Son kitabı “Tuhaf Bir Erkek” Gezi’ye iki ay kala çıkmıştı. 19 Temmuz 2013’te, 82 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hikâyeleri ve romanlarıyla Türkçeyi, gelenekleri ve toplumsal kalıpları hallaç pamuğu gibi atmış, edebiyatımızda derin bir iz bırakmıştı. Ölümünün ardından Gezi’nin banklarına boşuna Leylâ Erbil kitapları bırakılmamıştı.
Tuhaf bir kadındı. Eski fotoğraflarında Lydia Lunch’a benziyor. Onun “kösnül” punk’ıyla, “no wave”iyle Erbil’in edebiyatının belki bir benzerliği de vardır. Dönemlerin ve toplumların farklılıklarını göz önüne alarak okursak, Leylâ Erbil’in 1956’da, Seçilmiş Hikâyeler’de yayınlanan ilk hikâyesi “Uğraşsız” da adeta Lunch’ın oynadığı avangard kısa filmlerin havasını taşıyor. Bir punk şarkısı gibi kısa ve keskin, bir punk şarkısı gibi bir doğrudanlığı, hakikati vardır hikâyenin: Bugün de 25 yaşında bir kadın beraber tatile çıktığı sevgilisine yabancı gözlerle bakabilir, onun huzur bozucu varlığına ve her hareketindeki cinsel imaya bigâne kalabilir. “Gözünü seveyim, inan dediklerime, başka, kendince çıkarlar gözetme benden. Böyleyim işte, işim gücüm yoksa, canım da yüzmek istiyorsa, ya çevrem ne der diye düşünmem, atlatmam kimseyi, kalkar giderim… Sanki söylemişim gibisine erinç, kıvanç duyuyorum. Kendimle oyun. Hem ne de olsa anlayamayacak. Bir başkası belki anlardı, diyorum. Bok anlardı, diyor biri içimden.—Bok anlardı,—diyorum ben de. Tutup kafasını, Osmanoğlu Cemal beyin, denizin yemyeşil dibine itiyorum. —Eşşoğlueşşekler!—diye bağırıyorum sonra—Eşşoğlueşşekler!”
Toplasanız dört sayfalık bir hikâye. Osmanoğlu dediği, hanedan mensubu değil herhalde. 1956’da 25 yaşında bir kadın (‘56’da sevgilisiyle tatiye çıkan bir kadın), tutup bütün bir erkek toplumunun kafasını denizin yemyeşil dibine itmiştir.
NE İDÜĞÜ BELİRSİZ KAYGAN YARATIK
1950 kuşağının diğer yazarları gibi, kendinden önce bir benzeri yoktu, Sait Faik haricinde. İlk hikâyesindeki içsesi giderek daha da etlendirdi, sanrılar, sayıklamalar girdi araya, “bilinçdışı”nda gezindi. Beyanına göre, bir omzuna Freud’u, diğerine de Marx’ı koymuştu. Şıklığına hep düşkün belli ki (“ziynet konusu mu / kadın olmayan anlayamaz / evet evet”), örgütçü de: Türkiye İşçi Partisi üyesi, 1970’te Türkiye Sanatçılar Birliği, 1974’te Türkiye Yazarlar Sendikası kurucularından. 1971’de çıkan ilk romanı Tuhaf Bir Kadın belki en klasik anlatısı, “Baba” bölümü hariç: Artık yaşlanmış eski gemici baba, geçmişe gide gele, bir sinema filmi halinde geçmişle ve vardığı yerle muhasebesini tutmaktadır. Mustafa Suphi’yi kim öldürmüştür mesela? Bu soru, romanın her baskısında eklerle gelişir, güncellenir. Şiir yazarken devrimcilerin ve şairlerin arasına, Beyoğlu sokaklarına karışan, babasının istediği gibi yetişmeyen genç Nermin ise, aşk ve “halk” arasında kalakalacaktır.
Devrimcilerin ve şairlerin arasında günler geçirdikçe, sık sık gittiği meyhaneciyle dertleşir genç Nermin:
“— Ayıp değil mi Mösyö Lambo, benim buraya erkek aramaya mı geldiğimi sanıyorlar?
—Eh, erkek bunlar, erkekler böyledir.
—Yani bana annenin dizinin dibinden ayrılma mı demek istiyor bu yobazlar, beni bir arkadaş olarak göremezler mi, ya da bir kızkardeş gibi?
—Olmaz bre kızım, erkek bunlar, sen onların kızkardeşi değilsin ki!”
Evlenmiş olmak için evlendiği arkadaşının abisi Bedri’yle Osmanbey’de sürdürdükleri müreffeh hayatı Taşlıtarla’nın gecekondularına taşımak ister. Artık on yıllık partili Bayan Nermin’dir, halkı bilinçlendirecektir. Nihayetinde, “gerçekten karşılıklı sevişmeye başlaması için” yılların gerektiği kocasıyla da papaz olur, piyanosu ve her şeyiyle zaten gecekondu mahallesinde bir yabancıdır. Tıkıldığı yalnızlıkta kendisiyle sevişir aynada, sonra zihninde devrim tarihinin kahramanlarıyla… Kabuğuna çekildikçe çilecilik arzusu artacak, doktorlara düştükçe kararı kesinleşecek, halkın daha da “derinine” gidecektir, peki insanları gerçekten seviyor mudur acaba?
“Tuhaf yalvaç” Vüs’at O. Bener gibi Leylâ Erbil de uzun bir dönemin ardından yoğunlaşmış, özelleşmiş bir dil ve içerikle sarıldı edebiyata. Erbil’in şiirselleşen metinleri, gerçek olayları ve haberleri, tarihsel bilgileri copy/paste yapmaktan kaçınmadığı gibi, kendi kendine konuşmanın da türlü hallerine büründü, mahrem dehlizlere girdi, bakışın, muhakemenin türlü biçimlerini kuşandı. Edebiyatı özgürleşti. Ancak, kendinden, kendi oyunlarından memnun, kendiyle yetinen bir yazı çabası değildi bu. Belki, daha geçen nisanda (2013) çıkan son romanı Tuhaf Bir Erkek’te, kocasının adını bir türlü tam hatırlamayan, onun ev düzeninden, vaatsizliğinden, varoluşundan sonsuz bunalan, tutup onu sarsmak isteyen Sevda gibi, o da aradı durdu: “öfff,,, bu hayat benim hayatım değildi,,, beni yaşatan başka bir ortam olmalıydı,,, başka bir dil,,, başka bir ülke,,, başka insanlar,,, burası şarlatanlarla dolu bir magazindi,,, aç aç seyret,,, varolanı kabul etme durumuna zorladılar hepimizi,,, beni de,,, yok bana asla kabul ettiremezler bunu…”
TARİHİN DİVANELİKLERİ
Şifalı otlara, iksirlere, tariflere meraklıydı. Kadının toplumsal rolünü bir tarihsellik içinde düşünür, öyle açıklardı. Cüce’de, yine kendi kabuğuna çekilmiş yaşayan Zenîme Hanım’ın yazdıklarında mitolojik, pagan köklerini de arar. Kadınlık anaerkil düzenin yitişiyle başlayan bir yabancılaşma iken, erkek, yani “Osmanoğlu” da mecburen “tuhaf”tır Erbil’e göre. Sevda en nihayet kocasına Bünyamin demeyi uygun görür, “katmanlı bir tarihsel ad”dır, Yusuf Peygamber’in kardeşinin adıdır, bu Bünyamin de ona düşmüştür. Bir gece şarabı fazla kaçırınca beşikte kendisini duvara çarpan babasını anlatır Bünyamin: “içimde uktedir / keşke o pezevengi / ağlayarak / uyutmasaydım…” Çok acıklı bulur bebekliğini sevgilisinin, başını zorla göğsüne dayar, “onunla anasıymış gibi sevişir o gece”…
Hep böyle sürmez ama: “olsa olsa tarihöncesi cinsel hayattan bu yana biriken tüm çelişkilerin modern insana yığılması olabilirdi bu durum diyordum içimden,,, mıknatıs gibi çekmişti bütün divaneliklerini tarihin üstüne,,, bir gün kapının dibine oturup yavaş yavaş kendini erittiğini ve orada sadece saçsız yabancı bir erkek başı kaldığını gördüm,,, bünyamin bu kafa senin mi, gövdeni ne yaptın? Dedim,,, o kafa da yok oldu.”
VAPURUN GEZİSİ
1968’de yayınlanan “Vapur” hikâyesinde tarih, aynı vapurun kendisi gibi, yaşayan, nefes alıp veren bir varlıktır adeta. Vapur, bir gün “palamarlarını laçka eder”, Sarayburnu’ndan fenerlere, Boğaz’ı dolaşmaya başlar. İçinde kimseler yoktur. Kıyıya yanaşır, halk çekirdek çitleyip onu izler, vapur türlü oyunlar oynar onlara. Anlatıcı kız ve vapurun içsesi dışında, bütün bir İstanbul toplumu yaşayan tek bir organizma gibidir onu izlerken. Hele vapur “teslim ol!” diye etrafını çeviren donanmanın (neredeyse gözden düşeceğini anlamıştır) bir gemisini karşı hamleyle batırıp “artlarına bakmaksızın” gitmelerini sağlayınca artık halkın kahramanı olmuştur.
Halk vapurun yakalanmasını istemez, zaten “donanma” da artık ona ilişemez, ancak hayat normal akışına döner, kış da gelir, vapur aheste gezinerek düşünür: Boğaz yalılarını, oralarda yaşayan “Osmanoğulları”nı, o zenginliği, ihtişamı… Bizans’tan kalma bu kıyıları, buralarda yaşayanları, yaşananları 1854’ten bu yana bilir, tanır. Oysa kendisinin soyunda “zenginleri taşımış, yardakçı, üç, iki ve tek piyadeler” yoktur, onun ataları “pazar kayıkları, dört çifteler ki sadece gene halkın bindikleridir”. Palamarlarını çözememiş arkadaşlarını düşünür, sonra o sarayları inşa edenleri, ölmeden görmek ister onları, “Hey kendinize gelin doğrulun geri alın hey! Bıktım ey!” olur son sözleri.
Vapurun hızlandığını gören halk kıyılara birikir:
“Kıvanca boğulmuş coşkudan yorgunluğumuzu, uykusuzluğumuzu unutmuş, onunla birlikte dönüyor, sanki bugüne değin yasaklanmış ama yüzyıllardır özlenmiş bir bayramı kutluyorduk. Sonra neden olduğunu bilmeden kaçmaya başladık. Birtakım adamlar halkı dağıtarak geliyorlardı, yüzlerce insanı yaralamış, öldürmüş, tutuklamışlardı, bu kötülüğü neden bize yaptıklarını hiç anlamadım.”
Babasının hep adı vardır anlatıcı kızın, adı ve mektupları. Annesi örgü işleriyle kıt kanaat geçinir. Acaba vapur o gün “annemin ölene dek öncekilerden daha hızlı ve severek öldüğünü bilir mi? Atatürk’ün ölümüyle karnına, göğsüne basa basa öldürdüğümüz annemin?” Bugün tarihi gün deyip cenazeye götürmüştür kızını, o izdihamda…
GORGO’NUN ÜLKESİ
Son zamanlarında Leyla Erbil’i “ulusalcı” bulanlar çoktu. Nitekim açık açık darbe destekçiliği yaptı, “Ergenekon kolbastısı” ise bir “sivil darbe”ydi ona göre. Temel vurgusu laiklikti. Buna mukabil, onyıllardır Kürt hareketinin temel taleplerini, anadilde eğitimi destekleyebilmiş bir ulusalcıydı, eğer öyleyse. Dedik ya, tuhaf bir kadındı. Bu güncel meseleleri de, kadınlığı yerleştirdiği gibi, uzun bir tarihsellik zinciri içinde düşünüyordu herhalde. “İyi darbe” tarifini kadının tek tanrılı dinlerden sonraki toplumsal konumunu, genel bir Aydınlanma sorununu hesaba katarak deşifre etmek gerekiyor belki de. Bu sorunların bugünün diline en esaslı tercümesi böyle olmayabilir, ama söylediklerini değerlendirirken 82 yaşının getirdiği aciliyet hissi de hesaba katılabilir. 1956’da 25 yaşında olan kadının geçirdiği onca sene, yaşadığı, yaşamadığı onca şey de düşünülebilmelidir …
Gerçi son romanı Tuhaf Bir Erkek’te artık kadınla erkeğin arasına giren sadece “tarihöncesi cinsel hayattan bu yana biriken tüm çelişkiler” değildir. Bir de bugün vardır, artık bir Gorgo vardır. Tarihte, Bizans’ta ve Osmanlı’da çok Gorgo’lar olmuştur. “Ecdat’ın / doymak bilmez gözü / tahta dikilmiş…” Ama bu Gorgo başta “bu denli korkunç değildir”. Zaten “aramızdan çıkmış, başa geçmiştir”. Şimdiyse “yüzyıllar sürse de ölmeyeceğim” demektedir: “sizi değiştirene kadar / başınızdayım / bu iğrenç toplumu / istediğim biçimde / yoğurup / istediğim inanca / getirene kadar…” Artık kadınlar kapı önüne attıkları eski kilimlerde bağdaş kurarak Gorgo dedikoduları yapar çay ve mahlepli çörekler eşliğinde: “bugün gene yüz kişiyi gözaltına aldırmış / mapushanelerde bir ranzada yirmi dört kişi…”
“ağaçlara / kapılara asılmış / pankartları okuyordu / halk / ve bir gün / nedense / birkaç kişi yürümeye başladı / nereye yürüdüğünü bilmeden…” Biber gazından, tazyikli sulardan kaçıp Ayasofya’ya sığınırlar. “fekat / hepimiz / umutsuzluktan mı / öfkeden mi / yoksulluktan mı / hiçbir vakit olmadığımız kadar / birbirimizi sever olmuştuk / imparatorluktan kalma / bu soylu mahalledeki / aristokratlar / sanarak kendimizi / ki tam o sırada / gorgo’ya ölüm diye / bağıranları da / susanları da topladı polis / bir daha haber alınamadı onlardan / öldürüldüler diye bildik…”
Evlendiklerinde durum budur: “başımızdaki / yeni gorgo korkunç / sezince sevilmediğini / intikam alıyor / çok kindar / sezince dedim ama / kendi sezdiği bi şey yok / ‘unsur’ları var / ‘unsur’ları ile / karıkocaların / yatağını bile / dinliyor / üstelik / allah’ın içine gizlenerek / konuşuyor / o yüzden / bu yeni gorgo zamanında / kimse kimseyle / doya doya sevişemiyor / konuşamıyor / örüşemiyor…”
Bünyamin Gorgo’yu öldürme düşünü evlendikten üç ay sonra unutur. “Bununla olacağıma / katılsaydım yürüyüşlere” diye iç geçirdiğinde karşısında görür “unsur”ları Sevda, bir arı sürüsü halinde. Atar onları başından, Bünyamin’se “bu gorgo seni bırakmayacak öldürene kadar” diye keyfe gelmiştir. Bir eşek arısı hortumu olarak görmeye başlar eşini Sevda.
O da bir ara özgürkalmışbeyinler örgütündendir aslında. Ama Gorgo’nun öldürülmesini engelleyen yine kendisidir. O sümsük Bünyamin, Gorgo’yu öldürmekten bahsetmiştir çünkü, onu öldürmeden sevişemezmiş ki. “Onunla başa çıkamayız biz,,, onu öldürsen de yerine başka gorgo geliverir,,, neden kendini yoruyorsun,,, bırak felsefeciler düşünsün bütün bunları,,,” Bünyamin “gider doymak bilmez bir kösnüye boğulur bu kez de”…
Bundan da sıkılır, kocası için iksirler hazırlar, onu özendirmek için habire kendi içer, delirir. Ama aslında “zihni olağanüstü açılmış ve zindeliği eskisine göre birkaç kat artmıştır”.
1956’da plajda sevgilisine yabancı gözlerle bakan, “taş çatlasa ne etinden ne butundan ne duyularından zırnık vermeyecek” olan kız şöyle düşünür: “Bu hayat böyle geçer, geçiverir diyemiyorum gayri. Bu ne biçim iş? diyorum.” Sevda ise, o zihin açıklığıyla, “budalaca vaatlerden öte bir şey görünmeyen ufkuyla yüz yüze kaldığını anladığı anda, çantasını kaptığı gibi kalkar”, Bünyamin’i terkeder. “Bilgeliğe inanmaz, hiç bilge görmemiştir, bilge olarak kendini icat etmiştir.”
‘DÜNYAYI NASIL DEĞİŞTİRECEKTİK BİZ, UNUTTUM’
Aslında Tuhaf Bir Erkek’te olay örgüsü böylece sonlanır. Kadın adamı terkeder, İstanbul’a, Beşiktaş’a, eski mahallesine varır. O mahalle ki, vaktiyle bir vapur palamarlarını çözüp donanmayı peşine takmış, İstanbul halkını kıyılara yığmıştır. “Yayaya şaşaşa / Vapur vapur çok yaşa.” Ama artık tam da o vapurun palamarlarını çözdüğü iskeledeki Kadıköy vapuruna binen kızlara oğlanlara bakıp kaşlarını çatan bir Gorgo da vardır.
Leylâ Erbil, vefatına üç ay, Gezi isyanına bir ay kala, 2013’ün nisanında yayınladığı son romanını Sevda’nın gidişiyle bitirmez. “Sıkıntı” olur son kitabında son sözü, ama bir küçücük paragraf eklemiştir finale: “Dünyayı nasıl değiştirecektik / biz / unuttum” derken perdeyi aralar ki, karşısında “beyaz mukavvadan yapılmış oyuncakları andıran şehir hatları yolcu vapurları”…
Tuhaf bir kadın gerçekten. O eski “Vapur” hikâyesi, adeta bir iksir demek ki, tarihin sandukasından giderayak çekip çıkardığı. Gezi kütüphanesine konacak daha güzel bir hikâye var mı?
Bir+Bir, sayı 24, Temmuz 2013
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***