Bir tarikat şeyhinin küçük bir kız çocuğuna yönelik cinsel sapkınlığıyla başlayan ‘tarikat/cemaat’ tartışması sürüyor. İlginç olan bu tartışmaya iktidar medyasından da alan açılıyor olması. Bir ihtiyaç demek ki. Ama tartışmaya çizilen sınırlara bakılınca, söz konusu ihtiyacın iktidar mahfilleri açısından farklı bir düzleme denk düştüğünü görmek hiç de zor olmasa gerek. En baştan söyleyelim; tarikat ve cemaatlerin ya da bunlarla yapısal ilişkisi bulunan ‘siyasal İslam’ın Türkiye’deki serüveni iktidarlardan bağımsız olmamıştır. AKP iktidarıyla başlayan ve giderek ‘iktidar içi’ bir düzeye sıçrayan bugünkü ilişki ise hepten böyledir. İktidarı konuşmadan tarikat ve cemaatleri konuşmak abesle iştigaldir. Tarikat ve cemaat dünyasında olup biten herşeyin iktidar gerçeğiyle illiyet bağı kurulmadan gerçeği kavramak mümkün değildir. İktidar medyasında yapılan tarikat/cemaat tartışmalarının bu ‘bağı’ tartışma dışı bırakmaya çalışması tesadüfi değil yani.
BİR TÜR 28 ŞUBAT İHTİYACI MI?
Ama işin farklı boyutları da var elbette. İktidarın sağladığı olanaklarla pıtrak gibi çoğalarak yayılmış bu yapılanmaların kaçınılmaz rekabetinden de söz edilmeli. Ki bu rekabet de son tahlilde ‘iktidar içi’ sayılmalı. Söz konusu olan iktidardan daha çok nemalanmak çünkü. Cübbeli Ahmet’in tartışmaya katılarak boyutlandırması, silahlananan cemaatlerden, iç savaştan bahsetmesi, son Uşşaki rezaletinin de cemaatler arası kapışma sonucu deşifre olduğunun ortaya çıkması, o tarafta bir tür ’28 Şubat’ın ayak sesleri olarak değerlendiriliyor. (28 Şubat’ta laiklik elden gidiyordu, ‘Elazizli Müslüm Gakko’ derdest edilmiş de rahat nefes almıştık! Şimdi de bu cinsel sapıklık haberleri üzerinden ‘elden gitmek üzere’ olan dini kurtarmak ihtiyacı hasıl olabilir!) Ki olasıdır. Rekabetin olduğu yerde tekelleşme eğilimi de kaçınılmazdır. Zayıf halkaların kesilip atılabileceği ama bunun her halükârda iktidar-cemaat zincirinin kırılması anlamına gelmeyeceği, aksine, daha tahkim edilen bir ilişki ihtiyacına dönük olacağı unutulmamalıdır.
CÜBBELİ’NİN ŞARKISI: ‘BENİ AL ONU ALMA!’
Cübbeli’ye göre; Türkiye’de 2 bin Selefi dernek silahlanıyormuş… Bunlar Şii-Sünni çatışmasında kullanılacakmış… İç savaşa hazırlanıyorlarmış…
Ayrıca Uşşaki şeyhini de kendisi deşifre etmiş…
Bunları muhalif biri söylese başına neler geleceği tahmin edilmez değil. Cübbeli söylüyor. ‘Selefi dernekler’ dediği kimlerdir? Türkiye ‘Selefilik’ ile özellikle son 10 yılda nasıl bu ölçüde hemhal oldu? Suriye politikası ve sahadaki uygulamalar konuşulmadan bu ‘silahlanıyorlar’ şikayetinin ayakları havada kalmaz mı? Bu ve benzeri soruların yanıtlarını Cübbeli’den alamayız elbette. Onun derdi başka; şarkıdaki gibi, ‘beni al onu alma’! Kaldı ki; silahsız cemaatleri nereye koyacağız? Cübbeli de bir tarikat ya da cemaat şeyhi değil midir? Onu ekranlara çıkarıp ‘aydınlanma’ programları yapanlar, tarikatlara ve cemaatlere karşı mı sayıyorlar kendilerini? Fanlarına mesel ve masallar anlatan hoş sohbet bir sevimli adam mıdır Cübbeli? Silahsız cemaatler çok mu ciciler? Bir zaman liberal aklın Fethullahçılığa yakıştırdığı isimle, sivil toplum kuruluşları mı yoksa? Ya da ‘dini akiller’ mi diyelim?
İyisi mi, bıkmadan usanmadan iktidarı uyaralım: “Aman ha, önlem almazsanız, bunlar da FETÖ gibi bir gün size de döner…”
MURAT YETKİN’İN AYARLARI
Murat Yetkin de Erdoğan’ın “Tarikatların şantajı altında” olduğunu söylüyor işte! Büyük şehir belediyeleri kaybedilince bunların oy şantajı başlamış meğer, “Erdoğan’ın başını ağrıtıyorlar”mış. Üstelik bu “şımarıklık” Bahçeli’yi de rahatsız ediyormuş!*
Ah bu iflah olmaz ayarlı naiflik deyip geçelim mi şimdi?
Geçilesi olmayan şeyler var oysa. Medyasıyla, vakıflarıyla, üniversiteleriyle, yurtlarıyla, kurslarıyla, maliyesiyle, sermayesiyle, birikim kanallarıyla, devletteki örgütlülükleriyle, söz konusu yapılanmalar ilegal mi oluştu? Tarikat ve cemaatlerin menbası gibi değerlendirilen ‘Sübyan okulları’ mesela; ailelerinden devralınan çocukların buralarda istenilen kıvama getirilmesi devletten gizli mi oluyor? Bu, ‘şantaj’ karşılığı göz yumma falan da değil. Teşviktir teşvik! Oydan çok daha önemli bir ihtiyaca yönelik teşvikler. Fethullahçıların oy potansiyelini gördük işte. Şimdi de ‘oy şantajı’ diye tarif edilen şeyi tartışmanın asli unsuru olarak görmek de asıl gerçeği ötelemek anlamına geliyor. Mesele oy değil, aynı zihin dünyasının, ideolojik-kültürel iklimin bileşenlerinin ilişkisidir. Bunu es geçmek, Erdoğan’a ‘mağduriyet’ bahşedip Bahçeli’yi de aklamaktır. Bir tür ‘Ayarlı muhaliflik’ yani!
AKP İKTİDARININ ‘TURFANDA’ SERALARI
Ez cümle, Türkiye’de bugünkü tarikat/cemaat-iktidar ilişkisi , iktidarı uyarmayı değil de onu sorumlu tutmayı gerektiren bir ilişkidir. İhmal, gaflet değil; bile isteye bilinçli bir gelecek tahayyülü üzerinden vücut bulmuş bir sorumluluktur bu. Tarikat ve cemaatler iktidarın ‘turfanda’ seralarıdır. ‘Kindâr ve dindar nesiller’ ya da ‘kültürel iktidar’ ihtiyacına dair vurgular öylesine edilmemişti.
Hem sadece İslami gelecek tahayyülü açısından da değil, krizlerle kuşatılmış bu ekonomik-siyasal iklim içinde iktidarın geleceği için ihtiyaç duyulan bir sosyoloji imalatında da önemli bir aparattan söz ediyoruz. 45 milyon insanın yoksulluk sınırında yaşadığı, işgücü kapasitesinin yarısının, 25 milyonun işsiz olduğu, eşitsizliğin bu ölçüde derinleştiği, yoksulluğun bu düzeyde yaygınlaştığı bir toplumda yaşamın dinselleştirilmesi, dinin gündelik yaşamın unsurlarından biri haline gelmesi tesadüfi sayılamaz herhalde. Hele, siyasal İslamı ideolojik bir eksen olarak almış bir partinin iktidarında dinselleşme unsurlarının daha bir belirleyici, daha bir koyulaştırılmış olması da şaşırtıcı olmasa gerek. Tevekkülü prensip edinmiş asla isyan etmeyen, haklarının bilincindeki birey-yurttaş değil de biatı esas alan kul ya da mürit durumunda bir sosyal taban, her zamankinden daha elzem, daha ihtiyaçtır. Dinsel örgütlenmenin dikey ve yatay genişlemesinin böylesi bir ekonomik/politik zemini de var yani.
‘SİMBİYOKTİK İLİŞKİ’ SÜRECEKTİR
Ama dediğimiz gibi; AKP’nin özgünlüğü var. Olduğu kadarıyla bile eksikli gedikli (ki geniş halk kitlelerine yaslanmayan, üsttenci, halkın dinamizmini reddeden, kuşkuyla bakan bir laiklik anlayışıydı.) laik yaşamı içine sindiremeyen bir parti ve onun gelecek hayalinden bahsediyoruz.
Sonuçta, “güzel dinimizi kirletiyorlar” diyenleri tatmin edebilecek bir ‘seleksiyon’ süreci de yaşanabilir belki. Ancak asıl gerçek, iktidarın bizzat yolunu açıp teşvik ettiği ‘dindar-kindar nesil’ veya ‘kültürel hegemonya’ ihtiyacına dönük ‘simbiyotik’ (birbirine bağlı, yaşamsal) ilişkinin süreceğidir. Bu gerçek değişmez. Tarikatler ve cemaatler Türkiye açısından bir teoloji tartışması konusu değildir. Onlara karşı mücadele, laikliği esas alan bir mücadele alanıdır ve demokrasi ve iktidar mücadelesinden koparılamaz.
Reklam