Yeni yılın ilk günlerindeyiz. Bu yıl Türkiye için sıradan bir yeni yıl değil. En geç yıl ortasında seçimler yapılacak. Siyâsî iktidarın değiştirilmesi için seçimler büyük bir fırsat. Yeni yılın hemen öncesinde yoğunlaşan Cumhurbaşkanı (CB) adayının kim olacağı tartışmaları, bâzı sorunların olduğunu gösteriyor.
Birinci ve en büyük sorun iktidarın seçimlere yargı eliyle müdahale etme girişimi. Ekrem İmamoğlu ile ilgili mahkûmiyet ve buna bağlı siyâsî yasak kararı bu girişimin ilk örneği, devâmının geleceğini de tahmin edebiliriz ki, bu tür girişimlere karşı muhalefetin bir bütün olarak direnç göstermesi gerekiyor.
İkinci büyük sorun da burada, yâni muhalefetin bütünlüğü ile ilgili. Muhalefet, bilindiği gibi iki ana bloktan meydana geliyor, Millet İttifakı’yla birlikte hareket etmekte olan partilerden oluşan “Altılı Masa” ve seçmen tabanı en geniş parti olarak HDP’nin içinde yer aldığı Emek ve Özgürlük İttifâkı (EÖİ). Bu iki muhalif blok arasında bir işbirliği veyâ berâber hareket etme irâdesi henüz alenîyete dökülmüş değil. Ancak, iki blokun da ortak hedefi, mevcut iktidarın yenilgiye uğratılması.
Bu ilk hedef, Cumhurbaşkanı’nın ve TBMM çoğunluğunun iktidarı meydana getiren Cumhur İttifakı’nın (Cİ) elinden alınması demek. Bununla birlikte dile getirilen bir diğer hedef de, TBMM’de Anayasa’yı değiştirecek bir çoğunluğun elde edilmesine bağlı olarak, parlâmenter sisteme geçilmesi. Galiba muhalefetin iki büyük kanadı arasındaki ayrışma da burada başlıyor.
Seçimler iktidar değişikliğini sağlamalı, tamam. Bu bakımdan Selâhattin Demirtaş’ın bir açıklaması da anlamlı. HDP’nin kapatılacağını öngören Demirtaş, buna rağmen iktidara seçimleri kaybettireceklerini net olarak vurgulamış bulunuyor.
Mevcut kamuoyu yoklamalarına göre de, EÖİ’nın seçmen kitlesi, iktidarın nasıl oluşacağı konusunda belirleyici güç durumunda ve Cİ’nı desteklemeyeceğine göre, muhalefetin seçimleri kazanma ve hattâ TBMM’de anayasa değişikliği yapacak bir çoğunluğunu elde etme ihtimâli çok yüksek.
Bu durum, bize şimdiden şu soru üzerinde düşünmeyi emrediyor. Diyelim ki, muhalefetin adayı CB oldu ve Altılı Masa ile EÖİ bileşenleri TBMM’nde anayasayı değiştirecek bir çoğunluğu elde ettiler. Acaba bundan sonraki hareket tarzları, yeni bir Türkiye inşâ etme hedefiyle uyumlu olabilecek midir?
“YENİ TÜRKİYE”, HANGİ TÜRKİYE’DİR?
Sorunun yanıtı, hiç kuşkusuz, “Yeni Türkiye” deyince ne anlaşıldığını ortaya koymadan verilemez. Bilindiği gibi, bugünkü siyâsî iktidarın iddiası, “Yeni Türkiye”nin hâlihazırda kurulmuş olduğudur.
Bu iddiaya göre, 2017 Anayasa değişikliğinden, özellikle de bu değişikliklerin tam olarak yürürlüğe girdiği 2018 Temmuz’undan bu yana, artık “Eski Türkiye”ye vedâ edilmiştir. Yeni Türkiye, bu söyleme göre “başkancı rejim”in Türkiye’sidir, yapılması gereken, olsa olsa, kendilerince “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” diye adlandırılan bu rejimin aksayan, sorunlu ve eksik yanlarını düzeltmekten ibârettir.
Daha özlü bir ifâdeyle, “başkancı rejimin tahkim edilmesi” anlamına gelen bu hedefin açılımı, Türk-İslâm sentezciliğinin tümüyle post-faşizm niteliğinde bir rejime dönüşmesidir. Bu açıdan, iktidarın “Yeni Türkiye”sinde özlenen rejimin “post-faşizm” prototipiyle birebir uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.
Buna karşılık, Altılı Masa’nın iddiâsı, bugünkü sistemin Türkiye’nin “ayarlarını bozduğu” yönündedir. Yapılması gereken, parlâmenter sisteme geçilmesidir. Ancak bu, yeni bir sistem olmalı, 2017 öncesinde uygulanagelmiş olan farklı parlâmenter sistemlerin kusurlarını veyâ zayıf yanlarını içermeyen, güçlü ya da güçlendirilmiş bir parlâmenter sistem (GPS) olmalıdır.
Altılı Masa, bu önerisini kamu oyuna açıklarken, sık sık “eskiye dönmüyoruz, yeni bir sistem inşâ ediyoruz” söylemini kullanmaktadır. Bu söylem, Altılı Masa’nın da bir “Yeni Türkiye” hedefinin olduğunu îmâ eder gibi anlaşılabilir. Ancak, burada galiba bâzı kafa karışıklıkları var.
“Kafa karışıklığı” derken, örneğin GPS önerisinde CB’nın halk tarafından doğrudan seçilmesi usûlüne yer verilmesinin garipliğinden söz etmiyorum. Bu da bir kafa karışıklığı elbette ama, asıl ilgi çekici bulduğum husus, “yeni bir sistem inşâ etmek”ten söz eden Altılı Masa bileşenlerinin, özellikle de CHP’li ve CHP’ye yakın kişilerin sözlerindeki “fabrika ayarları” ifâdesi.
Bu açıdan GPS, Türkiye’nin ayarlarını bozduğu ileri sürülen başkancı sistemin yerine kurulacak olan “yeni” bir sistem olarak sunuluyor ama bu “yeni sistem”le amaçlanan Cumhuriyet’in “fabrika ayarları”na, yâni “eski”ye dönülmesi. Burada, sanki şöyle bir tez var: Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan 2017’ye kadar hep parlâmenter sistemle yönetildi. 2017 sonrasındaki sistem, sürdürülemez çünkü devletin bütün kurumlarını hukuken ve fiilen tek bir kişinin irâdesine tâbi kılmakta ve böylece hukuk devletini ve demokrasiyi tahrip etmekte. Doğrusu, hukuk devleti ve demokrasiye uygun olan parlâmenter sisteme geçilmesi.
Özetle, Altılı Masa, Cumhuriyet’in “fabrika ayarları” ile “hukuk devleti ve demokrasi” arasında bir uyum görmekte ve bu uyumun sistem olarak ifâdesini de parlâmentarizmde bulmaktadır. Altılı Masa için “Yeni Türkiye” veyâ “yeniden inşâ”, parlâmenter sistemle yönetilen ve “fabrika ayarları”na uyum sağlayan bir cumhuriyet.
ASIL SORUN FABRİKA AYARLARI
Altılı Masa’nın fark etmediği veyâ belki de fark etmek istemediği asıl sorun ise, muhtemelen “fabrika ayarları”nda.
Eğri oturup doğru konuşalım. 1923’te îlân edilen Cumhuriyet’in ilk 27 yılında, tek-parti yönetimi vardı. Tek-partinin genel başkanları aynı zamanda Cumhurbaşkanı idi. Parlâmento ve parlâmenter hükûmet de iş başında, çalışıyordu ama sistem fiilen bir “tek adam” yönetimi değil miydi?
Çok partili hayâta geçişten ve 1950’deki iktidar değişikliğinden sonraki gelişmeler de, aslında “lider hâkimiyeti”nin siyâsî hayat üzerindeki baskın konumunu ortaya koymuyor mu?
1961 Anayasası’nın en fazla on yıl sürdükten sonra çöken kurumsal yapısı da ortada. 1982 Anayasası’nın serencâmını da burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ezcümle, “efendim, bu CBHS bütün kurumları çökertti!” yakınmasının fazla da bir târihî geçerliliği yok. Yüzyıllık Cumhuriyet içinde oturmuş, yerleşmiş kurumlar olsaydı, bunlar zâten bir kanun, bir kararnâme, hattâ bir kararla tepetaklak olabilir miydi?
Yargıdan üniversitelere, ayakta kalabilen bir “kurum” gösterebilir miyiz? Ayakta kalabilmek için baskıya, en azından keyfîliğe karşı direnmek ve bu direnmenin de toplumun değişik kesimlerince sâhiplenilmesi gerekli. Bu bakımdan, “kurumlar” büyük zâfiyet içinde ve bu zâfiyet de aslında “fabrika ayarları” ile ilgili. Dolayısıyla, hem “kurumları güçlendiriyoruz”, hem “fabrika ayarlarına döneceğiz”, hem de “yeni bir sistem inşâ ediyoruz”, hepsi bir arada olmaz, geçmişte olmadığı, gelecekte de olamayacağı çok açık.
Asıl sorunun Cumhuriyet’i ve kurumlarını toplumun sâhiplenmesine engel olan fabrika ayarlarında olduğunu görmeliyiz. Bu bağlamda Taner Akçam’ın bâzı tesbitlerine dikkat çekmek isterim. Taner Akçam, İmparatorluktan Cumhuriyete, Türk milliyetçiliği ve Ermeni Soykırımı başlıklı -İngilizce- eserinde, Türkiye’nin temel sorununu şöyle târif ediyor:
“Türkiye toplumu hâlâ, aynı [mevcut] siyâsî sınırlar içinde yaşamayı isteyip istemediği sorusuna cevap vermek durumundadır. Ve, Türkiye toplumunun farklı kesimleri, bireyler ve gruplar olarak birlikte yaşamak istiyorlarsa, o zaman, Türkiye Cumhuriyeti adı verilen bu siyâsî varlığı hangi temeller üzerine inşâ edecekleri ve bu varlığa hangi şartları dayatacakları konularında kendi aralarında ortak bir anlayışa sâhip olmak zorundadırlar.”
Akçam’ın sözlerini yeniden yorumlarsak, Cumhûriyet’in üzerine inşâ edilmiş olduğu temellerin, yâni “fabrika ayarları”nın, Türkiye toplumunu meydana getiren birey ve gruplarca irâdî olarak varılmış ortak bir anlayışı ortaya koymadığını vurgulamak gerekiyor. Bunun anlamı, anayasal ve kurumsal bir varlık olması gereken devletin, Akçam’ın ifâde ettiği gibi, bir ortak toplumsal anlayış temeli üzerine kurulmuş olmamasından kaynaklanan zâfiyet içinde olduğudur.
Bu zâfiyet, devletin sık sık kendi varlığını tehdit altında görerek müracaat ettiği “hukuk dışı faaliyetler”, bir diğer deyişle 100 yıllık Cumhuriyet târihinin dörtte üçüne yayılan “olağanüstü” uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Buradan daha demokratik bir geleceğin inşâ edilebilmesi için, ne kadar süreceğini şimdilik kestiremeyeceğimiz bir geçiş dönemine ihtiyaç vardır. Bu geçiş dönemi, toplumun veyâ daha yerinde bir ifâde ile Türkiye ülkesi üzerinde yaşayan ahâliyi oluşturan farklı kesimlerin “Yeni Türkiye”nin hangi temeller üzerine inşa edilebileceği üzerinde, engellenmemiş, çarpıtılmamış bir müzakereyi yürütebilecekleri bir dönem olmalıdır.
Böyle bir dönem de, ancak “geciçi” bir anayasa veyâ bir “geçiş anayasası” dolayımıyla güvence altına alınabilir. Bir diğer deyişle, bugünkü iktidarın “Yeni Türkiye” diye adlandırdığı post-faşizm yörüngesinden kurtuluş, klâsik parlâmentarizmin ihyâsı ile değil, gerçekten yeni bir Cumhuriyet inşâ edebilecek toplumsal müzakereyi garanti edecek geçiş sürecinin işletilebilmesiyle mümkün olabilecektir.
Evet, yeni yıl geldi, takvim değişti, artık 2023 yazacağız. Takvim olarak en geç 18 Haziran 2023’te seçim yapacağız. Muhalefet kazanırsa -ki, kazanmalı- yeni bir CB ve yeni bir TBMM ile 29 Ekim 2023’ü idrâk edip, Cumhuriyet’in “yeni yüzyılı”na gireceğiz. Ancak, bu “takvim yenilenmesi”nin Yeni Türkiye’ye vâsıl olacağımız bir süreci başlatabilip başlatamayacağı belirsizliğini koruyor. Bu belirsizliğin aşılması, muhalefetin iki büyük bloku arasında açık, kamusal bir temasın kurulabilmesiyle mümkün, tercihen seçimlerden önce, hemen, şimdi!
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi’nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997’de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler’le birlikte “Bu Suça Ortak Olmayacağız” beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi’ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***