PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Siyaset bilimine giriş derslerinde öğrencilerime içinde yaşadıkları toplumların sosyolojik ve politik esaslarını öğretirken üzerinde en çok durduğum konulardan biri toplumların yeknesak olmaması durumu ve bunun siyasete/devlete yansımasıydı. Toplumlar içlerinde farklı bireyleri barındırıyor. Aynı dili konuşsalar da veya aynı dine inansalar da insanlar birbirlerinden farklı düşünürler, aynı ya da benzeri olayları yaşarken birbirlerinden farklı yorumlarda bulunur, farklı sonuçlara varırlar.
Kaldı ki içinde yaşadığımız yüzyılda homojenlik çok daha hızlı biçimde azalıyor, toplumların heterojenliği artıyor. Bundan iki ya da üç yüzyıl önce toplumlar çok daha monolitik, tektip bireylerden oluşuyordu. Günümüzde ortak akıl ve sağduyu – toplumda herkesin üzerinde bir şekilde hemfikir olacağı pozisyonlar – çok daha karmaşık bir dinamik karakter içeriyor. Belki 1400’lerdeki Osmanlı toplumunda toplum bileşenleri kendi içlerinde çok daha tektipti, insanların düşünce, ideal, değer ve doğruları birbirlerininkine çok yakındı. 1600’lerin Batı Avrupa’sında sağduyu istisnasız Katolik Kilisesi’nin (bina değil, kurumu kastediyorum elbette) dogmalarına göre şekillenmekteydi. Örnekleri çoğaltmak ve değişik kültürlere ve dinlere uyarlamak olasıdır. Bugünse durum çok farklı görünüyor.
Dinler ve ideolojiler (dünya görüşleri) salt kuramdan – olması gerekenlerden, yazılı veya geleneksel normlardan, kuramsal değerlerden, ritüellerden ve ideallerden – oluşmuyor. Bu “teorik evrenin” dışında bir de “sosyolojik evren” var. Sosyolojik evren uygulamaya dair her şeyi kapsıyor. Sadece olması gerekenleri değil, gerçekte olanları, hayatın bizzat kendisinde şekillenişi içeriyor. İnsanların çok büyük bir çoğunluğunun ortak deneyimleriyle şekillenen bu sosyolojik gerçeklik yadsınamaz, ona yok muamelesi yapılamaz. Bu ise dinleri ve ideolojileri statik olmaktan ziyade dinamik görüngüler (fenomenler) haline getiriyor. Bunun uygulamadaki sonucu, sosyolojik değişimlerin dinler ve ideolojiler üzerindeki etkisidir.
Bugün sosyolojik gerçeklik birbirlerinden farklı düşünen, farklı şeylere inanan, farklı idealleri ve fikirleri olan, farklı şeyleri önceleyen, farklı amaçları olan, barklı gelecek tasavvurlarına sahip sayısız bireyin ve sayıca çok grubun bir arada varlığını sürdürmesi gerçeğini karşımıza çıkartıyor. Bu kaçınılmazdır. Dünyanın en izole ve homojen toplumları bile bu sosyolojik gerçekten kendilerini soyutlayamaz.
Çeşitlilik salt birbirlerinden farklı manevi tasavvurlara sahip insanlar arasında değildir. Birbirleriyle kolektif grup olarak aynı kimlik altında toplanan fertler için de benzer bir durum söz konusudur. Benim o siyaset bilimine giriş derslerinde anlatmaya çalıştığım günümüz toplumlarının karmaşıklığı işte bu zemin üzerine oturmuş durumda.
Ancak birbirlerinden farklı da olsalar, insanlar bir toplumun üyeleridir ve zorunlu olarak, kolektif yaşamın gereği, ortak yönetim ve yönetişime gerek duyarlar. Hepsi için bağlayıcı ortak kurallar (yasalar), prosedürler, temel birleştirici değerler, karar alma modaliteleri, kendilerini despotluktan, baskıdan, zorlamadan ve zulümden koruyacak bir adalet mekanizması, tüm bunları örgütleyen ve bunlara işlevsellik kazandıran bir devlet gerekir. Bu bireylerin ve onların gruplarının özgünlükleri farklılıklarındadır ve bu farklılıkların korunması onların varlıksal ve varoluşsal bir ihtiyacıdır. Tüm bu bireyleri ve onların ait oldukları kolektifleri diğerlerine eş ve eşit kabul eden bir denge mekanizması olmaksızın bir toplumda özgürlük tecelli edemez.
Özgürlük sadece bizim değil, ötekilerin de hakkıdır. Bize varsa diğerlerine de var olmak zorundadır. Bize yoksa diğerlerine de olmaz. Özgürlük tercih hakkıdır. Serbestçe kendi istediğini yapabilmektir. Bunun sınırı diğerlerinin özgürlüklerine engel olmamaktır. Kendi özgürlüğünü kullanırken diğer bireylerin ve grupların özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik yapılacak her şey özgürlük dışıdır. Mesela ben kendi normumu onların kabul etmemesine karşın başkalarına dayatırsam ve o başkaları benim normuma benim zorlamam neticesinde uyarsa orada altın denge bozulur, özgürlük ortadan kalkar.
Dolayısıyla birçok birbirine paralel aynı toplum içerisinde varlığını sürdüren grup (ve onlara ait bireyler) sadece tek bir grubun bile yalnızca bir diğer gruba baskı uygulaması durumunda artık özgür olamazlar. Böyle bir toplumda huzur kalmaz, karşılıklı şüpheler toplumu bir arada tutacak güven atmosferinin altını oyar, karşılıklı husumetler ve düşmanlıklar ortaya çıkar, toplum polarize olur.
Bunun olumsuz bir durum olduğuna şüphe yok.
O halde bunun engellenmesi için ne tür değerler ve ilkeler üzerine inşa edilecek bir politik sistem kurmak gerekir?
Öncelikle temel bir karar vermemiz gerekiyor. Toplumda birbirlerinden farklı olan bireyleri ve onların ait oldukları sosyal grupları (cemiyetleri ve cemaatleri – ki, bunu dibi değil sosyolojik terim olarak kullanıyorum) tek tipçi bir yapıda eritmek mi esas alınacak, yoksa bu farklılıklar realite olarak kabul edilecek ve bu farklılıkları bir arada tutacak bir sistem mi tasarlanacak? Eğer dini ve ideolojik olarak birincisini tercih ederseniz, bunun varacağı sonuç ister istemez otoriter/totaliter bir sistem olacaktır. Çünkü rıza prensibiyle insanlar kendi inanç, fikir, kanaat ve tercihlerinden vazgeçmez. Ancak zor kullanılırsa, metazori bu başarılabilir.
Örneğin Marksist-Leninist komünizm sistemi tek parti ve sınıf diktatörlüğünü zorunlu görür, tüm toplumu metazori (güç ve şiddet kullanarak) kendi idealleri doğrultusunda yaşamaya zorlar. Demek ki birinci opsiyon baskıcı, salt toplumun bir bölümünü memnun eden, geniş kitleleriyse mağdur eden, onların özgürlüklerini kısıtlayan, hatta yok eden bir sistemi beraberinde getiriyor.
O halde ikinci opsiyonumuzu düşünelim.
Bu açıkçası çok meşakkatli bir iştir. Öncelikle herkesin üzerinde mutabık kalacağı bazı ilkeler tespit etmemiz ve devleti buna göre şekillendirmemiz gerekir. Bu devlet tahayyülü, objektif, tüm gruplarla arasına mesafe koyan, teknik doğalı, endoktrine etmeyen, platformsal, “herkesin” kendisini ait hissedebileceği, özgürlüklerin garanti altına alınacağı bir hukuk sistemi üzerine inşa edilmiş bir yapı olmak durumundadır. Yani oyunun kurallarını belirleyecek, özgürlüğü esas alacak, hukuka dayalı, evrensel insan haklarını herkes için garanti altına alacak bir devlet, tüm gruplarca ve bireylerce meşru kabul edilecektir.
Bu sistem maksimalizme doğal olarak kapalıdır; tek bir dinin veya ideolojinin ajanı ya da uygulayıcısı olamaz, asimile edici, eritici bir pozisyona sahip olamaz. Doğası, işlevi ve misyonu gereği sekülerdir – tek bir inanç sisteminin kaidelerini kendisine norm olarak seçemez – çünkü aksi takdirde o dine inanmayanlar tarafından meşru görülmez, dahası onların özgürlüklerini garanti altına alamaz. Bu devletin en önemli özelliği eşit vatandaşlıktır. Çoklu – farklı statülerde – vatandaşlıklar veya farklı gruplara farklı haklar olamaz. Bu olamaz dediğim şeyden kasıt norm değil, olabilirliktir. Olamaz, çünkü olursa bu devler objektif olma özelliğini yitirir. Herkesin devleti olma vasfı ortadan kalkar.
Bu devletin diğer bir zorunluluğu, çoğunluk diktasını engellemektir. Yani çoğunluk kararıyla sayıca azların (azınlıkların) hakları kısıtlanamaz. Aksi takdirde yine devletin objektif olma durumu ortadan kalkar. Çoğunluk azınlığın özgürlüklerini engelleyemez. Mesela çoğunluk Türkçe konuşulsun istiyor, o halde Kürtçe yasaklanabilir türü bir karar olamaz. Olursa o devlet ikinci opsiyon dediğimiz türe tekabül edemez. Form değiştirir ve otoriterleşir.
Bir devletin dini ve ideolojik tercih yapması ve kendisini o dinle ve ideolojiyle tanımlaması, onu o dinin ve ideolojinin enstrümanı haline getirir. Bunun sonucu, o dine inanmayanları da, o ideolojinin ideallerini paylaşmayanları da mağdur eder. Hatta herhangi bir dine veya ideolojiye göre inşa edilen bir devlet, ister istemez o dinin ve ideolojinin bir “versiyonuna” veya “yorumuna” göre işlemek zorunda olduğundan, o dine veya ideolojiye inanan, ama iktidardaki versiyondan farklı düşünen grup ve bireyleri de mağdur eder.
Demek ki devletin bir hakem devlet olması, teknik olması, herkesin olması için vazgeçilmezdir.
Eğer sosyoloji homojen toplumları imkânsız kılıyorsa, yani realitede kolektifimiz homojen değilse, orada homojenlik ölçütlerine göre bir devlet uygulaması zulüm üretiyor.
(Devamı var)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































