Geçen hafta kaldığım yerden devam edeceğim. Bu konuyu ele aldığım geçen haftaki ilk yazıyı şöyle kapatmıştım:
Bütün bunların ötesinde, önümüzdeki mesele şu: Bir çeşitlilik alanı olan dil, istediğimiz gibi sınırlandırılabilir, uygun gördüğümüz biçimde ve yukarıdan kurallara bağlanabilir mi? Türk edebiyatı ya da Türkçe edebiyat kullanımlarından biri bir kural, bir yasa biçiminde dayatılabilir mi? Bunları gelecek hafta konuşmaya devam edelim. Gelecek hafta konuya şuradan girelim: Neden İngiltere’de İngilizce, Fransa’da Fransızca edebiyat denmiyor da Türkiye’de Türkçe edebiyat densin? Bir de Amerikan edebiyatı tabirini ne yapacağız? Yahu, gerçekten, ne yapacağız?”
Bu konudaki son sosyal medya tartışmasında bazı yayınevlerinin özellikle kurmaca alanındaki çevirilerini “Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı, İngiliz edebiyatı” başlığı altında sunarken, Türk/Türkiyeli/Türkçe yazan yazarlarının metinlerini “Türkçe edebiyat” olarak ortaya koymaları sorunsallaştırılmıştı. Hatta bu, bir Türk düşmanlığı, bölücülük, cumhuriyeti sevmeme vesaire olarak, akla gelebilecek her türden ağır ithamla da çerçevelenerek, bu yayınevlerinin boykot edilmesi çağrısında bulunulmuştu.
Öncelikle bu çağrının tutmadığını düşünüyorum. Tutacağını da sanmıyorum. Bu ve buna benzer konular ateşli biçimlerde ve herkesin korkmadan tutumunu belli ederek tartışabileceği biçimde sürsün tabii. Bu iyi bir şey. Fakat böyle konulardan kültür savaşı yaratılmaya çalışılmasın. Bunun kimseye yararı yok.
Bu konunun dönüp dolaşıp yeniden ortaya çıktığını da gayet iyi biliyoruz. Örneğin 2020’deki rauntlardan birinde, Artı Gerçek yazarı Yiğit Bener, 27 Aralık 2020 tarihli “Ne Türk ne Türkçe: Bunun Adı Nefret Edebiyatı” başlıklı yazısında konuyu pek çok açıdan ele almış. Yiğit Bener’in bu kapsamlı yazısında ele aldığı hemen her şeye katılıyorum. Hatta altına imzamı bile atabilirim. Çünkü Bener’in yazısı, meselenin sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkenin dil ve kültüründe ne kadar karmaşık olduğunu ortaya koyuyor. Mesele tam da buradan, o mu bu mu basitliğinden kaçınarak tartışılmalı. Ve evet: Tartışılmalı! Buna ihtiyacımız da var, buradan elde edeceğimiz yararlar ve birlikte inşa edebileceğimiz yeni zeminler de var.
‘TÜRK’ TERİMİ NEYİ KAPSAR, NEYİ DIŞLAR?
Şuradan başlamayı deneyelim: Neden bazı yayınevleri Rus edebiyatı, Amerikan edebiyatı diyorlarken burası için Türkçe edebiyat lafını tercih ediyorlar. Geçen hafta da vurguladığım gibi, bunun nedeni öncelikle yayınevlerine sorulmalı. Belki mantıklı gerekçeler vardır. Belki de bu bir moda olarak yayılıvermiştir. Belki daha fiyakalı bile gelmiş olabilir. Fakat siyaseten daha doğru da gelmiş olabilir. Yiğit Bener’in yazısında da değinilen böyle bir meselemiz yok mu? “Türk edebiyatı denmeli” cephesinden bazı ılımlı konumlar, zaten “Türk” bir zorlamaya yönelik değil, herkesi Türk olarak göstermeye çalışmıyor, Türkiye vatandaşı olan herkesi kapsıyor diyorlar. Gerçekten öyle mi?
Hafta sonu HDP’nin düzenlediği iki günlük bir “Demokratik Cumhuriyet Konferansı” vardı İstanbul’da. Ben sadece Cumartesi gününe katılabildim. Pazar programını, önümüzdeki günlerde internetten izleyecek ve gelecek hafta bu konferans hakkında daha geniş yazmaya, düşüncelerimi ortaya koymaya çalışacağım. Yazılarımda sık sık vurguladığım üzere, cumhuriyetin yüzüncü yılını önemsiyor ve bunun, geleceğimize bakma ve düşünme açısından bir fırsat sunduğuna inanıyorum.
Cumartesi günkü oturumlardan birinde iki ünlü ve önemli ismin sunumları özellikle dikkatimi çekti: Hamit Bozarslan ve Barış Ünlü. Hamit Hoca, cumhuriyetin kuruluşunu, dışladıkları ve bu minvalde özellikle Kürt kimliği üzerinden tartıştı. Cumhuriyet tam da Kürt kimliğini bastırmak veya yok etmek noktası üzerinden kurulmuştu. Barış Ünlü de, ünlü kitabı Türklük Sözleşmesi’nden yola çıkarak, cumhuriyetin kuruluşunu iki önemli kavram açısından değerlendirdi: Sözleşme ve sömürge. Bir yandan bir Türklük sözleşmesi oluşturulur ve toplum bunun üzerinden yeniden düzenlenirken, öbür yandan da Kürtlük, Türklüğün madun kimliği olarak inşa edilmekteydi.
Bu çözümlemeler sadece Bozarslan ve Ünlü’yle sınırlı değil. Benim de dahil olduğum pek çok araştırmacı, yaptıkları çalışmalar üzerinden cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yürütülen ve hâlâ belirleyici olan asimilasyoncu ve tektipçi bir yaklaşımın varlığını saptıyorlar. Türkiye’de “Türk” sözcüğü hiçbir zaman kapsayıcı, diğer etnik ve dilsel kültürleri kollayıcı ve kavrayıcı bir anlayışla kullanılmamıştır. Benim geçen haftada sözünü ettiğim biçimde, “Türk edebiyatı” akademik alanda, 19. yüzyıla uzanan bir “kısa yol” olarak kullanılagelmiş olabilir ama nüfusun her kesimi herhangi bir yerde “Türk” lafı geçtiğinde bunu bir şemsiye ya da battaniye olarak görmüyor. Türkiye nüfusunun hatırı sayılır bir kesimi “Türkçe konuş vatandaş” kırbacını, avuca inen cetveli, sırta inen sopayı, Kürtçe ya da Çerkesçe müzik yaptığı için hapse atıldığını ve daha pek çok kötü, aşağılayıcı muameleyi hatırlıyor. O yüzden, “Türk bir üst kimlik ifadesidir” deyip işin içinden sıyrılamayız. Cumhuriyetin ilk yüzyılı, bunun böyle olmadığının, pek çok kimlik sahibine Türk olmadıkları bağırıla çağrıla, kimliklerini reddedip saklanmaları, asla ortada görünmemeleri emredile emredile ortaya çıkmış kanıtıdır. İlk yüzyıl “bir üst kimlik olarak Türklük” konusunda sınıfta kalmıştır.
SİZ HANGİ İNGİLİZ EDEBİYATINDANSINIZ?
Buradan bir başka iddiaya geçmeyi deneyelim: “Neden İngiliz, Fransız, Amerikan edebiyatı diyoruz da, Türk edebiyatı diyemiyoruz?” Nereden biliyorsunuz onların öyle dediklerini? “English literature”. İngiliz edebiyatı mı demek bu? Basbayağı “İngilizce edebiyat” anlamına da geliyor. Yani “English” sözcüğü hem İngiliz demek hem İngilizce. Hatta Birleşik Krallık’tan olan birine vatandaşlık durumu sorulduğunda “English” değil, “British”, yani Britanyalı da diyebilir. Özellikle etnik kimliği sorulursa İngiliz, İskoç ya da Galli cevaplarını verebilir.
İngilizce Wikipedia’dan “English literature” maddesine baktım. Orada ilk cümlede Türkçe çevirisiyle şu denmiş: “İngiliz edebiyatı/İngilizce edebiyat Birleşik Krallık, kraliyete bağlı bölgeler, İrlanda Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri ve eski Britanya İmparatorluğu’ndan ortaya çıkmış ülkelerde İngilizce dilinde yazılmış edebiyattır.
Doğrudan dil vurgusu var gördüğünüz gibi. Onlar edebiyatlarına İngiliz edebiyatı diyorlar, biz Türk edebiyatı diyemiyoruz diye hayıflanılacak bir durum var mı? Hatta İngiliz edebiyatı konusunda durumun ne kadar netameli olduğuna bakmak için, bir başka Wikipedia maddesine, “British literature”, yani Britanya edebiyatı maddesine bakmanızı da tavsiye edeceğim. Bakın, burada Türkçeye aktarırken bile, ülkemizde pek çok kişinin tüylerini ayağa kaldıracak bir şey yapıyoruz. Britanya edebiyatı! Maazallah, Türkiye edebiyatı demek gibi bir şey bu! Gel gör ki, durum tam da bu. Britanyaca edebiyat diyemeyiz. Britan diye bir laf yok. Bretön filan dersiniz de, o da başka bir şey. Zorlayıp Brit edebiyatı diyebilirsiniz ama o da yaygın değildir, insanlar size tuhaf tuhaf bakarlar.
Britanya edebiyatı maddesi şöyle başlıyor: “Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı, Man Adası ve Anglo-Normand Adaları’nın edebiyatıdır. Bu madde İngilizce dilindeki Britanya edebiyatını kapsar.” Maddenin devamında da, İskoç dilinde yazmış bazı önde gelen kişilikler anılsa bile, bu konunun İskoç edebiyatı maddelerinde tartışıldığı belirtiliyor. Ayrıca Britanya’nın diğer dillerindeki edebiyatlar diye bir madde olduğu da belirtiliyor.
Peki, burada bir sömürge imparatorluğunun karmaşık tarihi var diyelim. Oranın sömürgesi olan başka bir yere, belki bugün imparatorluk demeye en yakın ülkedeki duruma bakalım: Amerikan edebiyatı. Wikipedia maddesinin girişini çeviriyorum: “Amerikan edebiyatı Amerika Birleşik Devletleri’nde ve ondan önce gelen sömürgelerde yazılmış ya da üretilmiş edebiyattır. Amerikan edebi geleneği böylece İngilizce dilindeki daha geniş edebiyat geleneğinin bir parçası olmuş olur ama ABD’de ve diğer göçmen dillerinde üretilmiş diğer geleneklerin edebiyatlarını da kapsar. Bunun ötesinde, Yerli Amerikan kabileleri arasında zengin bir sözlü hikâye anlatım geleneği de mevcuttur.”
SEN TÜRKÇE EDEBİYAT NE DEMEK BİLİYOR MUSUN?
Görüldüğü üzere, burada artık Amerikan ve Türk edebiyatı kavramları arasında bir mütekabiliyet kurmak bile mümkün değil. Bambaşka şeyler söz konusu. Amerikan edebiyatı dendiğinde, Amerika kıtasının kuzeyinde ama Kanada’yı da dışarıda bırakacak biçimde, bugünkü ABD’nin kapsadığı alanda hem sömürge döneminde hem bağımsızlık sonrasında; İngilizce, İspanyolca, Fransızca, İtalyanca dillerinde üretilmiş edebiyatlar söz konusu ediliyor. Yani bizim Amerikan edebiyatı dediğimiz şey, düpedüz bir Türkiye edebiyatı. Buradan yola çıkıp benzeri bir kapsam oluşturmaya kalkışırsak, önceliği bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarına vererek ama tabii Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar gibi öncel devletlerin farklı zamanlarda kapsayıp şimdi başka ülkelerin toprağı olan yerlerdeki edebiyatlarla da ilişkilenen çok dilli ve çok kültürlü bir edebiyattan söz ediyor olacağız.
Böyle bir kavramsallaştırmada Ermenice, Rumca, Ladino, Kürtçe, Arapça, Süryanice, Bulgarca, Çerkesçe ve benim şu anda aklıma gelmeyen pek çok dilin edebi ürünlerine bakmak gerekecek. Bakılması da lazım ayrıca. Çünkü edebiyat sadece milliyetle ya da etnik kimlikle tanımlanan bir şey değil. Milliyetçilik, Fransız Devrimi’ne konuşlandırılan ve moderniteye ait yeni bir kavram. Modern milliyetçilik ya da milliyetçiliklerden önce de etnik kökenler vardı tabii. Fakat Türk milleti dediğimiz şey, Türk milli kimliği dediğimiz şey, doğrudan doğruya 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren üretilmeye başlanıp 20. yüzyılın ilk çeyreğinde olgunlaştırılmış bir şey.
Ulus devlet ideolojisi doğrultusunda şekillenen cumhuriyetimizin ilk yüzyılında geçmişimizi bir tür “cumhuriyet ideolojisi” eşliğinde anlamlandırmaya çalıştık. Fakat bu pek çok anakronizme, tarihsel çarpıtma ve yanlış anlamaya yol açtı. Ulusal kimlik, tarih boyunca bu coğrafyada oluşmuş Türk edebiyatını da, Türkçe edebiyatı da, Türkiye edebiyatlarını da anlamaya yeterli gelmez. Edebiyat tarihçiliğinin bu açıdan içerdiği sorunları, kabalığımı mazur görün, attığı taklaları ayrıca konuşmak gerekir. Bunları Köprülü’den itibaren konuşmak boynumuzun borcu. Fakat konu şu anda bu değil. Bunlara başka yazılarda bakarız.
Ben ilkokuldayken, küçük iktidar oyunları da oynardık arkadaşlarımızla, büyüklerin dünyasını öğrenmeye çalışırken. Örneğin bana sertçe “ulan” diyen bir arkadaşıma dönerek “ulan ne demek, sen biliyor musun?” derdim, kötü kötü bakarak. Arkadaşım bir durur, hafiften donakalırdı. Ya da üste çıkıp “n’olcak, ne demekmiş?” derdi. Duruma göre “eşoğlueşşek” demek olurdu bu, duruma göre daha da ayıp bir şey. Tam bir hakikat sonrası durumu yani. Arkadaşım benden daha güçlü olmayıp karnıma esaslı bir yumruk indiremiyorsa mesela, uzun uzun mücadele ederdi, ulanın o anlama gelmediğini kanıtlamak için. Çünkü bu oyunun sonu kötü bitebilirdi, örneğin öğretmene gidip “öğretmenim, filanca bana bunu bunu dedi” diyebilirdim. Gel de ayıkla ondan sonra pirincin taşını, kanıtla masumiyetini. İcabında öğretmen “velev ki ulan dedin, ulan o zaman da niye ulan dedin?” diye tokatı indiriyor da olabilirdi.
Edebiyat tefekkür, empati ve anlama alanı. Hayat zor ve karmaşık. “Gerçeklik dediğimiz şu çok yönlü, çok yüzlü problemin anahtarı benim elimde” numaraları çekmeyelim birbirimize. Gerçekliğin anahtarı ya da hayatın anlamı kimsede mevcut değil. Alçakgönüllü olalım, iyiniyetli olalım, anlamak ve anlaşmak için uğraşalım. Türk ve/veya Türkçe edebiyata ve Türkiye edebiyatlarına bunun üzerinden yaklaşalım. Canciğer arkadaşımızın yok yere ceza almasını sağlayacağız da ne olacak? Biz en iyisi, top peşinde koşalım ve misket oynayalım. İyi ve mutlu çocuklar olalım.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***