YORUM | AHMET KURUCAN
“12 yıldır yurt dışındayım. Kara ve hava yolu ile sayısız seyahat yaptım. Bir kez bile namazımı cem etmedim.” Bir sohbet esnasında zikredilen bu cümleyi anlattı birisi bana. Bunun faziletfüruşluk nev’inden anlatılması aklına ve mantığına tam oturtamamış. “Ne düşünüyorsunuz bu konuda?” dedi. Bir soru ile karşılık vermeyi düşündüm ve klasik “dinde yeri var mı” klişesini kullanarak “Belli şartlara binaen namazların cem edilmesinin dinde yeri var mı?” sorusunu sordum. Hiç düşünmeden; “Tabii ki yeri var, ruhsattır namazı cem etmek” karşılığını verdi. Ben, o sözü söyleyen zatın namazlarını cem ruhsatını kullanacak bir durumla karşı karşıya kalıp kalmadığını bilmediğim için muhatabıma bir soru daha sordum: “Bu 12 yıl içinde sayısız kara ve hava yolculuğunda namazları cem ruhsatını kullanacağı bir pozisyonla baş başa kalmamış mı?” dedim. Cevabı alabildiğine netti; çünkü kendisi de yıllardır doğusundan batısına ancak 6 saat uçak yolculuğu ile ulaşabildiğiniz devasa bu ülkede yaşıyordu ve şartları benden daha iyi biliyordu. “Mutlaka kalmıştır.” Bunun üzerine ilk sorusuna cevap verme zamanı gelmişti. Dedim ki cevaben: “Pekâlâ bu ruhsatı ölüm sonrası mezarda mı yoksa ahirette mi kullanacak? Namazların cem ruhsatını kullanmama azimet mi oluyor?” Verdiğim cevap aklına yatmış olmalı ki sadece “Haklısın, hiç böyle düşünmemiştim” dedi tebessüm ederek.
Önce şu azimet-ruhsat meselesi üzerinde duralım ve ele aldığımız namaz konusu üzerinden gidelim. Halkımız arasındaki genel yargıya göre sanki bu iki kavram arasında ve tam da ortada duran bir normal var, azimet ve ruhsat da bu normalin sağ ve sol uçlarında yerini alıyor. Bu anlayışa göre, namazı Hz. Peygamberin (sas) ve ona bağlı olarak fıkıh ulemasının tespit ettiği çerçeve içinde kılmak “normal”, bu normali daha iyi, daha güzel yapmak azimet, gerektiğinde bu normalden taviz verme ruhsattır. Gerçekte böyle midir? Yoksa bu kavramlar kelimelerin lügat manasından hareketle zamanla halkın muhayyilesinde kendine yer bulan ve topluma mal olan bir zihniyetin ürünü müdür?
Açık ve net, ben ikincisi olduğunu düşünüyorum. Derinlemesine inceleme yapmaya gerek yok, fukahanın söz konusu iki kavrama getirdiği tariflerden bu sonucu çıkartmak mümkündür. İsterseniz Mustafa Baktır ve İ. Kafi Dönmez Hocaların kaleme aldığı azimet ve ruhsat maddeleri hakkında İslam Ansiklopedisinde yapılan tariflere bakalım. “Azimet, kulların karşılaştığı sıkıntı ve zorluklar gibi ârizî hallere bağlı olmadan başlangıçta konmuş bulunan ve normal şartlarda herkesin uymakla mükellef tutulduğu aslî hükümlerdir…..Sözlükte “kolaylık” anlamına gelen ruhsat kelimesi, fıkıh usulü terimi olarak şer‘an geçerli mazeretlere binaen normal durumlara ait aslî hükmün (azîmet) gereğine uymamayı meşrû hale getiren, kolaylaştırma esasına dayalı geçici hükmü ifade eder.”
“Azimet, başlangıçta konmuş bulunan ve normal şartlarda herkesin uymakla mükellef tutulduğu aslî hükümler” ve “normal durumlara ait aslî hükmün (azîmet) gereğine uymamayı meşrû hale getiren” ne anlıyorsunuz bu cümlelerden? Benim anladığım şu, halk muhayyilesinde var olduğunu söylediğim normal, aslında azimet demek. Böyle olunca şartlar tahakkuk ettiği halde dinin sunmuş olduğu ve kolaylığı ifade eden namazları cem ruhsatının kullanılmaması halkımızın kullandığı şekliyle ifade edecek olursam, azimet değil, normalin ta kendisi. Usuli kavramı kullanacak olursak azimetin ta kendisi. Dolayısıyla ortada faziletfüruşluk yapılacak bir şey yok.
Kavramların anlam çerçevelerini belirledikten sonra gelelim benim “mezar da mı ahirette mi bu ruhsat kullanılacak?” dediğim noktaya. ‘Hangi şartlarda namazlar cem edilebilir?’ cevaplanması gereken kilit sorudur ve bu kilit sorunun cevabı objektif değil sübjektiftir. Mezhepler tercih ettikleri metodoloji eşliğinde Efendimizin (sas) uygulamalarından hareketle bazı objektif sayılabilecek kriterler koymuştur. Ama onların tahakkuk edip-etmediğine karar verecek olan Müslümanın ferdin kendi aklı, muhakemesi ve vicdanıdır. Sübjektif dememizin gerekçesi budur. Yoksa furuu fıkıhta belli kriterlerin konulmadığını iddia ediyor değiliz.
Buna göre, hemen herkesin bildiği gibi Hanefiler namazların cem edilmesini sadece hac ibadeti esnasında Arafat ve Müzdelife’de öğle-ikindi ve akşam-yatsı namazları için geçerli olduğunu söyler. Diğer mezhepler Efendimizin başka uygulamalarından hareketle hava muhalefeti, güvenlik sorunu ve yolculuk gibi sebeplerle de cem edilebileceğini kanaatini ileri sürerler. Burada Hanefilerin cem gerekçesi adına çerçeveyi alabildiğine dar tuttuğu tartışma götürmez. Bununla beraber onlar, hayatın tabii akışı içinde namazları zamanında kılmada karşılaşılacak zorlanmalar olduğunda “zaruriyat ve haciyat” kavramlarını öne sürerek diğer mezheplerin taklid edilebileceğini söyleyerek bir çözüm yolu ortaya koymuşlardır.
Gazetede yayınlanan bir köşe yazısı, mezheplerin ortaya koyduğu görüşlerin kaynak değeri, delillerin sıhhati, kullanılan metodoloji (usul) ve ulaşılan fer’i hüküm açısından ele alıp değerlendirme için uygun bir zemin değil. Ama şu kadarını ifade edeyim ki, Hz. Peygamber’in hayatında kendine yer bulan bu uygulamayı değişen sosyal ve kültürel arka plan şartlarını nazarı itibare almadan “Hanefi Mezhebi içtihadlarına göre” deyip bir çırpıda yok saymanın doğru olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Benim bu yaklaşımımı yukarıda bahsini ettiğim fıkhî düzlemdeki mütalaaları bilmeden “mütesâhil” bir yaklaşım olarak görenler olabilir. İçtihadî görüşlerin din olarak kabul edildiği bir zeminde neşet eden, Ali Bardakoğlu’nun ifadeleriyle “dinî bilgi ile dine ait bilgiyi” karıştıran zihniyete sahip olan kişilerden daha ötesini de beklemek zor. Dolayısıyla bu eksende dile getirilecek itirazlara nazarı müsamaha ile bakar ve şunu derim; bu mütesâhil olma değil aksine olması gerekli olan şey, takınılması gerekli olan tavırdır.
Zira din asli mahiyeti itibariyle zaten kolaylıktır. Allah Kur’an’ın da bu hakikati hem de oruç ibadetini farz kılıp hasta ve yolcu olanlara muafiyet getirdiği beyanlarının hemen ardından şöyle ifade eder: “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez.” (2/185) Hz. Aişe validemiz de Efendimizi anlatırken der ki: “Rasulullah (sas) iki şey arasında muhayyer bırakıldı mı O, günah olmamak şartıyla mutlaka en kolay olanı seçerdi. Kolay olan, herhangi bir günahı gerektirirse, o zaman da ondan en uzak duranı olurdu.” (Buhari, Menakıb, 23) Bir başka hadiste “Allah Resulü (sas) ashabına emrettiği zaman daima amellerin kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri miktar ve şeklini emrederdi.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI/56) İbadetlere vurgu yapması açısında ayrı bir öneme haiz hadiste ise Allah Resulü şunu söyler: “Ümmetimi meşakkate sokacağımdan endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim.” (Buhari, “Mevakitu’s-salât”, 24;) Ayrıca anasının yanında mescide gelmiş bir çocuğun ağlamasını işittiği zaman kısa bir sûre okuyarak namazı tamamlaması zaten bilinen bir örnektir. (Buhari, Ezan, 65)
Sonuç itibariyle; dinin hayatın merkezinde olmadığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. İbadetler bir yana kendi çocuklarımızın inanç ekseninde nasıl savrulmalar yaşadığını bizatihi görüyor ve gözlemliyoruz. İşte böylesi bir zeminde şahsi inancınıza, o inancın sizde hasıl ettiği yaptırım gücüne bağlı olarak ibadetlerinizi yerine getirmeye ve ruhsatları bile kullanmamaya hiç kimse bir şey demez, diyemez. Ama böylesi bir davranışı ortada dinin vermiş olduğu ruhsat dururken faziletfüruşluk nev’inden dile getirmek, çok daha farklı şartlarda hayatlarını devam ettiren insanlardan da beklemek, üstelik namazlarını cem edenleri “mezhebi geniş” diye yaftalamak, o şartlarda Allah’a olan kulluk borçlarını yerine getirenleri kırmaktan ve özellikle yeni nesilleri dinden uzaklaştırmaktan başka bir şey yaramayacaktır.
Belki menfi anlamda kullanılıyor ama bence doğru bir söz mezhebin geniş olması. Mezhep zaten gidilen yol anlamında ve geniş bir alanı kapsamaktadır. İsterseniz herhangi bir mezhebin ya da mezheplerin aynı mesele hakkında verdikleri hem de siyah-beyaz ölçüsünde birbirine aykırı görüşlerine bakın. Namazın ceminde olduğu gibi birinin caiz dediğine diğeri caiz değil diyor. Bu mezhebin genişliğinin göstergesi değil midir?
Efendimiz “Zorlaştırın kolaylaştırmayın” demiyor aksine buyuruyor ki: “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, Edeb, 8.) İsterseniz bir başka yazıda buradan devam edelim ve bu hadisin sebebi vürudu ve sahabe toplumuna ne dediği ve 14 asır sonra bize ne demek istediğini ele alalım.