Küresel pandeminin ekonomik çöküş ile birlikte mevcut yoksulluğu güçlendirdiğine dair araştırmalar var. Bunlardan biri, Avustralya Ulusal Üniversitesi (ANU) ve Londra’daki Kings College tarafından ortaklaşa yürütüldü. Yoksulluğun 30 yıl içinde küresel olarak ilk kez 400-600 milyon kişiyi etkileyeceği, ekonomik krizin potansiyel olarak sağlık krizinden daha şiddetli bir etki yaratacağı, virüsün potansiyel etkisinin de 2030 yılına kadar Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma hedefi olan yoksulluğu sona erdirmenin önünde gerçek bir engel oluşturacağı belirtiliyor. Salgın, dünya nüfusunun yarısından fazlasına ulaştığında, 7,8 milyar insan yoksulluk içinde yaşıyor olacak. Yeni yoksulların yaklaşık yüzde 40’ı, Doğu Asya ve Pasifik’te, üçte biri de Sahra Altı Afrika’da ve Güney Asya’da yoğunlaşması da öngörüler arasında. Özetle tablo oldukça vahim.
Mutlak yoksulluk
En iyimser senaryoda bile, küresel ekonomi, şimdiye kadar olduğundan 30 kat daha fazla küçülecek, mutlak ve göreli yoksulluk oranlarının dramatik bir şekilde artacağı ve yalnızlığın yoğunlaşmasına yol açacağı tahmin ediliyor. Mutlak yoksulluk, evrensel geçerliliği olan bir kavram olup, sağlık ve bedensel işleyişi sürdürmek için gereken temel kaynakların yoksunluğudur. İnsanların yiyecek ve barınak için asgari ihtiyaçları bile karşılayamayacakları gelir ölçüsü ile tanımlanır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı bu ölçüyü, üçüncü ve dördüncü dünya ülkelerinde yaşayan insanlar için günde bir ABD doları olarak belirledi. Bu gelir eşiğinin altında insanlar şiddetli yetersiz beslenme ve tehlikeli düzeyde sağlık sorunları yaşarlar.
Göreli yoksulluk
Geleneksel olarak yoksulluk, kaynaklara, üretken varlıklara ve gelire erişimin sınırlı olması ve sonuç olarak maddi bir yoksunluğun ortaya çıkması, göreli yoksunluk ise nüfusun çoğunluğunun faydalandığı yaşam koşullarından faydalanamama durumu, toplumun genel düzeyine göre belli bir sınırın altında gelir ve harcamaya sahip olma durumu olarak tanımlanır. Farklı grupların sahip olduğu mutlak gelir düzeyinden daha ziyade, gelir ve refahın dağılımındaki farklılıklara odaklanır, bu yüzden insan yaşamlarını nasıl etkilediğinin değerlendirilmesinde daha yararlıdır.
Gerçekliğin resmi görülmüyor
İşsizliğin “Büyük Buhran’dan bu yana görülmeyen bir oranda” artması bekleniyor. 11 Nisan 2020’nin ortalarına doğru, üç haftalık bir süre içinde, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki 22 milyon insan işsizlik parası için başvuru yaptı. Düşük gelirliler, yüksek gelirlilerden çok daha yüksek oranlarda hastalık ile mücadele ediyorlar. Veriler Siyah ve Hispaniklerin koronavirüsten ölme olasılığının beyazlara göre iki kat daha fazla olduğunu gösterdi. Sağlık sigortasına sahip olma oranları daha düşük olduğu için test ve tedavi yaptıramıyorlar.
Yoksulluğun eksik değerlendirmeleri, yabancılaşmayı ve yalnızlığı fazlalaştıran bir etken. Yoksulluğun genelde sadece düşük gelir, yetersiz barınma, hastalık ve eğitimsel başarı düzeyleri gibi terimlerle ölçülmesi ne yazık ki gerçekliğin yeterli resmini veremiyor.
Çatışmalarla yerinden edilenler de dahil olmak üzere dünyadaki birçok çocuk, kamplar, gayri resmi yerleşimler ve sokaklar dahil olmak üzere savunmasız koşullarda yaşıyor. Evrensel sağlık hizmetinin bulunmadığı birçok ülkede, en fakir olanlar tedaviden bağımsız olarak test veya tıbbi değerlendirmeler için ödeme yapamıyorlar.
Yoksulluk döngüsü
Fırsat Yoksunluğu Olarak Yoksulluk dediğimizde yoksulluk döngüsünden bahsediyoruz. Yoksulluk insanların toplumun tam üyesi olarak katılımlarını engellediğinden, burada yoksulluktan kast edilen şey, “mal tüketiminin ya da sağlığın başarılması ve sürdürülmesinin ya da sosyal aktivitelere ya da toplum yaşamının diğer yönlerine katılma şansından mahrum bırakılması”. Eğitim fırsatlarında eşitlik eksikliği, yoksulluğun katılığına önemli bir katkıda bulunuyor, dahası konutu olmayan veya yetersiz konutu olan insanların, banka hesabı, kredi kartı gibi sıradan hizmetler almaları veya eğitim ve sağlık hizmetlerinden faydalanmaları son derece zor veya bazen de imkansız oluyor.
Yoksulluk algısı
Yoksulluğa yapısal, kültürel, kapsayıcı bir bakış açısıyla bakmazsak, kurbanı, yoksulluk, sosyal dışlanma ve yalnızlıklarından dolayı suçlama eğiliminde olmak kaçınılmaz olur. “Eğer gerçekten istiyorlarsa, yoksullar kendilerini yoksulluktan kurtarabilirler” gibi ifadeler tehlikeli olmanın ötesinde, yoksulluğun karmaşıklığı konusundaki anlayışımızı netleştirmeye yardımcı olmuyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde fakirler, özellikle bekar anneler, Siyah Amerikalılar veya Hispanikler, baskın kültürün üyeleri tarafından fakirlikle suçlanıyorlar. Kültürler, “biz”i “onlardan” ayıran güçlü duygularla sınırlar oluşturma eğilimi gösterirler. İngiliz şair Rudyard Kipling bu dinamiği şu şekilde tanımlar: Bizim gibiler, tüm iyi insanlar yani “Bizler” karşısında diğerleri, herkes, yani “Onlar”, özellikle kitle iletişim araçları aracılığıyla damgalanırlar, varsayılan eksikliklerinden ötürü suçlanırlar ve marjinalleştirilirler. Kültürler pandeminin etkisi altındayken damgalama süreci yoğunlaşır. Göçmenler, azınlık grupları, yoksullar gibi savunmasız insanlar, yanlış bir şekilde suçlanmak ve virüse ya da işsizliğe neden oldukları için marjinalleştirilme tehlikesi altındadır. Damgalanmış ve ötekileştirilmiş mağdurlar üzerindeki etki genellikle ağır ve uzun sürelidir. Kendilerini yoksulluklarından dolayı utanç içinde, değersiz ve suçlanmış hissederler. Kendilerine değer verme ve kendine saygı duyguları parçalandıkça kronik yalnızlık ya da kadercilik duyguları baskınlaşır.
Şiddet Olarak Yoksulluk yalnız zarar vermek, yok etmek, insanları kötüye kullanmak, öldürmek ya da fiziksel şiddetle sınırlı değil, insanların maddi onurunu, mutluluğunu ve temel maddi ihtiyaçları karşılama kapasitesini maddi ya da psikolojik olarak yok eden ya da azaltan kültürel koşulların yaratılması ile ilgilidir. Toplumda ve halklar arasında dışlanma ve eşitsizlik tersine dönene kadar, bu şiddeti ortadan kaldırmak olanaksız.
Neoliberalizm, durumları ekonomik verimlilik açısından değerlendiren kapitalist piyasa sistemini ayrıcalıklı kılan ve destekleyen bir ekonomik felsefe. İdeolojik varsayımı, kârın değerin tek ölçüsü olduğu ve işbirliğinin değil, rekabetin ortak faydaya daha iyi hizmet ettiği yönündedir. Toplum refahının değil, birey haklarının önceliğe sahip olduğu bu ekonomik düzende, ilk ve en çok etkilenen kesim olan yoksullar ve savunmasız olanlar arasında şiddet kültürü yaygınlaşır.
Medya
Medya içeriği ile halkın yoksulluk algıları arasındaki ilişkinin, basit bir ilişki olmadığı açık, insanların inançları ve medyada yer alan tepkileri arasında belirgin bir uyum vardır.
Araştırmalar, yoksullukla ilgili yapılan haberlerde epizodik ve tematik iki çerçeveleme olduğunu, daha yaygın olarak kullanılan epizodik çerçevelemenin yoksulların acılarını vurgularken, tematik hikayelerin yoksullukla ilgili genel eğilimlere odaklandığını ortaya koyuyorlar. Epizodik çerçevelemede, yoksulluğun bireysel faktörlerden kaynaklandığı ve durumu düzeltmekten sorumlu olanların da bizzat yoksulların kendisi oldukları vurgulanır. Oysa ki tematik çerçevelemede izleyiciler, hükümetin yoksulluklardan sorumlu olduğuna inandırılıyor, özetle bu çerçeveleme biçimleri insanların yoksulluğu algılama biçimlerini etkiliyor.
Medyada zaman zaman yoksulluk mücadele edilip yok edilmesi gereken bir şey olarak tanımlanıyor ve savaş metaforları sıklıkla kullanılıyor.
Yoksulluğun zor ve sorunlu olduğu hatta bazen bir hastalık olduğu algısı yaratan haberler de yapılıyor. Yoksulluk öncelikle bir kavram ve fenomen olarak tartışılıyor, makalelerin kişisel temelde fakirlere pek fazla değinmediği dikkat çekiyor.
Gazeteciler ve yoksulluk içinde yaşayan insanlar arasında ortak bir zeminin yaratılmaması, doğal temasların olmaması, dışlanmış insanları karikatürize etme eğilimini daha da artırıyor: Medya ya toplumdaki tüm kötülüklerin nedeni olarak onları şeytanileştiriyor ya da melek ve/veya mağdur olarak gösteriliyor.
Medya içeriği, yoksulluk ve yetersiz gelir-güvenlik programlarının etkilerine işaret etmeden özellikle suçun artmasına odaklanıyor. Medya, ırkçılık hedef tahtasına konmuş yoksulları neredeyse gözardı ederken, söz konusu evsizleri ve artan küçük suçları haber konusu yapmayı tercih ediyor.
Eşitsizliğin artarak acı, hastalık ve ölüm ile yoksulluğu eşdeğer hale getirdiği günümüzde medya bazı hususlara önem vermelidir:
– Medyanın yoksulluğu azaltma konusunda yapılabilecekler ile ilgili olarak geniş bir kitleyi kapsayıcı bir içerikle bilgilendirmesi gerekir. Bunu yaparken de savunmasız yaşayan insanların görüş ve endişelerini paylaşmak için bir platform ve açık bir forum oluşturmalı.
– Suç artışları ile istatistiklerin ötesine geçmek, bağlamdan kopuk haber yapmamak ve zarara yol açacak korku tellallığından kaçınmak öncelikli olmalı.
– Medya mevcut yoksulluk algılarına meydan okuyan haberler yapmalı.
Geleneksel medya mevcut güç yapılarına çok nadiren meydan okuyor. Oysa medya, yoksulluğun hem bireysel hem de sistemik nedenlerini kapsamadığı ve yoksulları sivil diyaloğa dahil etmediği sürece, hegemonik düzeni yeniden üretmeye hizmet etmekten başka bir işe yaramaz.
*Fotoğraflar: pixabay