YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM
Önceki yazılarda sebeplerin mahiyeti üzerinde durmuş, onların birer perde olduğunu, onların arkasında faaliyette bulunanın Sani-i Zülcelâl olduğunu ifade etmiştik. O hâlde Allah niye sebepleri yaratmıştır? Hâşâ sebeplere ihtiyacı mı vardır? Varlık ve olayları sebepsiz olarak da yaratamaz mıydı?
İmtihan ve Hikmet Dünyası
Yaratmada da yaratılanların varlığını devam ettirmede de Allah’ın sebeplere ihtiyacı yoktur. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O, her şeyden müstağnidir. (Âl-i İmrân sûresi, 3/97) O, murat buyursaydı elbette varlıkları sebepsiz de yaratabilirdi. Mesela çocuk sahibi olmak için sadece Kendisine dua etmemiz yeterli olurdu. Cansız varlıklar bizim komutlarımızla harekete geçerdi. Sahip olmayı istediğimiz şeyleri elde etmek için sadece onları düşünmemiz bile yeterli olurdu. Görmek için göze, duymak için kulağa gerek kalmazdı. Fakat bu takdirde dünya, dünya olmaktan çıkardı. Ne imandan ne de imtihandan bahsedilebilirdi. Peygamberlere ve kutsal kitaplara gerek kalmazdı. Cennet ve cehennem varlık nedenini kaybederdi. Çünkü kudret-i sonsuz bir Yaratıcının varlığı ayan beyan anlaşılırdı. İmtihan sırrı bozulurdu. Bu durumda da insanın yaratılış gayesi ortadan kalkardı. Dolayısıyla sebepler, kulluğun, imtihanın, teklif sırrının, hikmet yurdunda bulunmanın bir muktezası ve neticesidir.
İzzet ve Azametin Perdeleri
Muhyiddin b. Arabî ve Bediüzzaman Said Nursi gibi zatlar sebeplere “perde”, “örtü” nazarıyla bakmışlardır. Yani sebepler saltanat-ı ulûhiyetin ortakçıları veya icraatçıları değildir. O saltanatı nazarlara arz eden perdelerden, sanat-ı ilâhîyi teşhir eden vitrinlerden, ilâhî isimleri şuurlu varlıklara ilân eden vesilelerden ibarettir. Önemli olan, bu perdeleri yırtarak onun arkasındaki ilâhî icraatları görebilmektir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle sebeplere nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî’yi zihne ve fikre getirebilmektir. (Bediüzzaman, Mesnevi- i Nuriye, s. 44) Demek ki ilâhî isimlerin varlık ve eşyadaki tecellilerini görebilmek, bunlardan marifet-i ilâhîye bir yol bulabilmek, her şeyden önce sebeplerin mahiyetini anlamaya, onların birer perde olduğunu fark etmeye, onlara takılıp kalmamaya bağlıdır.
Öyleyse Allah niye halk u tedbirini perde arkasından yürütmektedir. Bediüzzaman bu soruya şöyle cevap verir: “İzzet ve azamet ister ki esbap perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celal ister ki esbap ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.” (Bediüzzaman, Lem’alar, s. 411) Buradan anlıyoruz ki Allah’ın izzet ve azameti, sebeplerin kudret-i ilâhiyenin faaliyetlerine perde olmasını iktiza ediyor. Ta ki umur-u hasise ile (basit, değersiz şeylerle) kudret-i ilâhiyenin doğrudan teması görünmesin. (Bediüzzaman, Sözler, s. 311) Böylece izzet ve azametin hakkı muhafaza edilmiş olsun.
Teşbihte hata olmasın, bunu insanlar arasında mevki ve makam sahibi olan kimselerin basit ve değersiz görülen işleri bizzat kendilerinin yapmamalarına benzetebiliriz. Mesela bir hükümdar elinde bir makbuzla çarşı pazar dolaşıp tahsilat yapmaz, bir general koğuşların tuvaletlerini temizlemez, bir vali eline bir süpürge alıp sokakları süpürmez. Onlar bu gibi işleri sahip oldukları makamların vakar ve ciddiyetine aykırı bulurlar. Bu yüzden bu gibi işleri görevlendirdikleri kimselere yaptırırlar. İşte mutlak anlamda izzet ve azamet sahibi Cenab-ı Hak da zahiri sebepleri izzet-i rububiyetine perde yapmıştır ki güzellikleri görünmeyen, hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i ilâhiyenin izzeti, kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın, hasis, ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeylerle kudretin mübaşereti zahiri nazarda görünmesin. (Bediüzzaman, Şualar, 11. Şua)
Kötülüklerin Allah’a Nispet Edilmemesi
Dünya hayatı zıtları içinde taşır. Hüzünlerle mutluluklar, acılarla lezzetler, sağlıkla hastalık, doğumla ölüm, bollukla darlık, zenginlikle fakirlik, kavuşmalarla ayrılmalar, kolaylıkla zorluk, adaletle zulüm, ıslahla ifsat, maruf ile münker, iyilik ile kötülük yan yana, iç içedir. Bunların tamamı bildiğimiz veya bilemediğimiz bir kısım fayda ve hikmetlere mebni olarak Allah tarafından yaratılmaktadır. İşte sebeplerin yaratılmasının diğer bir hikmeti de bizim kötülük, kusur veya eksiklik olarak gördüğümüz varlık ve olayların Allah’a nispet edilmesini engellemeleridir. Çünkü insanoğlu çoğu zaman olayları sebeplere verir, onlardan bilir. Mesela hastalığı virüsten, ölümü kazadan, depremi yer hareketinden, zulmü zalimden bilir ve Allah hakkında suizanna girmekten kurtulur.
Aslında insanoğlu hâdiselere küllî bir nazarla, iman gözlüğüyle ve Allah hesabına bakabilse, olayları sadece kesif ve bulanık dış yüzleriyle değil, şeffaf ve berrak iç yüzleriyle de değerlendirebilse, kusurlu, çirkin veya kötü zannettiği olayların hikmet, güzellik, rahmet ve maslahat yönlerini görecek ve onları Allah’a vermekte bir sakınca ortaya çıkmayacaktır. Ne var ki herkes buna muktedir olamaz. Bir kısım cüz’i ve muvakkat şerlerin yaratılmasını mutlak anlamda şer zanneder. Bu yüzden Allah hakkında suizanna düşer. İşte sebepler insanoğlunu böyle bir günah işlemekten muhafaza eder. Kötülük problemi, anlaşılması zor olan ve asırlardır insanlığı meşgul eden bir konudur. Bu konuyu daha önce bu köşede uzun bir yazı serisinde detaylı olarak ele aldığımız için burada detaya girmiyor ve konuyu merak edenleri oraya havale ediyoruz.
Şikâyetlerin Allah’a Gitmemesi
Kulluğun özü, teslimiyet ve rızadır. Peygamber Efendimiz (s.a.s), “Kim Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan ve peygamber olarak Muhammed’den razı olursa ona Cennet vacip olur.” (Müslim, imâre 116) buyurur. Bolluk ve genişlik zamanlarında insanoğlu genellikle hâlinden memnun olur ve Allah’a şükreder. Fakat belâ ve musibet zamanlarında aynı tavrı sürdürebilmek hiç de kolay değildir. Sıkıntı ve meşakkatler baş gösterdiğinde rıza ve teslimiyet, yerini kolaylıkla şikayet ve isyana bırakabilir. İşte esbabın vaz edilmesinin diğer bir hikmeti de şekva ve şikayetlerin hedefini değiştirmektir. Allah yerine onların yüzünü sebeplere çevirmektir.
Rivayet edildiğine göre Azrail Aleyhisselam ruhları kabzetmekle görevlendirilince Cenab-ı Hakk’a kulların kendisinden şikayet edeceklerini, kendisine küseceklerini söyler. Cenab-ı Hak da onunla insanlar arasına musibet ve hastalık perdeleri bırakacağını ve şikayetlerin onlara yöneleceğini buyurur. Esasında ölüm için sebep zannedilen musibet ve hastalıklar, Azrail Aleyhisselam’ın vazifesine birer perde olduğu gibi, Hz. Azrail de Cenabı Hakk’ın icraatına bir perdedir. Evet, darda kalan, canı yanan, sıkıntıya uğrayan insanların nazarı çoğu zaman bunların sebebi gördükleri perdelere takıldığı için, Allah’a karşı şikayet ve isyan tavrına girmiyorlar.
Bilim Yapmanın Mümkün Olması
Tabiat yasalarını keşfetmenin, gözlem ve yasalardan hareketle bilimsel teori ve açıklamalar geliştirmenin, geleceğe dair öngörülerde bulunabilmenin, bu öngörülere göre planlar yapabilmenin temelinde kâinattaki düzen ve ahenk vardır. Cenab-ı Hak hikmetinin gereği olarak her şeyi bir ölçüye göre yaratmış (Furkan sûresi, 25/2; Kamer sûresi, 54/49), mesela gök cisimlerinin hareketlerini belirli bir hesaba bağlamıştır. (Rahmân sûresi, 55/5) Bütün olaylar, adına nedensellik ilkesi denilen belirli sebep-sonuç zincirlerine bağlı olarak, düzenli, ahenkli, kurallı bir şekilde cereyan etmektedir.
Bizler gözlem ve tecrübelerimizden hareketle belirli sebeplerin belirli sonuçları doğurduğunu, bunun bir kereyle sınırlı olmadığını, sonrasında da bu şekilde devam edeceğini biliyoruz. Bu genel bilgimiz, varlığa hâkim olan düzeni ve olaylar arasındaki nedensel ilişkileri keşfetme adına bizdeki merak ve tecessüs duygusunu tetikliyor, bizi varlık üzerinde inceleme ve araştırma yapmaya sevk ediyor, bizi gayrete getiriyor. İşte bu araştırmaların neticesinde de bilimsel gelişmeler, yeni keşifler, yüksek teknolojiler ortaya çıkıyor.
Şayet sebepsiz, vasıtasız ve perdesiz olarak her an ilâhî isimlerin tecellilerine şahit olsaydık, içinde yaşadığımız dünya sürprizler diyarına dönerdi. Bu durumda varlık üzerinde araştırma yapamaz, teknik ve teknoloji geliştiremez, medeniyetler kuramazdık. Var olan istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettiremezdik. Eğer bugün insan, varlık, tabiat hakkında sınırlı da olsa bir bilgiye sahipsek ve bu bilgimiz sayesinde bilimsel faaliyetlerde bulunabiliyorsak bunu sebeplerin varlığına borçluyuz.
Hayatımızı Kolaylaştırması
Varlığın sebep sonuç münasebetleri içerisinde bir düzen içinde akıp gitmesi hayatımızı kolaylaştırıyor, istikrarı sağlıyor, zihnimizde bir güvenlik algısı oluşturuyor ve bize huzur veriyor. Eğer bir düzen olmasaydı sebep-müsebbeb arası ilişki anlaşılamadığından yeryüzünde istikrarlı bir hayat yaşamak çok zor olurdu. Öngörülemeyen bir dünyada ne gelecekle ilgili planlar yapabilirdik ne de hayatımızı belli bir disiplin içinde yaşayabilirdik. Alışkanlıklar edinemezdik. Yaşadığımız hayatla aramızda bir ülfet ve ünsiyet oluşmazdı. Varlık ve olayların sebep-sonuç ilişkisine bağlı olmadan sürpriz olarak ortaya çıkması belirsizlik ve bilinmezliklerle dolu bir hayat ortaya çıkarırdı ki bu da bizim endişe ve korkularımızı artırırdı. Dolayısıyla sebepler sayesinde bir düzen içinde yaşamanın huzur ve itminanını tadıyoruz.
Rabbimizi Tanıtması
İnsan ve varlık hakkındaki bilgimizi sebeplere borçlu olduğumuz gibi, büyük oranda Rabbimizi, O’nun isim ve sıfatlarını da sebepler vasıtasıyla öğreniriz. Zira bizler Rabbimizi ya vahiy (Kur’ân ve Peygamberler) vasıtasıyla tanırız ya da eserden müessire giderek. Kâinattaki sebep sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanan bütün varlık ve olaylar esasında Allah’ın eseridir. Bu yönüyle sebep ve neticeler sonsuz ilâhî sanatı, yaratmadaki azamet ve mükemmelliği nazara verirler. Kelamcıların Allah’ın varlığına dair getirdikleri imkân, hudus, nizam, gaye, inayet ve sanat gibi deliller sebeplerden çıkarılmıştır.
Hâsıl-ı kelam, Kur’ân’da kendini Hâkim olarak tanıtan Rabbimizin her icraatında bildiğimiz bilemediğimiz, gördüğümüz göremediğimiz pek çok hikmetler, faydalar, sırlar vardır. Cenâb-ı Hak, sonsuz ve sınırsız kudreti gereği dilediği şeyi dilediği anda yaratır. Bir şeyin vücuda gelmesi için O’nun sadece “Ol!” demesi kâfidir. Fakat buna rağmen O, şayet dünya hayatındaki varlıkları tedrici olarak, belli bir düzen içerisinde ve bir kısım sebepleri vasıta kılarak yaratıyorsa, bunun burada sayılan sayılmayan birçok hikmeti vardır. Zira O, abes fiil işlemez. Dolayısıyla bizler sebeplere takılıp kalmamalı, onların arkasında icraatta bulunan Müsebbibü’l-Esbab’ın kudret elini görebilmeli, sebeplerin vaz ediliş maksatlarını iyi kavramalı ve hayatımızı buna göre sürdürmeliyiz.
Bir sonraki yazıda sebeplere riayet etmenin dinî gerekçeleri üzerinde duracağız.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***