ABD’li ünlü yazar Paul Auster, ülkesinin yeniden başkan seçilmek için kampanya yürüten Donald Trump’ı sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye bölündüğünü ve demokrasinin geleceği açısından “çok kritik ve tehlikeli” bir noktaya geldiğini söyledi.
Yazar eşi Siri Hustvedt ile birlikte yaşadığı Brooklyn’den BBC’nin İspanyolca yayını Mundo’ya misafir olan Auster “Böyle bir dört yıl daha yaşarsak geriye hiçbir şey kalmaz. Hiçbir şey. Otoriter bir devlet haline geldik” diye konuştu.
New York Üçlemesi, Ay Sarayı, Şans Müziği, Son Şeyler ülkesinde, Yükseklik Korkusu, 4321 de dahil çoğu eseri Türkçe de yayımlanan yazar, Donald Trump’ın başkanlığını Amerikan demokrasisine yönelik bir tehdit olarak görüyor ve ona karşı aktif bir şekilde kampanya yürütüyor.
İşte Auster ile BBC Mundo’nun yaptığı söyleşiden bazı bölümler:
BBC: Kitaplarınızda New York hep hissedilir. Şu an salgının ağır darbe vurduğu şehri nasıl görüyorsunuz, sizin için değişen ne oldu?
P. A: New York, uzun tarihinde çok badire atlatmış. Salgınlar, her türlü felaket yaşanmış: İç savaş, isyanlar, katliamlar, 11 Eylül saldırıları, 1918’deki grip salgını. Şu anda kent yine böyle çok zorlu bir zamandan geçiyor. Bir ara dünyada koronavirüsün en kötü yayıldığı yer oldu. Ama sanırım ülkenin başka bölgelerinden daha iyi baş ettik. Şimdi şehir yavaş yavaş kendine geliyor.
Asıl problem başkanın kim olduğu ve partisindeki insanların, ulusal bir politikası olmadan ulusal bir olağanüstü halin üstesinden gelmesi için onu desteklemesi.
Şu ana kadar ölen 170 binden fazla insan ve milyonlarca yeni vaka umurunda değil. Bu olacak iş değil.
Ülke olarak öyle bölündük ki birbirimize nefret duyuyoruz. Trump’ı sevenler ve sevmeyenler olarak ikiye bölünmüş gibiyiz.
Seçim de yaklaşıyor. Bu kadar belirsizlik içinde kim bilir ne olacak? Şehrimin durumundan çok bunun için kaygılanıyorum.
BBC: Salgının New York açısından 11 Eylül saldırılarından daha etkili olduğunu söyleyebilir misiniz?
11 Eylül bir gündü ve bir ay içinde kendimizi toparladık ve bir daha tekrarlanmadı.
Ama her gün 11 Eylül haline gelince başınız dertte demektir. Burada olan oydu.
Nisan ayında bir ara New York’ta her gün 700 ila 900 insan ölüyordu. Bu çok büyük bir sayı.
Vaka sayısı konusunda açıklanan rakamlar gerçeğin çok altında.
BBC: Kitaplarınızda şanstan, tesadüflerden bahsediyorsunuz. Hatta bazen kontrolü bizde olmayan bir rulet oyununun içindeymişiz hissini geçirmek ister gibisinizdir.
P. A: Yıllar boyunca hep şunu söylemeye çalıştım. Herkese her şey her an olabilir.
Bir kez bu düşünceye alıştığımızda beklenmedik şeyleri karşılamaya da daha hazırlıklı oluruz. İnsan ruhunda istikrar ve netlik arayan bir şey var ve bu yüzden çoğu insan daha önce yaşanmamış ve sıradışı şeyler olduğunda fena halde dağılıyor.
Aslında aklımızı kullanıp gerekenleri yapsak, durumla baş edebiliriz. Fakat birçok insan gerçekler karşısında inkar içerisinde, bilimin ortaya koyduğu gerçeklere inanmayı bile reddediyorlar.
Eğer bilim insanlarına inanmıyorsanız ama çamaşır suyu içmenin ya da Trump’ın son altı ay içerisinde önerdiği diğer çılgın şeylerin sizi iyileştireceğine inanıyorsanız, o zaman bir ülke dolusu deli var demektir.
Ülkenin yarısı maske takmayı istemiyor. Özgürlüklerinin ihlali olduğunu düşünüyorlar. Hangi özgürlük? Ölme özgürlüğü mü? Bunu anlayamıyorum.
Bir toplumda yaşıyoruz, birbirimize ihtiyacımız var. İnsanlar nasıl olur da bir şekilde etraflarında olan bitenin onları etkilemeyeceğine inanacak kadar bencil ve düşüncesiz olabilirler? İşte bu da buraya egemen olan siyasi çılgınlığın bir parçası.
BBC: Amerika şu anda büyük çalkantılar yaşayan bir ülke: Salgın, ırkçılık karşıtı gösteriler, tarihi boyutlarda ekonomik küçülme ve Trump’ın başkanlığı. Bütün bunlar sizce yazar ve aydınların toplumdaki rolünü değiştiren şeyler mi?
P. A: Elbette! Siri (eşi) ve ben şu anda, “Trump’a karşı yazarlar” adıyla oluşturduğumuz grubun parçasıyız.
Amacımız, sandığa gitmemeyi düşünen gençlerin fikrini değiştirip, oy vermeye ikna etmek.
Yazar olup olmamak önemli değil, görevimiz, Trump’ın yeniden seçilmemesi için elimizden gelen her şeyi yapmak.
3 Kasım’dan sonra postayla yollanan oyların sayımı beklenirken Amerikan tarihinde İç Savaş’tan bu yana gördüğümüz en tehlikeli ve kaotik bir iki ay yaşanacak.
En korkunç ihtimallerden en az kötü olanlara kadar onlarca olası farklı senaryo aklıma geldi ama bu dönemde iyi bir şey olmayacak.
Trump’a gelince, eğer yenilirse, işlediği suçlardan dolayı yıllarca mahkemelerle uğraşacak.
Federal suçlar değil ama New York eyaletinde işlediği vergi kaçırma, sahtekarlık ve benzeri suçlardan hapse bile gitmesi söz konusu olabilir. Dolayısıyla umarsızca iktidara sarılmaya çalışacak ve kaybetmemek için her şeyi, her şeyi yapacak.
BBC: Amerikan demokrasisinin tehlikede olduğunu mu düşünüyorsunuz?
P. A: Kesinlikle tehlikede! Son dört yıl boyunca Trump ve Cumhuriyetçi yönetim, sistematik bir şekilde Amerikan hükümetini parçaladı. Ülkenin yönetiminde rolü olan her bir kurum paramparça edildi.
Çevre Koruma Kurumu, bütün yasa ve kuralları tersine çevirdi, dolayısıyla şu anda çevreyi kirletme hükümet tarafından teşvik ediliyor.
Devlet okullarının gerekliliğine inanmayan bir eğitim bakanımız var.
Çalışma Bakanlığımız hukukun sınırlarını aşıp Trump yönetimi ve Cumhuriyetçilerin maşası haline geldi.
Bunlar daha önce Amerika’da olmuş şeyler değil. Dolayısıyla evet, demokrasi tehdit altında.
Trump sandığa gidilmesini engellemeye çalışıyor. En güçlü olması gereken bir zamanda posta hizmetlerini etkisiz hale getiriyor, bu yüzden postayla yollanan oylar gecikecek ve sayılmayacak.
Bu şekilde dört yıl daha geçirirsek geriye hiçbir şey kalmaz. Hiçbir şey.
Otoriter bir ülke haline geldik. Bundan dört yıl önce kimse bunu hayal edemezdi. Ama çok hızlı bir şekilde oraya gidiyoruz.
Buna rağmen siyaset ve hukuk uzmanları yargı ve Kongre gibi ABD kurumlarının hâl işlevlerini yerine getirdiğini söylüyor.
Hayır! Çalışıyorlar ama iyi çalışmıyorlar.
Bu kadar kısa bir süre içinde bu kadar çok şeyi tahrip edebilmiş olmak inanılmaz bir başarı.
Bu kadar iç karartıcı bir tablo çiziyor olmaktan dolayı özür dilerim fakat şu anda ne kadar kritik ve tehlikeli bir noktada olduğumuzu ne kadar vurgulasam az gelir.
Böyle bir şeyi ömrümde ilk kez yaşıyorum ve düşünün gençliği 1960’larda geçmiş biriyim.