İnsanın bir felaketten öğrenmesi iç parçalayıcıdır, akla, şer ve hayır ikilisinin içerdiği -doğru bile olsa- araçsal olduğu için yaralayıcı bir bilme biçimidir. Neden önceden akıl etmedik ki deriz, kişisel tarihimizde bir şeye ancak canımız yandıktan sonra uyanınca.
Ama insanın felaketten öğrenmemesi daha korkunçtur. Türün devamlılığına ait canlılarda varolduğu düşünülen bir refleksten yoksun oluşu hatırlattığı için. Bilgi bile değil, refleks. Bu yüzden varsayımsal finalimizin, aynı damdan sırasıyla atlamak, aynı çukura peş peşe düşmek, gürül gürül yanan bir sobaya sarılmak gibi- şehit mertebesine ulaşılamayacak bir yok oluşla gerçekleşeceği kaçınılmaz görünmekte. Biliyorsunuz ıslak zeminde kayarak ölenlere bile eğer devlet hatası içeriyorsa şehit diyorlar. Varoluşumuzun tek manası şehit mertebesine erişmek olarak tarif edildiğinden mi acaba çocukları en hızlı biçimde ölüme gönderecek siyasetlerden vazgeçemiyoruz? Bilemem, ama şuna benziyor, su dolu kovaya başımızı sokup kendimizi boğmamıza, depremde yıkılan evi gidip aynı müteahhite yaptırmamıza benziyor, bu defa belki sağlam yapar diye. Yapmıyorlar.
ANKARA GÖNÜLLÜ KOBAY OLMUŞTU
Ankara bunu enteresan bir belediye başkanı konusunda yarı gönüllü kobay olarak denemişti. Her seferinde daha beteriyle karşılaştığını tam olarak idrak etmek için şehrin kitsch bir oyuncakçı dükkânına dönüşmesini beklemişti ve bu esnada tepesine de fıskiyelerden sular akıyordu. Eğlenceli görünüyordu ama manzaraya aldanmayın, çok fena bir tecrübe dizisiydi. Allah tekrarından korusun. Amin deyince de bir şey olmuyor yalnız. Duanın bile bir mantığı var diye fısıldıyor bütün inançların melekleri.
Her şeyi yaşamadan öğrenmek, başka hikayelerden öğrenmek, tarihten öğrenmek, öğrenmenin en rasyonel biçimi. Meseller, yıkım öyküleri, tragedyalar, mitler bunun için var. Böyle düşündüğüm zamanlara uzaktan bakıyorum şimdi. Önündeki en incelikli metni çözümleyip, dramaturjik analizini yapanların gündelik hayatta kendi karşılaşmalarındaki körlüklerine eskisi gibi şaşırmıyorum. “Başına gelmeden anlamazsın” kadar sinirlendiğim bir söz yoktu eskiden. Başkasından öğrenmeyeceksek bu zekanın, aklın ne faydası var diye bağırmıyorum artık. Çünkü sadece burada değil, her yerde, her zamanda tuhaf bir budalalık tekrarı var. İnsan kendini yere serene elini uzatıyor, aynısına değilse de bir benzerine uzatıyor elini. Daha sert serilmek için yere. Milletçe Stockholm’ü görmedik ama sendromundan muzdaripiz.
SEÇİM TARTIŞIYORLAR
Her yer enkaz. İnsanlar su, çadır diye bağırıyor ve yaptıkları yapacaklarının teminatı olanlar, kendileri için sonsuz bir yokoluş dileyecekleri yerde seçim tartışıyorlar. Her yer enkaz. Sadece depremzedeler değil, yurttaşların büyük bir çoğunluğu temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor, ne barınıyor ne ısınıyor ne de doyuyor. Kimse işini yapamıyor, ülkede sanat yapanlara ağıtçılar korosu muamelesi yapılıyor, şehir planlamacıları evde oturuyor, yetenekli mimarlar, mühendisler ya işe alınmıyor ya da KHK’lı. Doktorlar başka ülkelerde hayat kurtarma sırasında. Hayatlar kayıp. Kur’an’ı hatmetmiş olmak liyakat tescili ve üç sure bilene kurumlar teslim ediliyor. Sesler yükseliyor. Enkazda insanlar birbirini kurtarıyor ve terörist sandıkları solcu çocuklara uzatıyorlar ellerini. Düşman sandıklarının dostluğuna ve dayanışma hevesine bakıyorlar. Çünkü onlardan saklanmıştı uzun zamandır, insanlık hep baktıkları yerin dışında duruyordu. Bu ülkede işsiz bırakılanlar, kriminalize edilip marjinalleştirilenler, hapislerde ömürleri çürütülenlerin büyük bir çoğunluğunun derdi, yaşanabilir bir dünyayı kurmaktı.
Kentsel dönüşüm sınıfsaldır diye bağırıyordu onlar, rant düzeninize boyun eğmeyeceğiz diyorlardı, yağma yeri haline getirdiğiniz bu toprakları yeniden neşeli bir bahçeye çevireceğiz diyorlardı. Size ne birilerinin mezhebinden, anadilinden, ortak yaşamaya bunlar engel değil diyorlardı. Şimdi herkes bir yıkımda ortaklaştı, duası tam okunmadan, bir kefene sarılmadan defnedildi. Ölürken hepiniz birbirinize benziyorsunuz dedi bütün inançların melekleri. Aç kalınca, evsiz kalınca, soğuktan çocuklarınız donunca hepiniz aynı sınıftan, aynı burçtansınız: Öğrenmedikçe kafasını duvarlara vuran insanlığın mezhebinden.
“Konuştukça gülünç oluyoruz, susunca korkunç” diyordu bir romanda. Başka bir bağlamdaydı belki ama aklıma hep o cümle geliyor.
Enkazın ortasındayız, biber gazı ihaleleri açmış jandarma ve emniyet, siz su diye bağırırken. Enkazın ortasındayız, yeni rant alanları için parklara, ormanlara imar izni çıkarılmış bir gece yarısı. Siz çadır diye bağırırken, aynı duayı ettiğiniz insanlar çadırları saklamış. Bir felaketten öğrenmek korkunç bir deneyimdi diye yazacak biri gelecekte ama felaketten öğrenmemek çok daha korkunçtu.
Koca bir kazanda helva kavuracağım şimdi, -bulmayacaklar biliyorum- ölülerimiz, hiçbir zaman vakti gelince ölmeyen ölülerimiz huzur bulsun diye. Onlardan geriye kalanlar suyun kenarına temiz bir bahçe yapsınlar, adını unutmama bahçesi koysunlar. Nasıl ölünüyor hiç unutmasınlar, nasıl yaşanıyor hiç unutmasınlar. Bir bardak su boğazımızdan akamıyorsa, rahat yataklarda uyumak haram olduysa, kayıp çocukların sesleriyle bölünüyorsa uykularımız, artık unutmayalım!
“Konuştukça gülünç oluyoruz, susunca korkunç”, geriye sadece bir imkân olarak gelecek ümidi ve kolektif bir eylemlilik kaldı. Artık unutmayalım!
Süreyya Karacabey: Adana’da doğdu. 1992’de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK’sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht’ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***