YORUM | CUMALİ ÖNAL
Haritayı önünüze koyup Ege Denizi’ne bir göz atın. Binlerce adanın hemen tamamı Yunanistan‘a ait. Bu adaların kıta sahanlığının 6 milden 12 mile çıkarıldığını bir de düşünün. Türkiye nefes dahi alamaz. İzmir’den, Aydın’dan birkaç kulaç atan iyi bir yüzücü rahatlıkla Yunan karasularına girebilir yanlışlıkla.
Böyle bir durumu hiçbir ülke kabullenemez. Uluslararası hukuk bunu gerektiriyormuş, hikaye! Hiçbir devlet, hele de mücadele ettiği ülkeden güçlüyse, kendi aleyhine olan uluslararası bir anlaşmayı tanımaz ve bu tür bir anlaşmayı imzalamayarak tavrını ortaya koyar. Türkiye’nin de şu ana kadar yaptığı bu.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Haklı olarak Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasını savaş sebebi sayarak caydırıcılığını ortaya koyuyor.
Ancak bu sorun yıllardır sürüncemede. Yunanistan da karasularını 12 mile çıkardığı zaman Türkiye’nin maruz kalacağı tablonun farkında, Yunanistan’ın arkasındaki Avrupa da. Dolayısıyla konu yarım yüzyıldan fazla bir süredir sürüncemede. Zaman zaman alevlenen tartışmalar ve artan gerginlikler ABD ve Avrupa’nın hamleleriyle söndürüldü.
AKP, özellikle Arap Baharı’ndan sonra yumuşak güç stratijisini terkederek sert güce yönelmesinden, yani sıfır düşman politikasından herkes düşman politikasına evrilmesinden sonra Ege’de ve son aylarda bununla bağlantılı olarak Doğu Akdeniz’de herkesi tokatlayarak sorunu çözebileceğini düşündü.
Bu stratejinin benimsemesinin birkaç sebebi var.
Öncelikli olarak ABD’nin bölgeye olan ilgisini yitirmesi ve Avrupa Birliği’nin de ortak bir dış politika belirleme konusunda zaafiyet göstermesi Türkiye’ye muazzam bir hareket alanı sağladı. Ekonomik ve askeri anlamda bölgenin en güçlü ülkesi olarak bölgenin ağabeyi olmaya soyundu. Tabi bunu yaparken Müslüman Kardeşler Hareketi’nin Ortadoğu’daki gücünden de faydalanmaya çalıştı. Hareket nerede güçlüyse Türkiye oraya odaklanmaya başladı. Ancak en önemli stratejisi merkezi yönetimin zayıf olduğu ya da hiç olmadığı ülkeleri etki altına almak ya da buralara konuşlanmak oldu. Suriye, Libya, Somali bunların en iyi örnekleri.
İkincisi Türkiye daha doğrusu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, iki süper gücün liderleri Vladimir Putin ve Donald Trump’la kurduğu şahsi ilişkilerle dış politikayı yürütmeye başladı. Diplomatik kanallar devre dışı bırakıldı, atılan tüm adımlara Erdoğan karar verdi. Uzun süre bu politikası özellikle Suriye’de başarı da getirdi. Bir süper güç tarafından sıkıştırılınca ötekine yaslanarak ya da ikisini birbirine karşı kullanarak Suriye’nin kuzeyindeki bir bölgeyi işgal etmeye muvaffak oldu. Benzer bir politikayı Libya’da da denedi ve ilk birkaç ay bunda da başarılı oldu. Avrupa Birliği ortak bir politika belirleyemediği ve ABD de sadece uydudan gelişmeleri izlediği için Türkiye elini kolunu sallayarak Libya’da istediği manevraları gerçekleştirdi; İstediği anlaşmaları Trablus hükümetine kabul ettirdi, Suriyeli paralı askerler gönderdi, dronlarını test etti, milyarlarca dolarlık silah sattı vs. Suriye stratejisi adeta Libya’ya copy-paste edildi. Erdoğan ve Putin Suriye’de olduğu gibi Libya‘da da söz sahibiymiş gibi davranarak ülkeyi kendi aralarında bölmeye çalıştı.
Üçüncüsü Erdoğan’ın göçmen kartını demoklesin kılıcı gibi Avrupa’nın tepesinde sallandırması. Bu strateji en fazla da Almanya’yı dize getirdi. Avrupa’nın patronu Alman Şansölyesi Angela Merkel, demokratik Batılı hiçbir liderin yapmadığını yaparak Erdoğan‘a sürekli gülücükler attı. Türkiye’nin soykırım düzeyine varan insan hakları ihlallerini kamuoyu önünde eleştirmekten çekindi.
Batı dünyasındaki sessizlik Erdoğan’ı Doğu Akdeniz’de de manevra yapmaya teşvik etti. Ergenekoncu yapılanmaların uydurduğu Mavi Vatan safsatasıyla bölgede korsanlık yapmaya başladı. Türkiye tarafından suni teneffüsle yaşatılan, varlığı pamuk ipliğine bağlı Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’nı (MEB) koz olarak kullanarak tüm bölge ülkelerini tahrik etti.
Şu ana kadar Türkiye ve Yunanistan arasındaki gelişmeler konusunda nötr duran Mısır dahi Yunanistan’la MEB anlaşması imzalamak zorunda kaldı.
Tüm bölge ülkeleri arka arkaya Yunanistan’a “yanındayız“ mesajları gönderdi. Fransa Kıbrıs’a savaş uçakları gönderdi. Almanya dahi AB’nin Yunanistan’ı desteklemesi gerektiğini söylemek zorunda kaldı.
İşin özeti Türkiye Doğu Akdeniz’de ve bununla bağlantılı olarak haksız olmadığı (haklı demiyorum) bir konuda haksız duruma düştü.
Yunanistan arkasına aldığı rüzgarla karasularını 12 mile çıkarabileceği restini dahi çekti. Şu ana kadar Yunanistan’ın bu tür meydan okumalarını “hadi sıkıysa yap“ tehditleriyle bastıran Türkiye bundan sonra daha tiz bir ses çıkaracak. Siz bakmayın hükümet üyelerinin ekranlarda esip gürlemelerine. Perde arkasında yani diplomatik kanallarda kimbilir kimlere yalvarıyorlar. Erdoğan’ın en büyük kozu Trump. Trump’a sırtını dayayarak şu ana kadar hem ABD’deki muhtemel yaptırımlardan kurtuldu ve hem de dış politikada istediği manevraları yaptı. Ancak bu saatten sonra deniz bitmiş olabilir. Trump daha ne kadar Erdoğan’ı koltuğunda tutabilir bilmiyoruz. Zaten son olarak Türkiye’de iki yıl esir tutulan Rahip Andrew Brunson’la ilgili klibi oldukça fazla mesajla dolu. 3 Kasım seçimlerinde Trump döneminin sona erebileceği ihtimalini saymıyorum bile.
Türkiye dış politikada bu kadar sıkışmışken ve daha güçlü bir Sevr kapıdayken, Erdoğan’ın muhtemel bir erken seçimde Yunanistan’la krizi elindeki en büyük koz olarak tuttuğunu unutmamak gerek. Çünkü toplumun büyük bir kısmı Yunanistan’la ilişkiler konusunda çok hassas. Erdoğan Yunanistan’la bir savaşı göze alabilir mi, söylemek güç ama bir erken seçim durumunda bir krizi tepe tepe kullanabileceğini şimdiden hatırlatayım. Suriye, Libya, Doğu Akdeniz krizlerinde muhalefet partilerinin halini gördük. AKP’den zerre farklı düşünmüyorlar. AKP’nin bu alanlardaki manevralarına gözü kapalı destek verdiler.
Yunanistan’la savaş rüzgarları estirilmesi durumunda tüm partilerin –HDP hariç Erdoğan’ın arkasında dizileceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Böyle bir senaryo ise sadece ve sadece Erdoğan’ın gücüne güç katar.