YORUM |Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Bazıları Aya Sofya konusunda beni duygusal olmakla itham etmiş. İltifatları bu sözde zahirdir. Zira bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, duygularımızdır. Duygular bizi insan yapar. Pür zekâ, duygu olmaksızın bizi yanlış yollara çıkartır. Ben, hayatımda beni duygusallıkla itham edenlerden çok daha rasyonel hareket eden bir insanım. Bazen rasyonel akılla kavranılamayan şeylerin ancak duygularla kavranabileceğini de bu yaşam bana öğretti. Aya Sofya, tam da aklın ve duyguların aynı anda kullanılması gereken bir sınav. 1500 yıl öncesinin bilgeliğini bizim kulağımıza fısıldıyor. Bilgelikler kendilerini genelde elde hoparlör, etrafa bağırmaz! Onları dinlemek, onlara kulak vermek, onların fısıltılarından yararlanmak için önce bağırıp çağırmayı, meydan okumayı, güç gösterileri yapmayı bırakmak lazım! Biraz baş önde, alçak gönüllü olmak, biraz kendimizi övmeyi bırakıp ağırbaşlı olmak, biraz kendi tarihimizden duyduğumuz kıvancın hayali büyüsünü terk etmek, ayaklarımızın yere basmasını sağlamak, kendimizi geliştirmek için “biz neymişiz!” türü bir öz algıyı terk etmek nasıl olur?
Biliyorum ki bunlar bizim bize has standart davranışlarımız değil. Türkler ve Müslümanlar olarak otomatikman şereflendirilmiş bir şekilde dünyaya geldiğinize inanıyorsunuz, biliyorum! Size bir sır vereyim mi? Şeref, grupça değil, birey olarak elde edilebilecek bir şeydir. Bu benim düşüncem. Elbette katılmayanlar olacaktır. Fakat her kim ki bir grup aidiyeti sayesinde kişisel gayrette bulunmaksızın onurlanacağını düşünüyorsa, yanılıyor. Türklük de, Müslümanlık da insanları daha şerefli veya daha az şerefli yapmaz. Tarihi öğrenirken, amacımız ait olduğumuz grubun ne harika ve olağanüstü başarılara imza attığını görmek ve böylece kendimize daha fazla övünülecek değer üretmek değil. Tarihte övünülecek şeyler kadar üzülmek ve utanmak gereken şeyler de var. Hemen karalar bağlamayın! Bu konuda asla yalnız değilsiniz, asla yalnız değiliz! Tüm insan toplulukları içinde iyi insanlar ve kötü insanlar olduğu gibi, tüm insan toplulukları bezen çok olumlu, bazen de utanılası davranışlar içine giriyor. Almanlar şairler ve filozoflar ulusu mu? Yoksa Yahudileri topluca katleden canavarlar mı? Hangisi? Tarihe sadece siyah ve beyaz olarak değil, gri alanlar olarak bakmak mecburiyetindeyiz.
Müslümanlık ve Müslümanlar birbiriyle aynı şey değil, ama biri olmadan diğeri de olmayacağına göre birbiriyle ilintili. Türklük ve Türkler de öyle. Bir grup aidiyeti sizi özel kılmaz. Siz ancak kendinizi bireysel çabanızla özel kılabilirsiniz. Esas savaş, gruplar arasında olan mücadele değil, sizin kendinizi daha iyi insan kılma mücadelenizdir.
Bakın tüm bunlar, akılla ve duygularla varılacak sonuçlardır. Biz insanız. Önce insan!
Bizim insan olmamız, bize daima hatırlatmalıdır ki, sadece biz yokuz, başka insanlar da var! Bizim olduğu kadar, onların da yaşama hakkı var. Yaşama hakkı dışında, onların da sevme, barınma, inanma, inanmama, mutlu olma, çocuklarını koruma, kentlerinde ve evlerinde hürce yaşama hakları var. Hiçbir toplum, diğerine üstün değil. Biz sevdiklerimizle, ailemizle yemek yerken, yeni bir çocuk doğduğunda, gülerken ve eğlenirken ne kadar mutlu oluyorsak, birini yitirdiğimizde veya canımız acıdığında nasıl üzülüyorsak, başka insanlar da aynını hissediyor!
Aya Sofya bir kiliseydi. Sonradan cami oldu. Derken müze yapıldı. Bu çok basit, yalın gerçek! Fakat tüm bu evreler, mutluluklar ve sevinçler kadar, hüzünler ve üzüntülerle de dolu! Bazen bir halkın sevinci diğerinin üzüntüsüdür. Tarih bunun gibi on binlerce vaka ile dolu. Dönemi koşullarında olan çekişme ve güç mücadeleleri, büyük zaferlere, her büyük zafer de büyük acılara neden oldu. Zaferlerden daha fazla pay alıp mağlupların acısını hissetmemek, zaferlerin yaşandığı anlarda mazur görülse de, yüzyıllar sonra daha bir bilgeleştiğini veya bilgeleşmiş olması gerektiğini düşündüğümüz insanoğlunun, kendi zaferini idrak ederken, karşı tarafın hüznünü ve acısını da düşünerek hareket etmesi gerektiği kanısındayım. Evet, insan olmak bu kadar zordur!
Aya Sofya nasıl cami oldu?
Basit yanıt, Konstantiniye 1453 yılında Müslüman Türkler tarafından fethedildikten sonra, Sultan 2. Mehmet’in kararıyla camileştirildi. Fakat bu nasıl oldu? Roma Hristiyanlık dinini devlet dini yaptıktan sonra, daha önce Roma tarafından her yerde zulme uğratılan Hristiyanlık tüm Roma topraklarında çiçek açtı. Mağaralardan çıkıp, iptidai ve mütevazı kiliselerini katedrallere taşıdıkları süreç böylece başlamış oldu. Hristiyanlık üç temel ilkeye dayanıyor. 1) İsa’nın Tanrısal oluşu, 2) İsa’nın çarmıha gerilerek öldürüldüğü, 3) İsa’nın çarmıhta ölümünün ardından üç gün sonra yeniden dirildiği. Bu üç önemli inanç Hristiyanlık öğretisinin temelidir. Müslümanlar ise bu üç inancın üçünü de reddediyor. Buna göre İsa sadece bir insandı. İsa çarmıha gerilmedi, onun yerine bir başkası çarmıha gerildi. Dolayısıyla İsa asla yeniden dirilmedi. Bu iki İbrahimi din, birbiriyle teolojik anlamda asla uzlaşamaz. Çünkü Hristiyanların inançlarının temeli, Müslümanlar tarafından reddediliyor. Dinler arası diyalog, bu teolojik çatışmanın uzlaşmasını sağlayamaz.
İkinci önemli olan şey, İslam’da diğer monoteist İbrahimi dinlere karşı takındığı teolojik ve politik antagonizmadır. İslam, Hristiyan ve Yahudileri kendi yönetimine tabi kılmayı hedefliyor. Tüm İslam tarihi, bu doğrultuda girişilen bir din yayma projesidir. Hristiyan ve Yahudiler, İslam’a inanmadıkları ve Hz. Muhammed’i peygamber kabul etmedikleri için, kendi istekleriyle topraklarını Müslümanlara vermediler, inançlarından da vazgeçip isteyerek Müslüman olmadılar. Bunun bazı istisnaları olmuş olabilir. Ama genel eğilim bu yöndedir. Müslümanlar yayılırken, Hristiyanlar bu yayılmayı durdurmaya çalıştı. Müslümanlar Kudüs’ü fethettiklerinde, Hristiyan ve Yahudiler bu “dışarıdan gelen gücü” geri püskürtmeye çalıştılar. Tarihsel olarak o haklı veya bu haklı meselesi değil burada söz konusu olan. Mesele, yerli halkın dışarıdan gelen ve kendilerine başka bir dini kılıçla yaymaya çalışan güce karşı direnmesi, evrensel denebilecek bir insani davranıştır. Bunu o kitap bunu dedi, bu onu reddetti polemiği ile anlamazlıktan gelmek, anlamsız bir çaba olacaktır.
Demek ki, İslam ile Hristiyanlık arasında potansiyel bir çatışma var. Bu teolojik ve politik bir çatışma! Bir de bu çatışmayla yüklü bir bagaj var! Bu bagajda Haçlı Savaşları, Endülüs’ün istilası, Anadolu’nun İslamlaştırılması, Balkanların Osmanlı tarafından işgali gibi her iki tarafın birbirinden farklı perspektiflerden yaklaştığı olaylar söz konusu. “Bak iki din de İbrahimi. Gelin kardeş olalım!” söylemi çok yapıcı olsa da, bunun gerçekleşmesi bazı şartlara bağlı. Bunların başında her iki tarafın da diğerini olduğu gibi kabul etmesi geliyor!
Müslümanlar, Hristiyanların (İsevilerin) İsa’yı Tanrının oğlu ve Tanrısal karakter, Tanrı’nın sözü, Tanrı’nın dünyaya kendini göndermesi (yani insan vücudunda reenkarnasyonu) olduğu inançlarını olduğu gibi kabul ederek, “sizin dininiz size, bizimki bize” diyebilecekler mi? Hristiyanlar kendi kutsal metinlerinde referans edilmeyen bir peygambere inanan ve ciddi kültürel ve ananevi pratikleri günlük hayata geçiren (çok eşlilik gibi) bir dini, olduğu gibi kabul edebilecekler mi?
Şimdi acı olan şudur. Birincisi olmuyor! Ama ikincisi çoktan oldu bile. Bir örnek vereyim. Yurtdışında yaşayan Müslümanlar istedikleri gibi dinlerini tebliğ edebiliyor, kendi cami cemaatlerini kurabiliyor ve ibadetlerini yerine getirebildiği gibi, dinlerini de huzur içinde yayabiliyor. Bunun İslam ülkelerinde olduğunu kimse söyleyemez. Türkiye en mülayim ve seküler İslam ülkelerinden olmasına karşın, Hristiyan misyonerlerin öldürüldüğü, kiliselerin engellendiği bir ülke. Diğer örnekleri saymaya bile gerek yok zaten. Oysa Avrupa’da bir caminin yapımı engellendiğinde (bazen muhafazakar belediyelerde bu olabiliyor) o ülkenin çok geniş ve oran olarak genelde yüzde ellinin çok üstünde bir oranı, Müslümanları destekliyor. Dahası, Batı’da karşılaştırmalı İslam teolojisi, çok önyargısız olarak üniversitelerde okutuluyor. Birçok Batı ülkesinde din dersinde İslam dini (Yahudilik ve diğer önemli dinlerle beraber) öğrencilere öğretiliyor. Oysa Türkiye’de bırakın Hristiyanlık veya Yahudilik teolojilerini, toplumun ciddi bir oranını oluşturan ve Sünnilerle aynı vergiyi veren Alevilerin inançları bile din derslerinde öğretilmiyor. Onu geçelim, Cemevleri dışlanıyor, Diyanet bütçesinden yararlanamıyor. Aynı şekilde, deist veya ateistlerin hakları da sürekli ihlal ediliyor.
Bunlar “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak!” değildir. Yirmi Birinci Yüzyılda yaşıyoruz! Türkiye dışında yaşarken din özgürlüğü talep eden Müslüman Türkler, aynı hakkı diğer toplumların fertlerine kendi ülkelerinde vermiyor!
Şimdi Aya Sofya yeniden camiye dönüştürülecek. Bu kararı, yukarıda yazdıklarım çerçevesinde yeniden değerlendirip, durup düşünecek kaç kişi var, doğrusu merak ediyorum! İslam tolerans dini, İslam barış dini deyip duran İslamcı çevrelerin, İslam uğruna işlenen cinayetlere, terörist saldırılara, El Kaide ve IŞİD gibi, Boko Haram veya Hamas gibi, Taliban veya El Nusra gibi Müslümanların katılımı ile cinayet işleyen veya şiddete başvuran örgütleri eleştirirken son derece isteksiz davrandığı malum. Bunları yapanlar Müslüman değil söylemi inandırıcı değil. Ve bu aşırı uç tedhiş hareketleri, belli bir kültürel çevreden katılımcı devşiriyor. Kolayına kaçarak bunların mevcut dini söylemlerle alakası olmadığını söylemek, artık ikna etmiyor. Zor olan, eleştirel bir yeniden değerlendirme yapmak ve arınmak. Sessiz çoğunluk, sesini yükseltmeli. Artık bireyin (kulun) mücadelesini ön planda tutan, iyi insan olmak hedefli bir ahlakla bezenmiş, mega siyasal hedeflerden ve şiddet metodundan (dar-ül harp, cizye vs.) tümüyle arınmış bir dini anlayışı gündeme getirmek lazım değil midir? “Kılıcın kınına girdiğini” savunan bir teolojik konseptin artık ana akım olması için çalışmak gerekmez mi? Barış ancak böyle sağlanmaz mı?
Aya Sofya’nın (yeniden) cami yapılması, sizce bu yönde bir ruha mı işaret ediyor? Yoksa geçmişte Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında yaşanmış olan antagonistik çatışmaları mı kaşıyor? Hangisi?
Bence İslam’ın başkasının mabedine de, kendisini yaymak için şiddet kullanmaya da ihtiyacı yok. İçindeki değerler evreni, sevgiyi ve adanmışlığı ön plana çıkartan ahlak anlayışı, bilime ve gelişmeye açık yapısı, onun bu yüzyılda da Müslümanların huzur bulabileceği bir din olma özelliğini fazlasıyla sağlıyor. Ve insanlık için değerli bir medeniyet alternatifi sunuyor. Fakat tüm bunlar ancak diğer dinlerle birlikte var oluşu kabul etmesiyle beraber bir önem arz eder. Başkalarına inançlarının ne kadar kötü olduğunu anlatan ofansif söylem, şiddete kapı aralıyor. Kendi değerlerini zorla kabul ettirme hülyası, onu bir totaliter ideoloji olmak tehlikesiyle yüzyüze bırakıyor. Açıkçası benim âcizane değerlendirmeme göre bu, İslam’a yapılacak en büyük kötülüktür. Kendine güvenen bir din, zorlamaya ihtiyaç duyamaz.
Umuyorum Aya Sofya kararı tüm olumsuzluğu ile hepimizi daha fazla düşünmeye ve tartışmaya iter. İhtiyaç olan tam da bu! Düşünürken pür aklı ve bilgiyi değil, duyguları işin içine katmak gerekiyor. Empati kurmak, büyük insaniyet ailesinin mevcut farklılıklarının esasında sizin kimliğiniz için gerekli bir şey olduğunun ayırdına varmak gereklidir. Size namaz kılmanız için kilisesini açan insanlara siz neden Aya Sofya’nın yeniden cami olarak açıldığını anlatamazsınız! Belki Hristiyanlarla daha farklı, daha derin bir diyaloğa ihtiyaç vardır! Belki teolojik farklar yerine, ortak ahlakı ve tolerans kültürünü nasıl yeşertebileceğimize odaklanmak, barışa giden meşakkatli yolda daha fazla ilerlememizi sağlar. Umarım bu yazı, küçük ve alçak gönüllü de olsa buna yardımcı olur.
Son söz: İnsan olmak en üst kimliğimizdir.
Kaynak: Tr724