar bizi almak istiyor ne de biz girmek istiyoruz”
Avrupa Birliği ve Küresel Araştırmalar Derneği Başkan Yardımcısı Can Baydarol da Türkiye’nin Avrupa yolculuğunun bir türlü bitmemesini “Ne onlar bizi almak istiyor ne de biz girmek istiyoruz. Karşılıklı bir irade yoksunluğu var. Türkiye devlet seviyesinde daha 1958’den başlayarak AET’ye tam üye olmak istedi. Ama Türkiye’yi yönetmeye çalışan siyasi irade veya siyasetçiler asla o sıradaki AET, bugün de AB’ye sıcak bakmadılar” sözleriyle açıkladı.
VOA Türkçe’nin sorularını cevaplayan Baydarol, “Türkiye’nin AB macerasını biraz şizofrenik bir macera olarak nitelendiriyorum. Çünkü devlet istiyor ama devleti yönetenler istemiyor. Öyle bir garip durum” dedi. Deneyimli AB uzmanı, “1970’li yıllarda CHP, ‘Onlar ortak, biz pazar’ diyordu. Süleyman Demirel’in Adalet Partisi ‘Daha biz bebek sanayiyiz. Katılırsak bunlar bizi yutar’ diyordu. Alpaslan Türkeş’in MHP’si ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yok’ diyordu. Necmettin Erbakan’ın MSP’si ‘Onlar Hıristiyan, biz Müslüman’ diyordu” ifadelerini kullandı ve bugün de durumun farklı olmadığını vurguladı.
“Devlet yönetenlerinin artık AB gibi bir meselesi olduğunu düşünmüyorum”
Avrupa kanadının da Türkiye’yi tam üye olarak istemediğini belirten Baydarol, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında gelişen İslamofobi’nin Avrupa sokaklarında da etkili olduğunu ifade etti. Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in “Türkiye bütün koşulları yerine getirse de almayız” sözlerini hatırlatan Baydarol, AK Parti’nin de Kopenhag kriterlerini vesayet rejimiyle mücadele için kullandığını söyledi: “Avrupa siyaseti giderek aşırı sağa doğru kayarken Türkiye karşıtlığı da aşırı sağın motiflerinden birisi haline dönüştü. AB cephesinde günlük sokak politikası hakim olduğu için Türkiye’ye kapılar hep kapatılmış oldu. Türkiye’de de ben artık devlet yönetenlerinin zaten AB gibi bir meseleleri olduğunu pek düşünmüyorum. Ortadoğu’da bir güç merkezi olmak, Doğu Akdeniz politikaları, Azerbaycan’a verilen destek mesajları, şu anda Türkiye’yi yönetenlerin Avrupa’dan ziyade bu bölgede güç olmayı tercih ettiklerini gösteriyor.”
“Ekonomik entegrasyon gerçekleşti”
Ancak Baydarol’a göre ilişkilerin geldiği nokta ve özelikle de ekonomik entegrasyon köprülerin tamamen atılmasının da önünde bir engel. Baydarol, “Türkiye’de yaklaşık 22 bin yabancı sermaye şirketi var. Bunların 17 bini AB menşeli. Türkiye ihracatının yarısını bunlar gerçekleştiriyor. Banka, sigorta gibi finans piyasasına baktığımız zaman bu konsantrasyon yüzde 85-90. Bütün siyasi karşıtlıklara karşın ciddi bir ekonomik entegrasyon gerçekleşti” dedi.
Peki Türkiye ile AB arasındaki ilişkiler tam üyelik hedefi yerine başka bir biçimde tanımlanabilir mi? Baydarol bu soruya, “Gördüğüm kadarıyla zaten kimse tam üyeliğe çok hevesli değil. Ama tam üyeliğin yerine ne geçirilebilir konusunda da ciddi şüpheler var. İmtiyazlı ortaklık sözünden ziyade içeriğine bakmak gerekiyor. İçeriği ne? Siyasi birlik zaten söz konusu değil. AB içinde de değil. Bunu da görüyoruz. Şu saatten sonra gerçekçi olan imtiyazlı ortaklık mıdır veya özel statülü tam üyelik midir ne dersek diyelim, bir şeyin tartışılması şart” yanıtını verdi.
“Müzakereler daha baştan ölü doğdu”
Prof. Dr. Ahmet İnsel de VOA Türkçe’ye yaptığı açıklamada 3 Ekim 2005’te başlayan Türkiye-AB üyelik müzakerelerinin daha baştan ölü doğduğunu söyledi; “2004’te AB’ye üye olan 10 ülkeden çok farklı bir müzakere başladı Türkiye’yle. Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye’nin kendisini tanımaması nedeniyle ve liman ve havaalanlarını Kıbrıs bandıralı gemilere ve Kıbrıs bayraklı uçaklara açmayı söz verdiği halde reddetmesi nedeniyle 10 faslın açılmadan bloke edilmesini talep etti. Zaten bu başlı başına bir ölü doğma durumu. Üye olmuş ülkeler arasında böyle bir başka örnek yok” diye konuştu.
Sarkozy ve Merkel’in “Türkiye, müzakere koşullarını yerine getirmiş olsa bile doğal ve siyasi nedenlerle AB üyeliği mümkün değildir” açıklamasını hatırlatan İnsel, 35 faslın altısının da daha sonra bloke edildiğini söyledi. “Kör, topal” başlayan müzakere sürecinde bu davranışların Türkiye’deki reform hevesini kırdığını belirten İnsel, “Adalet ve Kalkınma Partisi de 2007-2008’den itibaren sonuç alması garanti olmayan reformlara girişmeyi kendisi açısından karşılıksız bir bedel olarak tanımlamaya başladı. Asgarinin altında bir reforma, sadece işine gelenleri yapmaya başladı. Bir AB büyükelçisinden, 2010’da kamu ihaleleriyle ilgili faslın açılması konusunda Tayyip Erdoğan’ın kendisine ‘Biz bu faslı açarsak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarda finansmanının önüne geçeceğiz. Ama bu bedelin karşılığında AB’ye üyelik konusunda hiçbir güvencemiz yok. O zaman niye yapalım’ dediğini duydum” ifadelerini kullandı.
“Türkiye’nin iç politikası ilişkilerin ilerlemesine engel”
Müzakerelerin zaten 2010-2011’de büyük ölçüde durduğunu hatırlatan İnsel, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği konusunda da şunları söyledi: “Türkiye’nin kendi iç politikası ilişkilerin ilerlemesi konusunda engel teşkil ediyor. 2001-2002’de Türkiye’de ciddi demokratikleşme hamleleri yapıldığında Türkiye üç aşağı beş yukarı Kopenhag kriterlerini karşılayan bir ülkeydi. Şimdi Türkiye Kopenhag kriterlerini değil temel insan hakları kriterlerini bile yerine getirmeyen bir ülke. 2016 olağanüstü hal yasasının uygulamaları nedeniyle Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliği yeniden denetim altına alındı. AB, 1995’te imzalanan ve 20 yılın sonunda güncellenmesi gereken Gümrük Birliği’nin güncellenmesini Türkiye’nin siyasi durumu nedeniyle reddediyor. AB’deki diplomatlardan ‘Bizim bir şey yapmamıza gerek yok. Türkiye zaten kendi kendine çıkıyor’ sözünü çok duydum.”
İnsel buna rağmen AB’deki oybirliği ilkesinin Türkiye’nin aday ülke statüsünü korumasında etkili olduğunu belirtti ve “Oybirliği ilkesi hem Türkiye’nin üyeliğini hem de Türkiye’nin aday üyelikten atılmasını engelliyor. Özellikle dört milyon mülteciyi de dikkate alarak Türkiye’yle bir aday üye fiksiyonu devam ediyor. Müzakerelerin bitmesi Türkiye aday üyelikten feragat ederse olabilir. Ama Tayyip Erdoğan hükümeti bunu dediği an, kendi tabanının bir kısmından tepki görecektir. İki taraf da ‘mış’ gibi yaparak Türkiye’nin yavaş yavaş uzaklaşmasını seyrediyor” dedi.
İmtiyazlı ortaklık ifadesinin 2007’de Merkel ve Sarkozy tarafından içi doldurulmadan gündeme getirildiğini belirten İnsel, İngiltere ile AB arasında sürdürülen Brexit görüşmelerinin Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği açısından da bir model oluşturabileceğini söyledi.