Emin ŞİR
Pencerenin pervazlarına dalga dalga vuran hatıralardan sızan yaralar var avuçlarında, hesabı sorulmamış ahlar, bombalar, silah sesleri, dalgın duvarlar…
Çığlıklar…çığlıklar var, annelerin kirpiklerindeki kar tanelerinin sessizliği yılların acısını bu susuşa sığdırmış.
Kuşlara haber vermeden ağırlamış gözlerinin hüznünde usulüne uygun veda etmemiş bir gün geri dönecek diye…
“Yazmanın tek bir gerekçesi olabilirdi, o da insanların birbirlerini anlamalarına yardım etmek” cümlesini alıntılayarak John Steinbeck’ten anlatıyor derdini bir haberin kokusunun peşinde dolaşırken kendini “dışarıda” yarım yüzyıllık bir hikayenin içerisinde bulan Jînda Zekioğlu.
AĞIDI EKSİK OLMAYAN EVLER
Geçmişle şimdi arasında biraz da ‘geç mi şimdi’ diye düşünerek, mezar taşları bırakarak ardında, sınırlar aşarak, yangınlardan geçerek, çöllerden cennetler yaratarak, direnerek, hep direnerek, kucağında, elinde, karnında çocuklarla Urmiye, Etruş, Ninova, Maxmur, Zaxo… Enfal, Halepçe, Brakuji… Şırnak 1992, Hewler Katliamı…
Zaman örtmüyor acıların üstünü belki toprak örtecek diyorlar, kapı eşiklerinde bekliyorlar kimi zaman, kimi zaman pencerelerden uzak dağlara bakarak.
Bir annenin eteğine çöküp dinlemeye başlıyoruz anlatılan hikayeyi “Ağıdı eksik olmayan evler”inde. “Zaman akıp gidiyor. Öleceğiz. Kemiklerimiz değil sadece tarihimiz de karışacak toprağa, bize yaşatılan her şey yanlarına kâr kalacak.” diyor önce, sonra ekliyor “Beni dinle yeter.”
Ve başlıyor yedi kadının; Zeliha’nın, Ruken’in, Delal’in, Meryem’in, Roza’nın, Gulê’nin, Hêja’nın acılarla örülü koskocaman bir coğrafyaya yayılan hikayeleri.
Başlarını öne eğerek değil, dimdik yürüyen kadınların hikayeleri bunlar.
“Hepimiz o işkenceleri yaşadık. Hiçbirimiz birbirimize anlatmadık tüm gerçeğiyle. Erkeklere ayrı, kadınlara ayrı zulmettiler. Söylemedik ki daha çabuk unutabilelim. Hafızamızdan söküp atabilelim. Bu öfkeyi çocuklarımıza taşımak istemedik belki de…” diyorlar şimdi hafızalarımıza emanet ettikleri bu cümlelerle.
Sığınaklarda geçen çocukluklardan mayınlı topraklarda su taşıyan annelere, elma kokusuna Halepçe’nin.
“Rüyamda sabun dağıtıyordum konu komşuya. Ellerim, kucağım mis gibi sabun doluydu. Herkese uzatıyordum. Rengârenk sabunlar, ‘Alın’ diyordum, ‘alın lazım olacak, sabun alın…’ Havaya fırladık bir anda. Sanki dünya bizim evin ortasından ikiye ayrıldı, sanki dünya bin parçaya bölündü. Korkunç bir sesle, gürültüyle havaya fırladık. Üzerimize çöken tavanın ortasından ateş yağıyordu.”
HESABA KATILMAMIŞ HATIRALAR
Bir Newroz günüydü, aynı gün terk etmek zorunda kalmışlardı şehirlerini, Şırnak’ı… Yıllar sonra geri döndüklerinde dokunmamışlardı evlerine. Tamir ettirmemişlerdi. Hâlâ duruyordu yerli yerinde, duvarlarında havan mermilerinin izleri.
Yerde kocaman bir kilim. Asıl hatırayı kilimi yerden kaldırınca gördüm diyor. Evin tam ortasında iki üç insanın sığabileceği bir çukur bırakmış patlamalar. Öylece duruyor.
“Oturmuş hâlâ ‘Kayıplar’ diyoruz. Ne kaybı, işte orada! Her bir kemiği başka bir tarafa fırlatılıp atılmış kocaman bir mezarlığın üzerinde yaşıyoruz…”
Rüzgarın yolunu düşürmediği perdesini aralayıp içinden geçtiği penceresinde az sonra kopacak fırtınadan tedirgin her köşe başında kendisiyle çarpışan zaman bile unutuyor hesaba katılmamış hatıraları. Okumayı sürdürüyoruz Derve’yi.
“İnsan hep böyle sürecek sanıyor, tepelerde, kırlarda en güzel elbiseleriyle koşup oynayacak, anası babası elinden tutacak, güneş doğacak, batacak, dereler akacak, toprak çiçeklenecek zannediyor…”
Herkes kendi sarkacında gidip gidip geliyor oysa. Balkonda allahın günü halı döven kadınlar öyle, pencereden pencereye rengarenk çamaşırlar, bir türlü ele geçiremediğimiz şimdiki zaman ve gerçekle göz göze gelmeye çekinen kelimelerin kaçmasından korkan hafıza keza…
DÖNECEK YERİN YOKSA GİTMENİN ANLAMI NE?
Zamanın içinden yalnız geçiyor zaman. “Dağın ortasında bir çukurdan, kucağımda yoldaşım, gökyüzüne haykırdım isyanımı. Tek dayanağımı da kaybettim. Onu kucağımdan bir kara torbanın içine aldılar. Yıllar evvel, beni elimden tutup götüren adamı, ben o torbadan çıkarıp yarasına derman olamadım. Diyeceklerim vardı, kızacaklarım, seveceklerim. Her şey içimde kaldı.”
Parmaklarımın açıp açıp kapadığı sayfalar gölgesi oluyor ömrün. Dönecek yerin yoksa diyorum gitmenin anlamı ne? Belleğin tenhasında unutulup kalmış sesleri kaybediyor suskunluğunda dışarıdan görünmüyor yaraları. Sorular cevaplarından ağır sessizliklere gömülüyor.
“Bu acıyı en iyi bilen bizdik. O gidişlerin ardından bir daha güzel haber gelmez hiçbir aileye. Komutan olmuş dediler, saygıdeğer kimseymiş dediler. Beni bunlar mutlu edecek sandılar. Dizimde saçlarını okşadığım oğlum yanımda değil de dünyaya hükümdar olsa ne yazar ki?”
Bir acının içinden akıyor hayat okudukça. Bahçenin söylemediği ne varsa, toprak altında tohumun yalnızlığı…
“Ellerimle yıkayıp gömmediğimim oğluma, öldü diyemiyorum”, “Sofranın ortasında, tencerenin dibinde kalan son lokmayı en küçüğümüzün yemesi gerektiğini bize kimse söylemedi. Bu duyguyla büyüdük. Komün yaşamının içinde doğan çocuklar olduğumuz için dış dünyayı da böyle sanıyorduk. Meğer dışardaki bizmişiz, o mülteci kampıymış. Büyüdükçe anladık dışarıdakilerden olduğumuzu…”
HEP BERABER BAKIYOR GİBİYİZ
Hep beraber bakıyor gibiyiz kalbi kırık anahtarların açtığı kapılardan çoğalan kimsenin ah demediği kimsenin yarasına… “İnsan en çok, kendi yaşadığı acıyı evladı yaşamasın istiyor. Hatta kendine bile sırf bu yüzden iyi bakıyor. Kendin babasızlığı yaşamışsın ya, onu biliyorsun en çok. Ne olursa olsun ama babalarına bir şey olmasın diyordum. Benim gibi babasız kalmasınlar diyordum, kaldılar…”
Derve dışarıda demek. Dışarısı kocaman, uçsuz bucaksız. Dışarıdakilerden yedi kadının hikayesini anlatıyor Derve… Tarihsel bir sırayla değil, duyguların doğru yansımasıyla akıp gidiyor kitap. Anlatı dili etkileyici, anlatılan keza.
Hayat yaşanmaya devam ediyor “dışarıda” her şeye rağmen…
“Tek dileğim, yanına gömülebileceğim bir mezar.” diyor.
*DERVE
Jînda Zekioğlu
Dipnot Yayınları,
1. Baskı, 2020 / Ankara
Reklam
Kaynak: Evrensel