Türkiye’yi 18 yıla yakın bir süredir yönetmekte olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarını ayakta tutan en önemli etkenlerin başında yabancı kaynak girişi de sayılabilir. İktidara geldiği 2002’den itibaren hızlanan yabancı kaynak girişiyle yükselişe geçen AKP, yabancı kaynakta geri çekiliş yaşanan son üç yılda önemli gerilemeler yaşadı, yaşıyor.
İlk başlarda yabancıları Türkiye’ye çeken AKP iktidarının kendisinden çok, ülkenin 2001’de yaşadığı kriz sonrası tabi tutulduğu IMF merkezli büyük onarım operasyonuydu. Dünya ekonomisinin rüzgârlarının dönemsel seyri de AKP yelkenlerini şişirdi ve 15 yılda ülkeye hem doğrudan yatırım, hem de borsaya girişler ve dış kredi olarak toplam 525 milyar dolar aktı. Bu, yıllık 35 milyar dolarlık yabancı sermaye girişi demekti. Oysa AKP öncesi Türkiye’ye 1984-2002 dönemindeki 18 yılda yabancı kaynak girişi sadece 41 milyar dolardı. AKP’nin neredeyse bir yılında giriş yapan yabancı kaynak, önceki 18 yıllık girişe yakındı.
Ancak, yabancı kaynak ile yükselen, siyasi tırmanışını da sürdüren AKP, son yıllarda hızla yabancı sermaye kaybına uğruyor ve bununla birlikte siyasi düşüşü de hızlanıyor. Sadece son 2,5 yıldaki çıkışlar 15 milyar doları buldu. Özellikle de 2020’nin kayıpları dikkat çekici.
Doğrudan yatırıma yabancılar uzun süredir gelmiyor. Yatırım gibi resmi istatistiklerde görünen daha çok gayrimenkul alımları. En son Turkcell’deki hissesini satan Telia’nın uzaklaşması dikkat çekti. Türkiye’ye yatırma niyetlenen Volkswagen, cazip devlet teşviklerine rağmen gelmeyeceğini açıkladı.
Borsaya gelen yabancılar da hızla çıkıyorlar, en çok da bu kanaldan çıkışlar dikkat çekici.
Yabancı girişi yerine çıkışlar, döviz rezervlerini de eritiyor. İlk dört ayda döviz rezervlerindeki 25 milyar dolarlık erime, yabancıların yarattığı boşluktan da doğdu.
Yabancıları yeniden çekecek “hikâyesi” ise pek kalmadı iktidarın. Güvensizlik risk göstergesi CDS verilerinden izlenebiliyor. Yabancı kaynak olmayınca, ekonomiyi çevirmek de zor. AKP’nin sonunu hazırlayacak en önemli törpü, yabancıların göçü gibi görünüyor.
Türkiye gibi iç tasarruf oranları düşük, dolayısıyla büyüme için dışarının kaynaklarına ihtiyaç duyan çevre ülkelerin, ekonomik ve buna bağlı olarak siyasi kaderlerini daha çok dış kaynak trafiği belirledi denebilir. İster doğrudan yatırım, ister ülke borsalarındaki hisse senetlerine, devlet iç borçlanma kâğıtlarına yatırım, isterse dış kredi biçiminde olsun, akan yabancı kaynağın niceliği, ülkede yerli paranın, rezerv para ABD doları karşısındaki değerini de belirliyor. Kaynak akışı yüksek ise bekleneceği gibi döviz fiyatı da düşük seyrediyor. Bu fiyatla ithalat cazip hâle geliyor ve hızlanıyor. Bir yandan her türlü mamul ithal mal, bir yandan yerli üretim için kullanılan girdi, ara malı, yatırım malı ithalatı kamçılanıyor.
Ülke yeterince döviz kazanamıyorsa — Türkiye gibi — döviz açığı, yani cari açık veriyor ama açığı, yeni dış kaynak girişleriyle finanse etmeyi deniyor. Bunu yapabildiği sürece çark dönüyor ama açık artık yeni kaynak girişi ile kapatılamayınca ülkedeki döviz talebine arz cevap veremiyor, dövizin fiyatı yükseliyor, bununla birlikte birçok denge bozuluyor; enflasyon tırmanıyor, talep geriliyor, arz düşüyor ve büyümenin yerini küçülme alıyor. Tırmandıran, yükselten yabancı kaynak rüzgârı artık ters dönmüş, yükselme yerini gerilemeye bırakmıştır.
Bu, yıllardır Türkiye’nin de hikâyesi ve şimdilerde de bu yaşanıyor.
Yabancı kaynak akışı, ülkenin cazibesi kadar dünya konjonktürüne de bağlı. 2000’li yılların 2008 küresel krizine kadar olan bölümünde yaşanan küresel likidite bolluğundan 2002 Kasım ayında iktidara gelen AKP iktidarı da faydalandı ve hem özelleştirmeye çıkarılan KİT’lere, hem bankacılık sektörüne görülmedik ölçüde yabancı sermaye girişi yaşandı. Dışarıdan borçlanmaya çıkanlar eli boş dönmedi ve bu durum küçük dalgalanmalar dışında 2017 sonuna kadar sürdü.
Ama son 2,5 yıldır şemsiye ters dönmüş durumda: Giriş yerine 15 milyar dolarlık çıkış yaşandı. Artık döviz açığı ya da cari açık, dışarıdan bulunan kaynaklarla değil, Merkez Bankası’nın bir kısmı emanet dövizleriyle finanse edilmeye çalışılıyor. Doğrudan yabancı sermaye girişi neredeyse durdu. Doğrudan yatırım olarak son 2,5 yılda istatistiklerde görünen 14 milyar dolarlık doğrudan yatırım girişinin 10 milyar dolarını gayrimenkul satışları oluşturuyor. Satılan konut, arsa, ofis gibi gayrimenkuller, ödemeler dengesinde doğrudan yatırım olarak yer alıyor.
Şimdilerde doğrudan yatırıma gelenlerden hisselerini satıp çıkanlar da oluyor. Son örneği, mobil telefon operatörü Turkcell’in kurucu ortaklarından İsveç merkezli Telia firması oluşturdu. Telia yüzde 24’lük hissesini 530 milyon dolara sattı. Bu işlem Telia için “sat-kurtul” diye yorumlandı.
Yatırım iştahsızlığının bir diğer örneği, Alman Volkswagen’in Ege bölgesinde Manisa’da 2020 başında yapacağı duyurulan otomobil fabrikası yatırımından vazgeçtiğini duyurması ile yaşandı. AKP rejiminin yılda 40 bin araç satın alma garantisi ve başka teşvikler vererek çekmeye çalıştığı bu yatırım, pandemi koşulları gerekçe gösterilerek rafa kaldırıldı. Bu karar, Saray’da büyük hayal kırıklığı yarattı.
Kararın duyurulduğu gün Rekabet Kurumu’nun ülkedeki diğer Alman otomotiv firmaları hakkında inceleme başlatması ise pek “manidar” bulundu. Haberi Deutsche Welle Türkiye şöyle verdi: “Rekabet Kurumu, Alman otomobil devleri Audi, Porsche, Volkswagen, Mercedes-Benz ve BMW’ye yönelik soruşturma kararı aldı. Karar, VW’nin Türkiye’de fabrika açma planını iptal etmesinin ardından geldi.”
Yabancıların uzak durmaları, portföy yatırımlarında da görülüyor. Yabancılar hem hisse senedi satarak hem de devlet iç borçlanma kâğıtlarından çıkarak uzaklaşıyorlar. Hazine ve Maliye Bakanlığı verilerine göre mayıs sonu itibarıyla iç borç stoku 1 trilyon TL düzeyinde. Yabancı payı özellikle son aylardaki hızlı çıkışlarla yüzde 4.3’e kadar geriledi. Oysa daha 2012 yılında yabancıların payı yüzde 23’ün üzerindeydi. 2017 sonunda yüzde 19.4 olan yabancıların payı, 2020 Mayıs sonu yüzde 4.3’e kadar indi.
Hisse senedi piyasasında da yabancı yatırımcının payı yüzde 50’nin altına indi. Oysa daha bu yılın başında, 23 Ocak’ta yabancının borsadaki payı yüzde 65.8 seviyesindeydi. Yabancının payının en yüksek olduğu tarih ve oran ise Kasım 2007’deki yüzde 72.3 seviyesiydi.
Yabancı yatırımcının uzak duruşu, ağırlıkla güven ile ilgili. Güven göstergesi sayılan risk primi (CDS), son iki yıldır aylık ortalama olarak 400’den aşağıda değil. Bu, emsal çevre ülkelerin en az iki katı bir risk göstergesi demek. Bu göstergenin özellikle Erdoğan’ın tek adamlığını icra ettiği cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin ana unsuru olduğunu hatırlatmak gerekir. Bir anlamda yabancıların uzaklaşması, Saray’ın yalnızlaşması anlamına da geliyor.
Yazar: Mustafa Sonmez
Kaynak: Al – Monitor