YORUM | YAVUZ ALTUN
Gelin biraz Meclis aritmetiği çalışalım.
Türkiye, Haziran 2018 seçimlerinde 600 milletvekili seçti. Bunlardan beşi, belediye başkanı olmak için geçen sene milletvekilliğinden istifa etti. Dördü, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kabinesinde yer almak üzere görevinden ayrıldı. Üçünün vekilliği aldıkları mahkumiyet kararları sebebiyle düşürüldü. İkisi ise vefat etti.
Son tahlilde, Meclis’te 586 milletvekili bulunuyor. Sandalye dağılımı şöyle: AKP’nin 291, CHP’nin 138, HDP’nin 57, MHP’nin 49, İYİ Parti’nin 37, Türkiye İşçi Partisi’nin 2, BBP’nin 1, Demokrasi ve Atılım Partisi’nin 1, Demokrat Parti’nin 1, Demokratik Bölgeler Partisi’nin 1, Saadet Partisi’nin 1 milletvekili var. Bunlara yedi de bağımsız vekili ekleyelim.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
AKP-MHP ittifakı, ya da diğer adıyla Cumhur İttifakı, bu tabloda 340 vekile sahip. Yani yeterli çoğunluğa.
2017’deki başkanlık referandumuna göre, yeni Meclis bir yasama organı olarak tasarlandı fakat malumunuz olduğu üzere, yasa taslakları altlarında milletvekillerinin imzası olsa bile Saray’da hazırlanıyor.
Bu taslaklar, Meclis’teki ilgili komisyonda muhalefet vekilleriyle birlikte görüşülüyor, her vekil yorumunu yapıyor, ve çoğu zaman ufak tefek değişikliklerle birlikte Meclis genel kuruluna geliyor.
Burada ne olacağını tahmin etmek güç değil. Çoğunluğa sahip olan iktidar bloğu, istediği her yasayı kısa sürede geçirmeye muktedir.
Geçenlerde Meclis’ten geçen “çoklu baro” düzenlemesini ele alalım. Genel kurula gelen yasa önerisi için 417 milletvekili oy kullanmış. 251’i kabul, 163’ü ise ret oyu vermiş. Yeni uygulama Ekim’de yürürlüğe girecek.
Yine önceki gün sosyal medyaya yönelik ciddi bir sansür imkânı doğuran düzenleme, AKP ve MHP’nin oylarıyla, 1 Ekim’e kadar sürecek tatilden önceki son oturumda, Meclis’ten geçti.
Görebileceğiniz gibi, muhalefet ne yaparsa yapsın, Erdoğan’ın istediği yasal düzenlemelerin Meclis’ten geçmesini engelleyebilecek bir sayısal çoğunluğa ulaşamıyor.
Elindeki tek teknik çare Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak. Erdoğan’ın imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra, muhalefet milletvekillerinin dilekçesiyle ilgili yasa AYM’ye götürülebilir.
Ama AYM’nin tavrı da malum. Üyelerinin çoğunluğu – isteyerek ya da korkarak – Erdoğan’ın ya da şu an devletteki ittifakta kimler varsa onların kontrolünde.
İktidarın cüretkâr hamleleri karşısında kendini giderek daha fazla köşeye sıkışmış hisseden kesimler, haliyle muhalefetten daha fazlasını bekliyor. Gelgelelim, karşımızda Meclis’teki aritmetikten çok daha fazlası var.
2002’de AKP iktidara geldiğinde, 363 milletvekili vardı. Teoride anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa erişmişti. Ancak değiştiremeyeceğini biliyordu. Çünkü yüksek yargı bürokrasisi, buna müsaade etmezdi.
Nitekim bu gerçekle, 2007’de Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçtiğinde karşılaştı. O zamanki AYM, zorlama bir içtihat olan 367 kararı ile Meclis’teki seçimi iptal etti.
Bir de askerî müdahale opsiyonu vardı masada. AKP eğer anayasayı ilk döneminde değiştirmeye kalksa, muhtemelen ordu kendine vazife çıkaracaktı.
Erdoğan bu dönem için, “iktidar olduk muktedir olamadık,” yorumunu yapmıştı hatırlarsanız.
Ancak aklında bir strateji vardı.
Murat Belge o stratejiyi zamanında şöyle özetlemişti:
“Bir öneri getiriyor, ortam kolluyor; o sıralarda AKP ne derse desin itiraz edecek bir kesim var ve bu üslubu egemen muhalefet biçimi haline getirmiş durumdalar. İtiraz sesleri yükselince AKP duralıyor, ısrar etmiyor, ama tepkilerin gücünü ve yaygınlığını ölçüyor. Başka bir alanda başka bir öneriye geçiyor; ama öncekini unutmuş değil. ‘Punduna getirme’ yeniden ortaya çıkıyor. Bu sonraki ortaya çıkarmalarda sanki tepkiler de hafifliyor. Toplumu alıştırıyor AKP. Bir yandan tabanını genişletmeye, güçlenmeye bakıyor.”
Peki, muhalefetin bu şekilde bir “büyük stratejisi” var mı?
Bir bakıma, var. AKP yönetiminin ne yaparsa yapsın bu yoksullaşmayı engelleyemeyeceğini, kendi iç kavgalarıyla iktidarını yiyip bitireceğini, böylece bundan sonraki ilk seçimde gücü kaybedeceğini hesaplıyor.
Bu sebeple de, kuşatıcı söylemlerle halkın gözünde gerçek bir alternatif olarak öne çıkmayı planlıyor. “Diklenmeden dik durmak” tavrını Erdoğan’ın ilk döneminden devralıyor.
(Meraklısına not: CHP’nin son yıllardaki durumu hakkında Tanıl Bora’nın şu yazısı derli toplu bir bakış sunuyor.)
Daha önce yazmıştım, 2018’de AKP-MHP ittifakının yüzde 52’yi zar zor toparlaması, bu stratejinin çıkış noktasıydı. Nitekim bir yıl sonraki yerel seçimlerde iktidar partisi oy oranını korusa da, İstanbul ve Ankara’yı kaybetti. Uzun zaman sonra ilk kez, zorladığı bir meselede toplumdan tokat yedi, İstanbul’da tekrarlanan seçimlerde daha büyük farkla yenildi.
O günden beri, AKP içinden iki yeni parti çıktı. Ekonomi daha kötüye gitti. Kamuoyu yoklamaları, muhalefet bloğunun ilk kez öne geçtiğini muştuluyor.
Ancak bu noktada, muhalefetten daha sert oyun bekleyenler, Erdoğan’ın da iktidarı kaybetmemek için farklı yollara tevessül edeceği kanaatinde.
Bunlardan en iyimseri, ekonomi daha da kötüleşmeden baskın bir seçimle iktidarını pekiştirip bir beş yılı daha garantilemek.
Bu senaryoda, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun saf dışı bırakılması ihtimali de var. CHP ise daha önce İYİ Parti’ye yaptığı gibi, bu iki partiye yardım edebileceği sinyalini çoktan verdi.
Yerel seçimde, İstanbul ve Ankara’da muhalefet iyi örgütlenmiş ve sandıkları kontrol edebilmişti. Fakat genel seçimde, Türkiye’nin her yerinde bu kontrolün sağlanıp sağlanamayacağı meçhul.
Daha kötümser senaryolara göre, Erdoğan ve ekibi ülkenin bir daha seçime girmemesi için ellerinden geleni yapacak. Mesela? Savaş çıkarmak masadaki opsiyonlardan biri.
Bir planın var olması, hatta gerçekten de konuşuluyor olması, illa ki o planın gerçekleşeceği anlamına gelmez elbette.
Bu yüzden muhalefetin bağlı kalmaya çalıştığı ana strateji, “kazanamayacağı kavgalara girmemek” üzerine kurulu. Bu arada da diğer partilerle ittifakını olabildiğince geniş tutmanın yolları aranıyor. İYİ Parti ve HDP’yi bir şekilde aynı hizada tutabilmek bile şu aşamada bir başarı bana sorarsanız.
Tamam ama muhalefet daha fazlasını yapamaz mı?
Bazı yorumcular, muhalefetin Meclis’ten çekilip bir erken seçime iktidarı zorlaması gerektiği görüşünde. Madem halk desteği iyiden iyiye erimiş durumda, o hâlde neden olmasın?
Bu stratejinin işe yarayacağından emin değilim.
Sovyetler Birliği gibi muazzam bir totaliter rejimin kan dökülmeden çözülmesinin arkasında yatan en önemli sebep, rejimin aktörlerinin ideolojiye olan inançlarını tamamen yitirmiş olmalarıydı.
Yani sistem zaten öyle görkemli bir biçimde yozlaşmıştı ki, Sovyetler Birliği’nin tabutuna son çiviyi çakmak, kimseyi rahatsız etmeyecekti.
Muhalefet, şartların Erdoğan rejimini de benzer bir noktaya götürdüğünü öngörüyor. Şu anda Erdoğan’ın yanında hizalanmış siyasetçisinden bürokratına, hiçbir güçlü aktörün, büyük bir ekonomik çöküntü yaşandığında, toplumsal çoğunluğu artık arkasında bulamadığında, rejimi savunamayacağını düşünüyor.
Böylece, yönetilebilir bir Türkiye’yi devralmayı hesaplıyor. Gerilimi tırmandıran taraf olmamak, “Bakın kardeşim, her şeyi denediniz, olmadı, olmuyor,” diyebilmek istiyor.
Burada bir hesap hatası yapılıyor olabilir mi? Olabilir. Zaten senaryolardan bahsediyoruz ve altını çizmek istediğim husus, muhalefetin oyun planının tamamen “ahmaklık” olmadığı.
“Muhalefet top ayağıma gelsin diye beklerken, insanlar zulüm görüyor,” diyebilirsiniz. Ama açık ki, muhalefetin şu aşamada o zulümleri engelleme gücü zaten yok. Kendi milletvekilini (Enis Berberoğlu) bile Adalet Yürüyüşü’ne rağmen kurtaramadı yargının elinden. (Koronavirüs olmasa belki hapisteydi hâlâ.)
Osman Kavala, içerideki konsensüsün yanı sıra, bütün dünyanın çağrılarına rağmen bin gündür içeride. ABD ve Almanya gibi aktörler bile kendi vatandaşlarını ancak uzun uğraşlardan sonra kurtarabiliyorlar.
Daha radikal fikirlere sahip muhalifler uluslararası baskılarla Erdoğan ve ekibini köşeye sıkıştırma stratejisini ortaya atıyor. Oysa şu aşamada ABD’den ya da AB’den gelecek büyük bir yaptırım, Türkiye’yi tam da Erdoğan’ın isteyebileceği gibi tamamen bir kapalı rejime dönüştürme riski taşıyor bana kalırsa.
Nitekim “ekonomiye dış müdahale geliyor” yazıları hükümet yanlısı medyada yazılmaya başladı bile.
Muhalefetin stratejisinin Türkiye’yi nereye götüreceğini kesinkes tahmin etmek güç. Ancak muhalefet bu strateji içinde kalarak da daha fazlasını yapabilir.
Bunlardan biri, kamusal tartışmaya daha nitelikli katkılar sunmak. Sosyal medyada bol RT alan sloganvari söylemlerden ziyade, muhalefet milletvekillerinin ülkenin meseleleriyle ilgili derinlikli fikirler üretmesi, daha güven veren bir tutum olacaktır.
Bu sayede, “merkez sağa açılım” hamleleri sadece sembolik düzeyde kalmaz, toplumla samimi bir alışveriş yapılabilir.
İkincisi, sıradan insanların aykırı söz söylemeye korktuğu yerde, açılan davalar ve yürütülen soruşturmalar karşısında, muhalefet vekillerinin “korkma ben varım” diyebileceği bir ortamın oluşması.
Meclis’te gerek konuşmalarıyla, gerek mağdur edilen kimselerle görüşerek, hatta duruşmalarında hazır bulunarak en azından o insanlara yalnız olmadıklarını hissettiren vekiller var, evet. Fakat sayıları neden daha da artmasın? Üstelik sosyal medya yasasından sonra buna ihtiyaç artacak.
Üçüncüsü, madem Erdoğan ülkeyi sürekli seçim varmış gibi yönetiyor, muhalefetin de sürekli seçim olacakmış gibi toplumla iletişim hâlinde olması gerekli.
Şimdilerde Davutoğlu ve Babacan bir yandan parti teşkilatlarını kurmak için çeşitli şehirlerde insanlarla bir araya geliyorlar. Bunu diğer muhalefet partileri de yapmalı, mitingle değil, toplantılarla insanları zinde tutmanın yollarını aramalı.
Son olarak, bu dönemde Erdoğan’dan gelecek sembolik hamlelere (mesela Ayasofya’nın camiye çevrilmesi) aldırmadan, insanların hayatlarında asıl yer kaplayan gündemleri ele almalı.
Hemen herkes ekonominin en önemli gündem maddesi olduğunda hemfikir. Fakat çoğu zaman atlanan bir diğer gündem eğitim.
Muhafazakâr insanlar kendileri için AKP projelerini destekleyebilir fakat çocukları için her zaman daha iyi eğitim, daha parlak bir gelecek ister.
Oysa Türkiye’de şu anda en büyük problem önünü görememek. Gelişmiş ülkelerdeki gibi 5-10-20 yıllık planlar yapamamak.
Muhalefet bunu anlatmak, sadece “Öldük, bittik, geleceğimiz elimizden çalındı,” demeyip daha müreffeh bir geleceğin mümkün olduğuna toplumu ikna etmek durumunda.
Kaynak: Tr724