YORUM | AHMET KURUCAN
Anadolu tabiriyle candan ciğerden bir insan. Enderun terbiyesi almış birisi. Eleştirel düşünce metodolojisine vakıf. Düşündüğünü net ifade edebilen ve bunu yaparken sorgulama ile suçlamayı, eleştiri ile hakareti birbirine karıştırmayan bir vasfa sahip. Akademik unvanı var. Tanısanız akademik kimlik bir insana bu kadar mı yakışır dersiniz. Dersiniz zira o kimliğin altını dolduran bilgi birikime sahip.
Geçen sene bana babasının zekât ile alakalı bir sorusunu sormuş, ben de onun kimlik ve kişiliğini nazara alarak uzun boylu cevap yazmıştım. O bile şaşırdı, “Bu kadar uzun bir cevap ve bu kadar geniş çaplı bir analiz beklemiyordum” dedi. Ardından da bu mektubu yazı olarak yayınlamamı istedi. Ramazan’ın sonlarına doğruydu bu yazışmamız. Ben de mevsimi geçti diye düşündüm. Bu sene Ramazan gelince onu hatırladım. Hem onun teklifini bir yıl sonra bile olsa yerine getirmek hem de zekât mevsimi olarak bilinen Ramazan’da zekât ila alakalı genel bilgiler vererek belki başka benzer durumlarda bulunan insanların işine yarar düşüncesiyle yayınlamaya karar verdim.
Bilinenden bilinmeyene bir seyahate çıkarmaya çalışacağım sizi bu iki yazıda. Bazıları bildiğiniz şeylerin tekrarı olacak. Bazılarını belki ilk defa duyacaksınız. Bazıları itibariyle ezberleriniz bozulacak. Bazılarını teoride kabullenseniz dahi realize edilemez bulacaksınız. Bilmiyorum, okuyup siz kendiniz karar vereceksiniz. Katkılara, eleştirilere her zaman olduğu gibi açığım.
Soru şu: Avrupa’nın bir ülkesinde ev ve işyerleri olan Müslüman, kiracılarına Covid-19 salgını sonrası yaşadıkları ekonomik sıkıntılardan dolayı yardımda bulunmak istiyor. Kiracılarının durumuna göre kimisine kira indirimi yapacak, kimisinden hiç kira almayacak ve belki bazılarına da nakdi yardımda bulunacak. Ne var bunda diyebilirsiniz? Doğru, bir şey yok. Sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın ta kendisi. İslami değerlerde kendine yer bulan salih amel. Fakat şiddeti zuhurundan gizli cevaplanması gereken iki soru var. Birincisi, kiracıları Müslüman değil. Başka din ve inançlara mensup ya da tercih ettiği bir din veya inancı yok. İkincisi, bu kira indirimi, kira affı veya nakdi yardımı zekâttan mahsup edebilir mi? İki soruyu bire indirelim isterseniz, Müslüman olmayan birisine zekât verebilir miyiz, yaptığımız yardımı zekatımızdan düşebilir miyiz?
Şimdi kayda değer sayılmayacak bazı ilaveler ve ifadelerde yaptığım bazı düzeltmeler mahfuz verdiğim cevaba geçiyorum:
***
Size telefonda da dediğim gibi zekât konusunda genel düşüncelerimi paylaşıyorum. Bunun ister hepsini istersen sadece babanın sorusuna cevap olacak kısmını kendisi ile paylaşabilirsin. Aslında daha önceki okumalarımda aldığım kısa notlar vardı. Sizin bu sorunuz o notları da gözden geçirip toparlamama ve üzerinden geçmeme vesile oldu. Maddeler halinde ifade edeceğim.
1: Zekât, belirli ölçüler içinde zengin sayılan bir kişinin malının kırkta birini yılda bir defa olmak üzere Tevbe suresi 60. ayette belirtilen kişilere dağıtmasıdır. Zekât, namaz, oruç ve hac ile birlikte İslam dininin beş temel esasından biridir. Bu yönüyle zekât aynı zamanda ibadet kategorisinde yerini alır. Evet, zekât ibadettir yani bunu yerine getiren kişi ibadet sevabı kazanır ama mahiyetine dikkatlice bakılırsa namaz ve oruçtan farklı olarak tıpkı hac ibadetinde olduğu gibi onun maddi boyutu daha ağırlıklıdır. Hatta zekât bu maddi boyut itibariyle hac ile kıyaslanmayacak ölçüde öndedir. Hangi mallardan, hangi miktarda zekât kime, ne zaman verilecek? Bakın bu soruların cevapları son tahlilde hep para ve emtia etrafında dönmektedir.
Öyleyse zekâtı bu özelliğinden dolayı ibadet boyutu ve mali boyutu olan bir eylem diye ikiye ayırmak mümkündür hatta şarttır. İbadet boyutuna yukarıda insana ibadet sevabı kazandırır diyerek bir cümle ile değindim. Mali boyutuna gelince, bu boyuta Hz. Peygamber (sas) dönemi pratikleri açısından bakmak lazım önce. Bu perspektiften baktığımızda zekât, devlet eliyle toplandığı ve dağıtıldığı için “kamu maliyesi”nin bir parçasıdır.
Özetle şöyle diyebilirim, zekât ibadet boyutu itibariyle taabbudi bir emirdir, Allah emrettiği için yapılır; kamu maliyesi boyutu itibariyle de ta’lili bir işlemdir, analiz gerekir. Ta’lil bize şunu söyletir, o bir taraftan toplumsal sorumluluk projesidir diğer taraftan devlet-vatandaş ilişkisi içinde karşılıklı hak ve sorumlulukları belirleyen bir mahiyete sahiptir.
2: Kur’anı Kerim’deki zekâtın tahsil edilmesi ve sarf yerlerini konu edinen ayetlere baktığımızda, onun ferdi bir ibadet olmanın çok çok ötesinde kamusal bir ödev olduğu kanaatini edinmek mümkündür. Efendimiz (sas) dönemi tatbikatları da zaten benim kanaat dediğim şeyi kesinleştiren uygulamalarla doludur. Bu açıdan şu çıkarımı çok rahatlıkla yapabiliriz; zekât İslam’da sadece bireysel bir ibadet ve yükümlülük değil aynı zamanda kamusal bir görevdir, ödevdir, yükümlülüktür. Günümüzde kullanılan tabirle ifade edecek olursak zekât – ibadet yönü her zaman mahfuz – vergi ile eş anlamlıdır.
Fukaha bunun bilincinde olduğu için zekât meselesini sadece ibadet boyutu itibariyle işlememiş aksine Arapça ifadeleriyle “emval, haraç, ahkâm-i sultaniye” üst başlıkları altında incelenen devlet-vatandaş ilişkisi, karşılıklı hak, yetki ve sorumlulukları konu edinen yerlerde de ele almıştır. Bununla beraber 14 asırlık tarihsel süreçte çok farklı tatbikatların olduğu inkâr edilmez. Zaten meselenin nirengi noktasını oluşturması itibariyle bu konuyu bir sonraki maddede ele alacağım.
3: Tarihen sabit bir gerçektir ki Hz. Peygamber (sas), Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve kısmen Hz. Osman’ın dönemlerinde zekâtın tahsili ve sarf edilmesi yani toplanması ve dağıtılması tamamıyla kamu maliyesinin bir parçası olarak devlet tarafından yerine getirilmiştir. Zekât tahsildarlarının adı Tevbe 60. ayetinde geçtiği üzere “âmil”dir. Zekâtın sarf edileceği kalemler, bahsini ettiğimiz ayetteki kişi ve gruplara tahsis edilmiş ve harcama devlet başkanının kontrolü altında yapılmıştır.
Zekâtın toplanması ve harcanması devlet eliyle yapılır ve günün şartları içinde Hz. Ebu Bekir ve özellikle Hz. Ömer döneminde yeni düzenlemelere konu edilirken Hz. Osman döneminden itibaren “kimler zekât verecek, hangi mallar zekâta tabidir, hangi oranda verilecek vb” hususlarda hiçbir değişikliğe gidilmemiştir. Aksine bunlar “mukadderat-ı şer’iyye” denilerek içtihat alanının dışına çıkartılmış, hatta toprak mahsulleri, hayvanlar, madenler ve ticaret malları gibi mallar emvâl-i zahire, süs ve ziynet eşyaları gibi mallar da emvâl-i bâtine adı verilerek iki ayrılmış ve devlet sadece emvâl-i zahire’den zekat toplamaya başlamış, emval-i bâtıneyi kişilerin kendi inisiyatiflerine bırakmıştır.
Hz Osman döneminde emvâl-i bâtineden zekat alınmama kararının altında Hz. Ebu Bekir döneminde gerçekleşen Ridde savaşlarında devlet karşısında yerlerini alan Arap kabilelerinin merkezi otoriteye teslim olmama özelliklerinin yeniden hortlaması, Hz. Osman yönetiminden memnuniyetsizlikleri sebebiyle bazılarının zekat vermemeleri ve fetihlerle genişleyen coğrafyada zekat tahsili adına gerekli yeni düzenlemelerin yapılamaması rol oynamış olabilir.
Halbuki Hz. Osman döneminde aslında yapılması gereken Hz. Ömer dönemi uygulamalarını ilerletilerek sürdürülmesiydi. Mesela, Efendimiz döneminde kim zengindir, kim zekat verecek sorusunun cevabı olarak ortaya konan ölçü 20 miskal (85 gram) altın, 200 dirhem (595 gram) gümüş, 40 koyun, 5 deve, 30 sığır, zirai ürünlerde de 5 vesk (660 kg) mahsul iken, günümüz de dahil olmak üzere bu oranlarda hiçbir değişikliğe gidilmemiştir. Halbuki bu oranların belirlendiği dönemlerde söz konusu malların ekonomik değeri üç aşağı beş yukarı aynıydı. Hayvancılık yapan ve 40 koyunu olan bir insan ile ticaret yapan ve yıllık masrafları ve borçları düştükten sonra 85 gram altına sahip olan kişi hemen hemen aynı derecede zengindi. Fakat değişen ve gelişen sosyo-ekonomik şartlar bunların ekonomik değerini değiştirmişti.
Sözgelimi bugün altınla gümüş arasındaki değer farkının 1/60 oranında olduğunu söylüyor uzmanlar. Efendimiz döneminde bu değer farkı 1/7 idi. Yani 85 gram altın ile 595 gram gümüş arasındaki oran 1/7 ama ekonomik değerleri eşit veya neredeyse eşit. Halbuki bugün gümüş değerini neredeyse bütünüyle kaybetmiştir. Hatta bugün 595 gram gümüşü olan insan eğer altını zenginlik nisabı, ölçüsü, sınırı olarak kabul edecek olursak zekât almaya hak kazanan bir fakir iken, gümüşü baz aldığınızda zekât verecek zengindir ki bunu hiçbir aklı selim kabullenemez.
Bu karışıklığın sebebi bir kez daha tekrar edeyim, zekâtın mali boyutu (ta’lili) ile ibadet (taabbudi) boyutunun karıştırılması ve mali boyutun bir kısmında gerekli olan içtihadi değişikliklerin sergilenememesidir. Maalesef bu durum bugün bile devam etmektedir. Halbuki zekât nisabı demek, asgari geçim standardının üzerinde mal varlığına sahip olmak demektir ki konu ile alakalı kafa yoran ekonomistler başta olmak üzere uzmanlar bunun 3 kişilik ailenin yıllık geçim standardı olduğunu söylerler. Hatta zekât hakkında iki kocaman cilt halinde yayınlanan doktora çalışması ile ünlü Yusuf Karadavi şu soruyu sorar: “Bu nisaplar değişmez şer’i sınırlar mı yoksa sosyal ve ekonomik şartlarla paranın satın alma gücündeki değişime bağlı olarak değişebilen hükümler mi?” Akl-ı selime göre cevap tabii ki ikincisi. Bugün yaşanılan ülke içindeki geçim standartlarına bağlı olarak her insan, her aile için çok rahatlıkla belirlenebilir. Zaten devletler belirliyor bunu bildiğiniz gibi.
Aynı türden bir yaklaşım zekâta tabi mallar ekseninde de yapılmak zorundadır. Allah Resulünün (sas) belirlediği mallar kendi yaşamış olduğu toplum içinde ekonomik değere sahip olan mallardır. Literalist bir yaklaşım sergileyip sadece bu mallar zekâta tabiidir deme, en basitinden söz gelimi petrolü zekâta tabi olmayan mal kategorisine almamamızı gerektirir ki bu zekâtın vaz ediliş gayesine de aykırıdır. Petrol misali vermemim sebebi (zift diye geçiyor fıkıh kitaplarında) aynen bunu diyen ulemanın varlığından dolayıdır. Hz. Peygamber zift demedi, öyleyse tabi değil! Erken dönemlerde bunu diyen ulemayı bir açıdan ma’zur görebiliriz. Ama hala daha fıkıh kitaplarında böyle geçiyor diye bu hükmü savunan Harici ve Zahiri zihniyetli insanlara ne demeli?
Ulemanın “havli havelan” (bir yıl geçmesi) dediği yani zekât nisabına ulaşmış yani zengin sayılan bir kişi hemen o yıl zekât vermez, o andan itibaren bir yıl bekler sonra verir şartı da bu meyanda zikredilmesi gereken bir başka literalist yaklaşımdır. Fukahanın kastı “yeni zengin olmuş, ilk defa zekât verecek hale gelmiş, bir yıl muafiyet tanıyalım, ticaretini geliştirsin” amacına yöneliktir. Siyasi otoritenin kabulü ile de uygulamaya geçmiştir bu. Ama bugün anlaşılan ve uygulanan bunun her bir ayrı mal için geçerli olduğu şeklindedir. Söz gelimi kumaş ticareti yaparken başka bir alanda da ticarete başlayan kişi, kumaştan zengin olup zekât verdiği halde yeni işini ayrı bir hesaplamaya tabi tutup sıfırdan nisap hesaplaması yapılmaktadır. Bizim birçok hocamız bunun hala böyle olduğuna inanır.
Çok uzattım ama şu soru ile bitireyim: Zekâta tabii mallar adına söylenen altın, gümüş, buğday, arpa, deve, at ve koyundur. Haydi faiz meselesinde zikri geçen (eşyayı sitte hadisi) tuz ve hurmayı da ilave edelim. Hatta fitre hesaplamalarında zikredilen üzümü de koyalım. Bunların hepsi 612-630 Medine şartlarında yürürlükte olan hayat şartları ve ekonomi ile irtibatlı değil midir?
4: Biz bugün ne yapacağız?
(Devam edecek…)
Kaynak: Tr724