YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
AKP’nin Hizmet Hareketini bitirme girişimi 15 Temmuz’dan yaklaşık 6-7 yıl önce başlamış ve adım adım şiddetlenmişti. Hükümet, bir taraftan kamuda çalışan Hizmet gönüllülerini fişliyor, diğer taraftan da yenilerini almama adına oldukça sıkı tedbirler alıyordu. Özellikle dershanelerin kapatılması krizinden sonra Erdoğan açıktan Hizmet hareketini hedef almaya başladı ve hakaretlerinin ardı arkası kesilmedi. Erdoğan tarafından kurulmuş havuz medyasının belki de birinci ve en önemli gündem ve hedefi, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve Hizmet hareketinin yıpratılmasıydı. Yalanlarla, iftiralarla korkunç bir karalama kampanyası başlatmışlardı. Yavaş yavaş Diyanet de bu itibarsızlaştırma kampanyasına ortak oldu ve hutbeleriyle adım adım halkın bilinçaltına Hizmet düşmanlığını aşılamaya başladı.
Siyasilerin, medyanın ve Diyanet’in bu çabaları kısmen işe yarasa da bir türlü istedikleri hedefe ulaşamıyorlardı. Hukukî olup olmadığına bakmaksızın Hizmet ile herhangi bir şekilde gönül bağı, sempatisi hatta değişik yollardan iltisakı olan insanları bürokrasiden, askeriyeden, emniyetten, yargıdan, yüksek eğitim kurumlarından ve daha başka kamu sektörlerinden kökten temizlemek istiyorlardı. Erdoğan’ın ve işbirlikçilerinin asıl maksadı, Hizmetin binlerce kurumunun kapısına kilit vurarak, bütün faaliyetlerini durdurarak, Hizmetle iltisak ve irtibatı olan herkesi hapislere tıkarak cemaati toptan dağıtmak ve yok etmekti.
Ne var ki atacakları bu adımlar demokratik hukuk devletinin yasalarına tamamıyla aykırı olduğu gibi, halk nezdinde kabul görmesi de mümkün değildi. Hem hukuku askıya alarak keyiflerince icraatta bulunacakları hem de Hizmet hareketini kriminalize ederek kamusal vicdanda bütünüyle itibarsızlaştıracakları bir sebep ve vesileye ihtiyaçları vardı. İşte 15 Temmuz, bu habis emellerine ulaşabilme adına hükümet için kelimenin tam anlamıyla “Allah’ın bir lütfu” oldu. Zira 15 Temmuz’un öyle bir reklam ve propagandasını yaptılar, öyle ekmeğini yediler ki bir anda kendileri ülkeyi yerli ve yabancı işgalcilerden kurtaran birer kahraman haline geldi; Hizmet hareketi mensupları ise kendi vatandaşlarına kurşun sıkan birer “cani”, meşru bir hükümeti devirmeye çalışan birer “darbeci” ve kendi devletlerine başkaldıran birer “hain” ve “asi” ilân edildi.
Kısacası Hizmet hareketini ezme ve bitirme adına istedikleri ortam bir anda hazır oluverdi. Darbe girişimi (daha doğrusu darbe tiyatrosu), Türkiye’de yepyeni bir atmosfer oluşturdu. Bu, cemaate sövmenin inanılmaz prim yaptığı, onu savunmanın ise ateşten gömlek giymek anlamına geldiği bir atmosferdi. Hükümet, darbe girişimini vesile yaparak sahip olduğu bütün devlet imkânlarını Hizmet hareketini yok etme istikametinde seferber etti. Hiç beklemeksizin önceden hazırladıkları plan ve projelerini hemen devreye soktular ve darbeyi izleyen birkaç ay içerisinde yüz binin üzerinde kamu çalışanını tasfiye ettiler.
Siyasilerin ve medyanın yaptığı gibi Diyanet mensupları ve ilahiyatçılar da Hizmet hareketi aleyhine yaptıkları çalışmalarda 15 Temmuz’u tepe tepe kullandılar. Hizmet’i darbeyle özdeşleştirdiler. 15 Temmuz’u bütün Hizmet hareketi mensuplarının ortaklaşa bir girişimi gibi arz ettiler. Sanki Hizmet hareketine mensup her kim varsa, darbe planına ortak olmuş, devletine baş kaldırmış, kendi halkına kurşun sıkmış ve ülkede büyük bir kriz ve kaosa sebebiyet vermiş gibi bir tablo çizdiler. Meşru devlet başkanına başkaldırma ve silah zoruyla hükümeti devirmeye teşebbüs etme gerekçesiyle Hizmet mensuplarını bağilikle, isyanla suçladılar. Durum böyle olunca “bu kadar büyük suçlara bulaşmış” Hizmet mensuplarına verilen cezalar da onların gözünde meşru ve tabii hâle geliyordu.
Biz bu yazımızda öncelikle 15 Temmuz darbe girişimi etrafında dile getirilen iddialar üzerinde duracak, 15 Temmuz’u Hizmet hareketine yıkmanın imkânını ele alacak, arkasından da emir-komuta zinciri içerisinde tuzağa düşürülerek işin içine çekilen 15 Temmuz faillerinden bir kısmının Hizmet hareketiyle ilişkilendirilmesinin toptan bir cemaati suçlu ilân etmede ne derece meşru ve ikna edici bir delil olup olmadığını irdeleyeceğiz.
15 Temmuz’un arkasında kim var?
Erdoğan daha 15 Temmuz darbe girişimi sona ermeden Hizmet hareketini hedef gösterdi. Sonraki günlerde siyasi iktidar da bunu resmi söylem haline getirdi. Ne var ki bu kanlı darbe girişimi üzerindeki sis perdesi hâlâ aralanmış değil. Darbenin üzerinden yaklaşık 4 yıl geçmiş olmasına rağmen, tartışma ve şüpheler mevcudiyetini devam ettiriyor. Hiç kimse tam olarak o gece ne olduğunu bilmiyor. Olayların bizzat içinde yer alan failler de bildiklerini konuşmuyor.
Maalesef bütün bu şüphelerin üzerine gidebilecek, hakikatleri araştırabilecek ne bağımsız mahkemeler var, ne gerçek muhalefet yapan siyasiler, ne de özgür gazeteciler. Çünkü her kim buna teşebbüs etse kendisini hâkim karşısında buluyor. Siyasi iktidar, 15 Temmuz’un araştırılmasını ve sorgulanmasını istemiyor. Mecliste kurulan Darbeyi Araştırma Komisyonu dahi henüz ciddi bir veri ortaya koymadan Erdoğan’ın “Komisyon artık çalışmalarını sonlandırmalıdır.” şeklindeki sözlerini emir telakki ederek 4 Ocak 2017 çalışmalarını durdurdu.
Ne gariptir ki 15 Temmuz, Hizmet hareketinin üzerine yıkılmış olmasına rağmen, olayı en fazla aydınlatmaya çalışanlar da zamanında cemaate ait veya cemaate yakın medya organlarında görev yapan gazeteciler.
Darbe gecesine dair anlatılan tiyatroyla ilgili dünya kadar mantıkî boşluk ve çelişki var. En basitinden Erdoğan’ın darbeyi ne zaman ve kimden öğrendiğine bir türlü karar verilemedi. Dahası bazı asker ve sivillerin ısrarla vurguladığı üzere 15 Temmuz gecesi yaşananlar ne önceki darbelere benziyor ne de askerî bir planlama mantığına uyuyor. Hatta resmi söylem haline getirilen hikayenin bir kısmı sosyal gerçeklere ve hayatın olağan akışına da aykırı duruyor. Her ne kadar ismine “darbe girişimi” denilse de, meydana gelen hâdiseler “daha baştan başarısızlık üzerine kurgulanmış bir tiyatro” görüntüsü veriyor.
TSK’nın resmi açıklamasına göre niye darbeye sadece ordunun %1.5’uğun katıldığı, en önemli komutanların o geceyi niye düğünde geçirdiği, Akar’ın elinde imkân olmasına rağmen darbeyi durdurmak için niçin gerekli önlemleri almadığı, hiçbir mantığı ve faydası olmamasına rağmen köprü trafiğinin niçin tek taraflı kapatıldığı, F16’ların havada uçtuğu bir anda tehlike henüz geçmemişken Erdoğan’ın nasıl olup da güvenli bir şekilde Atatürk Havalimanına geldiği gibi onlarca soru ve sorgulama havada uçuşuyor. En önemlisi darbeyle suçlanan sanıkların mahkemede vermiş oldukları ifadeler, iktidarın resmi söylemini ve iddialarını boşa düşürüyor.
Ahmet Nesin ve daha başkaları ısrarla Meclis’e F16’lar tarafından herhangi bir bomba atılmadığını, bilakis kurgu darbenin bir parçası olarak içeriye yerleştirilen patlayıcıların uzaktan kumandayla patlatıldığını savundular. Onlara göre camların içe değil dışa doğru patlaması, eşyaların hiçbirinin tahrif olmaması, tüllerin dahi yanmaması gibi olaylar da bunu gösteriyor. 15 Temmuz darbe gecesi canlı yayında konuşan FOX TV muhabiri Umut Yertutan’ın şu sözleri de bunu destekliyor: “TBMM vuruldu. Savaş uçakları mı vurdu, helikopter mi vurdu bilmiyorum. Çünkü savaş uçağı üzerimizden geçmedi.”
Ölen şehitlerin bir kısmının asker kurşunlarıyla değil, belirli noktalara önceden yerleştirilen keskin nişancılar tarafından hedef alındığı da yazıldı, çizildi. Mesela Can Ataklı şunları söyledi: “Bazı kişiler havaya açılan ateş sonucu seken kurşunlara hedef maruz kalarak can vermiş olabilir. Bazıları ise hedef alınarak öldürülmüşlerdir belki de. İşte bunlar ancak otopsi ve balistik muayenelerle ortaya çıkarılabilir. Oysa o gece yaşananlardan sonra şehit olanlara otopsi yapılmadığını biliyoruz. Ayrıca anlaşılıyor ki balistik muayeneler de yapılmamış. Ya da yapılmış ama nedense açıklanmamış.” Peki, ama neden?
Bütün bunlar bir tarafa bugüne kadar iktidar veya muhalefet partisinden bazı isimlerin darbe girişimine dair yaptığı bazı açıklama veya iddialar dahi meseleyi kestirip atmanın doğru olmadığını gösteriyor. Erdoğan’ın, darbe gecesi söylediği, “Bu çıkış, bu hareket Allah’ın bize büyük bir lütfu.” sözü hâlâ kulaklarda çınlıyor. Binali Yıldırım, farklı zamanlarda söylediği, “Darbe yüzde yüz başarı ile sonuçlanmıştır.”, “Hoşuma gitmeyen proje 15 Temmuz” sözleriyle neyi kastettiğini hâlâ açıklamış değil!
Numan Kurtulmuş’un kameralar karşısında söylediği şu sözü de unutmamak gerekir: “Eğer normal süreçlerle bunları (hizmet mensuplarını) atmaya kalksaydık bunları 2020, 2030 yılına kadar devlet memurluğundan çıkartamazdık. Devlet kendisini korumak için böyle acil ve olağanüstü bir tedbir almıştır.” Bu durumda 15 Temmuz devletin kendini korumak için aldığı tedbirin uygulaması mı oluyor?
Başka bir AKP’li vekil olan Şamil Tayyar’ın, Beyaz TV’de katıldığı canlı yayında söylediği şu sözler ise hükümetin resmî söyleminin kendi vekillerini bile yeterince ikna etmediğini gösteriyor: “Ben hala 15 Temmuz’un aydınlanmadığını düşünüyorum. 15 Temmuz gerçek manada eğer aydınlanırsa bugün kahraman dediklerimizin belki de aslında darbenin içinde olduğunu görecek, belki de bugün hain dediğimiz isimlerin aslında tam tersi olduğunu göreceksiniz.”
Özellikle CHP başkanı Kemal Kılıçdaroğlu farklı zamanlarda yaptığı meclis konuşmalarında, televizyon programlarında ısrarla 15 Temmuz’un “kontrollü bir darbe girişimi” olduğunun altını çizdi. Mesela bir meclis konuşmasında şunları söyledi: “Hani komisyon kurulmuştu Türkiye Büyük Millet Meclisinde. Neden o komisyona darbeye bizzat tanıklık eden insanlar gelip ifade vermiyorlar! Niye gelip bilgi vermiyorlar? Kontrollü darbe açığa çıkmasın diye! Bugün ağır ağır ipuçları ortaya çıkıyor. Kimin ne yaptığını gayet iyi biliyoruz. 15 Temmuz karşı darbe girişimidir arkadaşlar.”
CNN TÜRK’e çıktığı bir programda kendisine bu iddiası hatırlatıldığında ise şu savunmayı yaptı: “Darbenin bütün ayrıntılarını parlamento çıkarsın ortaya. Hayır diyorlar çıkarmasın. Niçin? Niçin bütün ayrıntılarıyla darbenin ortaya çıkmasını istemiyorlar? Eski genelkurmay başkanı, eski Mit müsteşarları geliyor bilgi vermeye. Niye davet edildikleri halde sayın Genelkurmay Başkanıyla Mit Müsteşarı gelip Darbe Komisyonuna bilgi vermiyor? Kim göndermiyor? Siyasi otorite “git” derse bir bürokrat gidecektir. “Gitme” diyor. Niye? Ya orada açık verirsen ne olur, ya kamuoyunun bilmediği ayrıntılar birdenbire ortaya çıkarsa ne olur. Ve gelmediler. Ben bu darbeye kontrollü demeyeceğim de ne diyeceğim. İktidarda olanlar darbenin ortaya çıkmasını istemiyor. Bu darbe, Saray’ın 15 Temmuzudur.”
Bir başka CHP’li vekil olan Eren Erdem ise TELE 1 televizyonundaki canlı yayında şu soruları sordu: “Hakan Fidan’ın Hulusi Akar’la 14 Temmuz’da Özel Kuvvetler Komutanlığının bahçesinde 6.5 saat boyunca ne işi vardı? FETÖ iddianamesinde bunlar var. Hayatında hiç ihtisas törenine katılmamış Hakan Fidan nereden esti de gidip 4. ihtisas mezuniyet törenine katıldı? Ordunun içinde alçak bir şebeke operasyon yapıyor. Bundan haberiniz vardı da bu milletin tankların önünde ölmesine göz mu yumdunuz?”
HDP başkanı Selahattin Demirtaş’ın Meclis kürsüsünden söylediği şu sözler de resmî söylemin doğru olmadığına işaret ediyor: “Darbeyi eniştemden öğrendim, diyor. Yalan. Külliyen yalan. Darbeden senden, benden, MİT’ten, enişteden önce haberi vardı. Önceden darbenin istihbaratını alacaksın, tedbirini alacaksın, 225 insan yaşamını yitirecek, sen sırf kendi iktidarını sağlamlaştır diye bir darbe tehdidini önlemek yerine harekete geçmelerini bekleyeceksin. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük kumpaslarından biriyle karşı karşıyayız. Darbe içinde darbeyle karşı karşıyayız. Bu hakikati herkes şu koridorda konuşuyor da kimse şu kürsüde konuşmaya cesaret edemiyor. Biz de konuşmasak kim konuşacak? Bu hakikat hep sır olarak, kulis bilgisi olarak mı kalacak? Madem bilgin vardı, neden darbe girişiminde bulunanları teşebbüs aşamasında içeriye almadın? Hesabına geldi çünkü!”
Can Dündar’ın şu ifadeleri 15 Temmuz’un arkasındaki asıl faile işaret ediyor: “27 Şubat 1933. O akşam Alman parlamentosu kundaklandı. Seçimle hükümete gelen Hitler, henüz iktidarın iplerini tamamen ele geçirmemişti. Reichstag yangınını bahane olarak kullandı. Hemen ertesi gün olağanüstü hal ilan etti. Anayasal hakları askıya aldı. Kararnamelerle bütün güç ve yetkiyi kendisinde topladı. Muhaliflerine karşı acımasız bir cadı avı başlattı. Artık ülkeyi kararnamelerle yönetiyor, muhaliflerini komplocu olmakla suçlayarak hapsediyordu. Bu koşullarda seçime gitti ve kazandı. Olağanüstü hale ihtiyacı kalmamıştı; çünkü artık olağanüstü yetkileri vardı. Bahsettiğim bu kısa tarihçe ne kadar tanıdık değil mi? Artık rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: 15 Temmuz Türkiye’nin Reichstag yangınıdır.”
Yurtdışında görev yaptıkları sırada tasfiyelerden nasibini alan bir grup subayın İngilizce ve Türkçe olarak hazırladığı 130 sayfalık raporda geçen şu tespitler de Can Dündar’ın yukarıdaki tezini destekliyor: “15 Temmuz Erdoğan’ın, kendisine yöneltilen ağır suçlamalardan kurtulabilmek, ülkenin Anayasal düzenini demokrasiden dikta rejimine dönüştürmek ve böylece iktidarını olabildiğince uzatmak maksadıyla, kendisine karşı yapılmasına geçit verdiği bir darbe girişimidir (Self-coup, Autogolpe). Erdoğan, girişimi ve hazırlık sürecini ordu içindeki ve dışındaki işbirlikçileriyle birlikte kontrol ve manipüle etmiştir.”
Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman’ın 15 Temmuz tanımı ise şu şekilde: “15 Temmuz, Avrasyacı ve anti-NATO’cu bir hizbin, gırtlağına kadar suça ve yolsuzluğa batmış bir İslamcı iktidarla birlikte, Türkiye’yi liberal-demokratik hukuk devleti rotasından, dışarıda maceracı ve yayılmacılığa, içeride ise nasyonalist bir otoriterleşmeye açan hamledir.”
Hükümetin 15 Temmuz darbe girişimine dair resmi söylemine şüpheyle yaklaşan veya bunu reddeden kişiler sadece kendi ülke vatandaşları değil elbette. Ne Avrupa ülkeleri ne de ABD, darbenin arkasında Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ve Hizmet hareketinin bulunduğuna ikna olmadı. AKP hükümetinin ısrarlı taleplerine rağmen Amerika’nın Hocaefendi’yi Türkiye’ye teslim etmemesinin sebebi de, darbenin arkasında onun olduğuna dair sunulan delillerin yetersiz olması! Alman istihbaratçı Erich Schmidt’in bir televizyon programında yaptığı şu açıklamalar da Batı’nın darbeye bakışını ortaya koyuyor: “CIA analizlerine göre yaşanan sözde darbe girişimi Erdoğan tarafından gerçek bir darbeye engel olmak için gerçekleştirildi. BND, CIA ve diğer istihbarat servisleri darbe girişiminin Gülen tarafından gerçekleştirildiğine dair en küçük bir ipucu görmüyor.”
Son olarak Fethullah Gülen Hocaefendi’nin darbe girişimini müteakip vermiş olduğu çok sayıda röportajda dile getirilen iddialara verdiği cevaplara işaret etmekte fayda var. Hocaefendi söz konusu röportajlarında darbeyle bir ilgisi bulunmadığını, darbenin Hizmet hareketi tarafından yapılmadığını ısrarla dile getirdi. Dahası darbeyi araştırmak üzere uluslararası bir komisyon kurulmasını teklif etti ve bu komisyonun vereceği her tür karara razı olacağını beyan etti. Ne var ki hükümet onun bu çağrılarını duymazdan geldi.
Mesnetsiz Suçlamalar
Bugüne kadar darbe etrafındaki şüphelerle ilgili çok şeyler yazıldığı ve söylendiği için bu kadarlıkla iktifa ediyoruz. İnanıyoruz ki bu kısa izahlar dahi 15 Temmuz’un karanlık ve sisli yüzünü göstermeye yetecektir. En azından hükümetin resmi söylemini bütünüyle kabul etmenin o kadar da kolay olmadığını gösterecektir. Dolayısıyla meselenin önünü arkasını araştırmadan, kesin delillere dayanmadan ve aleyhteki açıklamaları görmezden gelerek bir hareketin toptan “asi” ve “baği” ilân edilmesi bir Müslümanın ve özellikle de bir İslâm âliminin yapacağı bir iş olamaz.
Ne var ki pek çok siyasetçinin yanında başta Diyanet camiası olmak üzere bir kısım cemaatler ve bazı ilahiyatçılar da bu zulüm ve vebalden nasibini aldılar. Hizmet hareketini hiç hak etmediği sıfatlarla vasıflandırdı, tahkir ve tezyif ettiler. Yüzbinlerce insanın hakkına girdiler. İktidar tarafından onlara yapılan her tür eziyet ve işkencelere seyirci kaldılar. Seyirci kalma da bir yana fetva ve görüşleriyle bunları meşru gösterdi ve zalimlere destek oldular.
Medyaya yansıyan haberlerden öğrendiğimize göre Hizmet hareketiyle irtibatı kurulan bazı asker ve siviller bir şekilde darbenin içinde yer almış veya darbeyle ilgili hâdiselere karışmış/karıştırılmış. Fakat mahkemeye sunulan sanık beyanlarına, şüphelilerin işkenceyle itirafa zorlanmasına, komutanların pek çok askeri “terör operasyonuna gidiyoruz” diyerek kandırmalarına ve Hizmet hareketini darbeyle ilişkilendirme adına önceden kurgulanan kumpaslara bakılacak olursa, darbe gecesi hâdiselerin içinde yer alan bütün şahısların “terörist” ve “darbeci” ilân edilmesinin o kadar da kolay olmadığını anlıyoruz. Ne zamanki 15 Temmuz hâdisesi bütün boyutlarıyla açıklığa kavuşur ve darbeye karışan şahıslar da bağımsız ve tarafsız mahkemeler tarafından yargılandıktan sonra suçlu bulunursa işte o zaman daha net hükümler verebiliriz.
Darbe gecesi olaylara karışan şahıslar için bile durum böyleyken, darbeyle uzaktan yakından alakası olmayan, herkes gibi darbeyi televizyonlardan öğrenen, öğrendikten sonra da her fırsatta darbeyi kınayan ve lanetleyen on binlerce eğitim gönüllüsünün “Hizmet hareketiyle iltisak ve irtibatından yola çıkarak” terörist ilan edilmesi dinî hükümlere taban tabana zıt olduğu gibi akla, mantığa, vicdana ve insafa da sığmaz. Hayatında hiçbir şiddet olayına bulaşmamış, her zaman devlet ve milletinin yanında yer almış, sürekli birlik ve beraberlik üzerinde durmuş, ömrünü eğitim ve yardım faaliyetlerine adamış yüzbinlerce insanın 15 Temmuz hareketinden yola çıkarak “asi” ve “baği” ilân edilmesi onlara atılmış büyük bir iftiradır.
Kur’ân’ın pek çok âyet-i kerimede tekrar etmiş olduğu “Hiç kimse bir başkasının günah yükünü yüklenmez.” beyanına ve bundan hareketle İslâm ceza hukukunda en temel bir ilke olarak kabul edilen “suçun şahsiliği” esasına rağmen, bazı şahısların darbeye iştirak ettiği iddiasından hareketle koca bir camianın suçlu gösterilmesi, altından kalkılması mümkün olmayan ağır bir günah yüküdür. Bir taraftan darbe teşebbüsünü aydınlatacak meclis, mahkemeler, genelkurmay ve MİT gibi kurumların vazifesini yapmasına engel olunması, diğer yandan da iddia ve iftiralarla yüzbinlerce masum insanın terörist ilan edilmesi korkunç bir zulümdür.