Ege’nin en verimli ovalarından Salihli’nin Çapaklı köylüleri iki haftadır, güneşi, tarlalarının içerisine yeni açılmış bir yolun kıyısına kurdukları nöbet çadırlarında batırıyorlardı. Jandarma çadırları başlarına yıkıp, kadınları, erkekleri yerlerde sürükleyerek coplayana kadar, jandarmaya “Evladımız, çocuklarımız” diye sesleniyorlardı.
Üç gün sürdü nöbetleri. Kendilerine sorulmadan, tarlalarının ve evlerinin yanı başına yapılmak istenen biyogaz enerji santrali için açılmak istenen yolun üzerlerine “Mitili attılar”. Gündüz bir gölgelik yapıp sarı sıcakta altına sığınırlarken, geceleri çadırların yanı başında, taştan ocak çatıp odun ateşinde çaylarını ve efkarlarını demlediler. Nöbet, küsleri barıştırdı, köylüleri birbirine kaynaştırdı. Yıllardır unutulan o eski zaman öyküleri anlatılır oldu yeniden ateşin etrafında.
Evlerine gidememelerine, tarlada kalan ürünleri hasat edememelerine bile hayıflanmadılar. Sadece çocuklarını düşündüler ve anılarını. Çocuklar ve bir de anılardır insanı yaşatan çünkü. Çocuklar gelecekti, pencerede ışık, ocakta duman, sofrada aş… Yaşamın, emeğin, mutlulukların ve hüzünlerin geleceğe taşınmasıydı çocuklar. Anılarsa tüm yaşananların toplamı, hafızası ve yürekte kalan tortusuydu. Toprak, çocukların ve anıların evi, anası, kucağıydı. Topraksız kalmak geleceksizlikti. Zürriyetin kuruması, anıların ardında bir tek iz bırakmaksızın silinmesi, ışığın zifiri karanlığa yenilmesiydi. Bu yüzden, yüzyıldır ekip biçtikleri tarlalar için işi gücü bırakıp koşup geldiler. Toza toprağa belendiler, direndiler…
ÖZ OĞULLARINDAN DAYAK YİYEN ANALAR
Bir sabah jandarma komutanı “Dağılın, yoksa biz dağıtacağız” dedi. “Bizim çocuklarımız” dedikleri gencecik askerler, başlarında kaskları, ellerinde kalkan ve coplarıyla düşman gibi bakmaya başladılar köylülere bir sabah. Dağılmadılar, “Burası bizim topraklarımız. Biz niye dağılıyoruz. Siz şirketin araçlarını dağıtın” dediler. Komutan “Açın yolu, alın hepsini” emrini verdi. Jandarmanın copu kalkanı en önde yol üstüne oturup kol kola girerek birbirine kenetlenen kadınların sırtlarına, kollarına, başlarına indi, kalktı. Değdiği yeri yaktı, vurduğu yeri kızarttı, morarttı. Öz oğullarından dayak yiyen anaların yüreğinin acısını tattılar ve diğer acılar canlarını bir diken batmış kadar bile yakmadı bunun üstüne!…
ÇAPAKLI, AYASOFYA VE CUMA NAMAZI
Aynı saatlerde, yüzlerce kilometre ötede, Ayasofya’nın minberinde Diyanet İşleri Başkanı elinde kılıç vaaz ediyordu. Karşısında devlet başkanı, bakanlar ve protokol geniş kubbenin altında bağdaş kurmuş oturmuştu. Yüzbinler gelmişti ilk cuma namazına, dışarıda saflara dizilmişlerdi…
Devlet ricalinin büyük bir gösteriş içinde müzeden yeniden camiye çevrilen Ayasofya’da cuma namazı kıldıkları sırada Salihli Ovasında Çapaklı köylüleri jandarma sopası yiyorlardı! Topraklarını, çocuklarının geleceğini korumaya çalıştıkları için… Anayasa’nın kendilerine verdiği sağlıklı çevrede yaşama hakkı ve ödevini yapmaya çalıştıkları için… İşte o gün, sırtlarına inen her bir cop darbesi ile “Devlet nedir, kimdir, kimindir?” dersini aldılar, Çapaklı köylüleri…
ILGINLILARIN DEVLET DERSİ
Konya Ilgın Çavuşçugöl köylüleri de “devlet nedir” dersini görüyorlar bu aralar. Birkaç ay öncesine kadar siyasi iktidarın oy deposu olarak görülen, kendi köylerinden bir kişiyi hükümetteki partiden milletvekili seçtirip Ankara’ya gönderen köylülerin huzuru birkaç ay öncesinde bozuldu. Bir gün, sanki düğürçü gelir gibi köylerine geldi belediye başkanı ve kaymakam. Devletin emri, şirketlerin ricası ile köylülerden evlerine üç dört yüz metre uzaklıkta bulunan tarlaları altındaki kömürün çıkarılması için satmalarını istediler. Yüzlerce yıldır bu topraklardan karınlarını doyuran köylüler “hayır satmayacağız, o tarlalar bizim ata toprağımız” dedi ve olanlar oldu! Kendi köylüleri olan milletvekili yüzünü ekşitti, selamı sabahı kesti köylüleriyle. İktidar partisinin küçük ortağının genel merkezinden tehdit telefonları aldılar, “Devlete karşı geliyorsunuz, töremizde bu yok!…”
Ve bir sabah uğruna yıllarca kapı kapı gezdikleri, gece gündüz ellerinde bayrak, parti broşürü dolaştıkları Cumhurbaşkanı’nın bir kararname çıkararak topraklarını kamulaştırdığını öğrendiler. Rüyalarında görseler inanmayacakları işler geldi bundan sonra başlarına. Bir sabah şirket makineleri içinde ekinleri olan tarlalara girdi. “Ne oluyor, eşkıya mısınız?” diye karşılarına dikildiklerinde ise devletin gücü ile tanıştılar. TOMA’lar, jandarmalar, sivili resmisi tepeden tırnağa silahlı devlet güçlerini buldular karşılarında. Coplandılar, dayak yediler, gözaltına alındılar… Bayraklar ellerden düştü, çiğnendi, gencecik kızların, ak belikli anaların yazmaları başlarından savruldu, topraklara belendi, yerlerde sürüklendi…
Çavuşçugöllüler de devletin ne olduğunu yedikleri dayakla öğrendiler. Bir avuç tarlanın bir şirketin kârı için devletin en tepesinin emri ile ellerinden alınmasının, kutsal belledikleri her şeyin karşılarına geçmesinin ve bir anda “terörist” gibi görülmelerinin acısını ne zaman unuturlar bilinmez ama dayak zoruyla öğrendikleri devlet dersi o kadar kolay çıkmaz artık akıllarından…
Yazar Özer Akdemir
Kaynak: Evrensel
Reklam