Annem çekmece temizliği yaparken bulduğu eski bir mektubu çantasından çıkarıp masaya koyunca istemeden yüzümü buruşturdum. Yıpranmış duyguların dolaştığı mektuplar, solgun günlükler, tozlu sayfaların arasından kurutulmuş çiçekler misali dökülüveren notlar heyecanladırır beni ama okumayı pek sevmem.
Vaktiyle hizmetkârların yaşadığı, açık denizde seyahat ediyor hissi yaratan yuvarlak penceresinden yıldızlara bakakaldığım küçük bir çatı katındaki çalışma masasında yazmışım mektubu. Strasbourg’da yalnızlığın hakiki ruhuyla tanıştığım, duvar çatlaklarını fallardaki kader çizgilerine benzettiğim ilk yuvam. Hayatın bütün risklerine açık olduğunu imâ ederken, gençliğin o bildik küstahlığıyla meydan okuyan tonla karşılaşınca gülümsedim. Evet, insan maalesef değişmiyor. Annemin riskli bir karar aşamasında olduğunu söyleyen mektubuna cevaben yazdıklarıma göz atarken o sırada okuduğum bir romandan aktardığım cümlelerle karşılaştım;
“İnsan hayatı ancak bir defa yaşanır ve kararlarımızın hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğunu kestiremememizin nedeni, verili bir durumda ancak bir tek karar verebilecek olmamızdır. İkinci, üçüncü ya da dördüncü bir yaşamımız yok ki kararlarımızı birbirleriyle karşılaştıralım.”
Bilardo topları gibi birbirlerine çarpıp “kara bir delikte” buluşan kararların oluşturduğu hayat kendi başına bir risktir. Tekrarı olmayan hayatın içinde sürüklenirken aldığımız her karar, yönü belli olmayan bir “dönüşme ânını” da işaret ediyor.
Yazar, filozof Anne Dufourmantelle’in deyişiyle “Hayat biz canlıların pervasızca aldığı bir risktir.” Risk gibi tekinsiz bir kavramı yıpranmış bir eldiveni tersine çevirircesine klişe anlamlarından soyan kitabı ‘Riske Övgü’, kırılma ânlarını duyguların derinliğiyle buluşturarak gösteriyor.
Yazar, riskin kahramanca bir eylem ya da sapkın bir davranış gibi algılanmasına itiraz ediyor. Hayatı riske atmanın, isabetli hatalarla, zamanın manasıyla, ölümün kesinliğiyle mahrem bir akrabalığı var.
Eğer risk almaktan korkmamanın bir yolu varsa bu ancak risk almayı kabullenmekle mümkün. Pavese günlüğüne yazmıştı; “Bir şeyden, onu görmezlikten gelerek değil ancak onu yaşayarak kurtulabiliriz.” Dufouramntelle, en başında farklı bakış açısının önemini vurguluyor;
“Hayatını riske atmak her şeyden önce, ölmemektir.” Ona göre riskin alındığı karar ânı, travma gibi başka bir zamana sıçratıyor. Ama olumlu bir travma. Kaderin hükmünü bozup varoluşun tayin edici anlarına müdahalenin “mucizevi” yanlarıyla çoğalıyor anlatısı.
Risk, cesaret edilemeyen “değişimin” meçhul hedefini gösterir bazen. İnsan kendini bilime, felsefeye adayarak, yazma arzusuyla kıvranıp yazamayarak, tek bir şiir için belki bütün ömrünü hasrederek de hayatını riske atabilir. Zirveye tırmanma hırsı, münzevi bir yaşama çekilme ya da çöllerde dolaşma arzusu kimilerine göre “risk” sayılır. Pekâla tüccar, bankacı, hukukçu ya da boyacı olabilecek birinin “sıra dışı” bir yaşam sürmesi neden riskli olsun? Varoluşun manası, tabiatın güzelliklerine bakakalarak sürdürülen sıradan ve basit bir yaşamdan ibaret olamaz mı meselâ?
Bazen uçsuz bucaksız bir “hiçliğin” ortasında geçmişin telafi edilemeyeceği düşüncesiyle boğuluruz. Bir türlü peşimizi bırakmayan o keder nedeniyle gelecek umudunu da kaybetmişizdir çünkü. “Mutluluk, uğruna bir sürü saçmalığa katlandığımız bir şey miydi” sorusu belirir zihnimizde. Hayat risk almadığımız için istediğimiz gibi içini dolduramadığımız bir uğraş mıdır?
Yapıp ettiğimiz pek çok şeyin gelecekte bir gün kaybolacak anılara dönüşeceğini bildiğimiz halde neden hayatımızı riske atamayız? Bağımlılıktan, yalnızlıktan, kaygıdan, hayal kırıklığından, kederden, başarısızlıktan, ayrılmaktan, üzüntüden, unutmaktan, belirsizlikten, takıntıdan hatta korkudan korkmak düz anlamlarıyla anlaşılır.
Ancak çoğu zaman arzulamaktan, inanmaktan, sevmekten, tutkudan, gelecekten, umut etmekten, gayretin gücünden, güzellikten, özgürlükten de korkarız. Dufourmantelle psikanalizle felsefeyi buluşturduğu yazılarda, öğrenilmiş ezberleri yıkan saptamalar ve incelikli yorumlarla “yaşamanın riskini alabilmek sahiden ne demektir” sorusuna cevap arıyor.
Dil estetiğini, meselesinin ağırlığıyla örtmeden genişlettiği felsefi denemeleri okurken Max Frisch’in novellasını hatırladım;
‘Sessizliğe Yanıt’da anlatıcı soruyordu: “Rüzgârlar gibidir hayatımızın imkânları, yine de insan neden cesaret edemez ki yelken açmaya? Her şey yaşanmamış bir hayattan daha iyidir, hatta felaket bile – acı, ümitsizlik, cürüm, her şey ama her şey boşluktan daha iyidir…İnsan ancak kaybetme cesareti gösterdiğinde, her şeyi sadece kaderini değil ismini ve kentsoyluluğunu da üzerinden attığında, bir de her günü son günüymüş gibi yaşadığında gerçekten yaşar.”
Frisch bu kitabı yirmi beş yaşında yeni bir hayata karar verme aşamasında yazdı yani otobiyografik özellikler taşıyor. Yazar, her insanın hayatının başarılı olmasına ya da heba olmasına neden olanın sadece kendisi olduğuna inanmış. Kaderin bizzat insanın kendisi tarafından yaratıldığı düşüncesinden ölene kadar hiç kopamamış anlaşılan. Edebiyat, bu inancı tartışma özgürlüğü sunar; Peki ya hayat? Yaşarken algımız, tercihlerimiz, kararlarımız bu kadar berrak değil elbette.
Tam da bu nedenle, hayatın farklı imkânlarına alan açan, varoluş biçimlerini tekrar düşünmeye zorlayan, gelecek kaygısını yaşama gayretine dönüştüren anların içinde derinleşmeye ihtiyacımız var. Ancak bu şekilde yaşamayı ağırlaştıran “suçluluk duygusundan” kısmen arınabiliriz belki. Acıya katlanabilmenin yolu, tıpkı risk almak gibi önce neyin içinde sürüklendiğimizi anlama çabasıyla mümkün.
“Bağımlı olmak, illa ki hasta olmaktır, çünkü size bu söylenir…Bir bedene, bir sıvıya, bir fetiş nesnesine, bir ritüele, bir oyuna, bir ekrana bağımlı olmak, hepsi birer şaibedir. Gel gelelim hayata başladığımız yer, en savunmasız bağımlılıktır.”
Bağımlılık riskini almanın, yeni doğmuş bedene gösterilen dostluğun işareti olduğu tespitiyle yetinmeyen yazar, bağımlılıklara izin verilmesi gerektiğini sevgi üzerinden tarif ediyor;
“Sevgi bir bağımlılık sanatıdır. Demek ki insanın kendini riske atmasını gerektirir. Mağlubiyetini, anlamsız bekleyişini, başkasının ani reddedişi karşısında kapıldığı umutsuzluğu kabul etmek, o sıra asla sona ermeyecekmiş gibi görünen bir acının harap etmesine izin vermektir.”
Kendinin sahipliğini elden bırakmanın öneminden söz ediyor bir bakıma. Ona göre “kışkırtılmayı” reddetmek de bir tür bağımlılık biçimi ve insan kendi bağımlılıklarının bile farkında değil aslında. Sevdiğimiz müzikler eşliğinde güzel şaraplar içmek, okumayacağımız kitapları biriktirmek, “daha dokunmadan hissettiğimiz bir tenin” ayartıcılığına kapılmak, yanık tütün kokan bir sesin özlemiyle yaşamak, sabah kuşlarını izlerken “onunla” konuşmak asıl “tiryakiliğimizin” gölgeleri olabilir mi? Yazara göre “Gerisi insanlığımızın gecesine gömülmüştür.” İnsan özünü tam bilmediği bağımlılıklarıyla nasıl mücadele edebilir ki zaten?
Biliyorum, felsefi yaklaşımla yaşamak arasında bazen derin bir uçurum açılıyor, ancak – varsa eğer – sır, o karanlık uçurumun eşiğinde durup hayatın karanlık yüzüne de bakabilme cesaretinde saklı. Paradoks gibi görünse de oraya yine kelimelerin ve düşüncenin gücüyle ulaşabiliyor insan.
Sıkça mahkûm edilen “üzüntüyü” tarif ediyor yazar; “Üzüntü bizi iki dünya arasında bırakır, ne umutsuzluk, ne kayıtsızlıktır, felaketin kıyısında bir gezintidir ama zarafetle, gözleri gökyüzünün kırığında, bulutların oluşturduğu desende, rüzgârın yumuşaklığında, tehlikeyi fark etmeden yalıyar boyunca koşan bir çocuk misali.”
Duyguları, kavramları dönüştürmek, insanla karmaşık ilişkisini tersinden göstererek okuyanı ikna edebilmek pek kolay değil. Bir yazar için bu da bir risk, hem de çok ciddi bir risk. Eğer birisine üzüntünün trajik olmadığını, acıyı dayanılır kılmak için yaydığını, onu ruhun ve bedenin birçok noktasına dağıttığını söylerseniz bunu o anki ruh haliyle içselleştiremeyebilir. Ama üzüntünün, insanı dönüştürdüğü büyülü süreçten, melankoliye kapılmanın tersi olduğundan bahsederseniz, üzüntü riskini almanın ne olduğunu hissedecek belki kaçmak yerine ona sükûnetle teslim olacaktır.
Dufourmantelle’in bilgiyle, sezgiyle, felsefi bir derinlikten beslenen dil lezzetiyle inşa ettiği yazılar, olumsuzluğun öteki yüzüyle dünyada olmanın imkânları arasındaki sancılı geçişkenliği gösterdiği için de anlamlı. Onunla birlikte duyguların arka bahçesinde dolaşmak, risk alamadığımızda “kaybettiklerimizi” hatırlatsa da korkunun beyhudeliğini resmederek iyileştiriyor.
Korkma riskini alabilmek için öncelikle korkunun kaynağını kavramak gerekiyor. Korkuyla kuşatılmış bir dünyada neden onunla dost olamıyoruz, sorusuyla baş başa kalmak zor. Cevabı daha da zor. Korkuya karşı koymak en güçlü dürtülerimizden biri.
Sevmekten, sevememekten, yalnızlıktan, arzulamaktan, hastalıktan, ölümden, aldatılmaktan, hayatın eksik kalmasından hatta bazen yaşamaktan korkuyoruz. Korkmadığımız zamanlarda bile hayatımızın her anına eşlik eden hayaletiyle ürperiyoruz. Söylediği gibi, sürekli tekrar eden aynı döngüden kaçma girişimleri, korkuyu azaltmıyor tersine besliyor. Korkuları ehlileştirebilmek için olaylar etrafına kurduğu kozasından çıkıp bizi tekrar “doğurmasına” müsaade etmek gerekiyor sanırım.
Tutku kaçınılmaz olduğuna göre nasıl bir risk olabilir, sorusu bile insanı nasıl değiştirdiğini idrak etmek anlamında önemli. İradeyi felç eden o riski kabullendikten sonra beden, dil, bakış, arzulama biçimi, korku her şey değişiyor çünkü. Yazarın “İçimizdeki bir şey tarafından bozguna uğratılma kapasitemizdir” diye tarif ettiği tutku, barındırdığı bütün kaotik duygularla ürkütücü bir bilinmezliğe sürüklüyor.
İnsanın en çok başına gelmesini istediği yoğun duygulardan biri olan tutkuyla, ondan “hayali bir düşmandan” kaçar gibi uzaklaşmak arasındaki çelişki ilgimi çekiyor. Bu tuhaf zıtlık, insanın risklerle kurduğu med cezirli ilişkiye benziyor;
“Risksiz yoğunluk isteriz, olanaksızdır bu. Yoğunluk boşluğa atlamaktır, kendimizin henüz yazılmamış ama yine de içimizde beklemekte olan bilinmez bir parçasıdır. Tutku içimizde çocuklukta doğan, arttırılabilecek ya da azaltılabilecek, ama asla bütünüyle değiştirilemeyen bir yatkınlıktır.”
Her türden tutkunun bedeli fahiş olsa da bazen “kendini terk edebilemenin” hazzı, sadakate, aileye, korkuya, görünürdeki mutluluğa, çürüten yalnızlığa, toplumun kurallarına, “sıfır riske” meydan okumaktır. Risk almaya övgünün şekillendiği yer tam da orası.
“Her birimizi bir diğerine ve riske bağlayan şey, kendi hayatlarımızdır. Velhasıl dil böyle söyler: Hayatını riske atmak.”
Bize ait olmayanı nasıl kaybederiz, diye soruyor Dufourmantelle. 2017’de iki çocuğun dalgalı denizde boğulmasına engel olmaya çalışırken ölmüş. Risk almanın acı ironisini de çok önceden sezip yazmış. O, yazarak kendinden ve ıstıraplarından vazgeçmiş, ölerek değil. Bu durumda insanı taklit edip risk alamayan “hayat” oldu.
“Hayat bize verilmiştir, inançlı olalım ya da olmayalım bunu kabul edebiliriz. Gel gelelim o kadar az bize aittir ki bu hayat, has olarak sahip olduğumuz son şeydir, yaşadığımız son olaydır, hissettiğimiz son yalnızlıktır, aynı zamanda en büyük umudun yeridir.”
Yazının başında bahsettiğim, “Canım anneciğim” diye başlayan mektuptaki alıntı Kundera’nın romanı ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden. Mektupta olmayan devamında: “Yaşanacak tek bir hayatımız varsa eğer onu hiç yaşamamış da olabiliriz, fark etmez” diyordu anlatıcı.
Sayfanın sağ üst köşesinde (26 Nisan 1987-Pazar) yazıyor. Annem, otuz dört sene evvel doğru olduğuna inandığı bir karar alıp sadece hayatı değil kendini de riske attı. Nihayetinde risk almak, başkalarına ve kendine yaşama şansı tanımaktır. Ürkütücü maskelerle tehdit eden dünya ağrılarına başkaldırma ve “yaratıcı” ıstıraplara doğru açılma sanatıdır. Kierkegaard’ın dediği gibi “Karar ânı deliliktir” çünkü. Ve o gönüllü deliliğe içtenlikle sokulamayan her hayat sakat kalır.
* Riske Övgü – Anne Dufourmantelle , Çev: Murat Erşen / Kolektif Kitap
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***