Beynimizin derinliklerinde, badem büyüklüğünde bir yara taşıyoruz. Adı amigdala – korkunun, travmanın, sürgünün hafızası. Shayegan’ın “Yaralı Bilinç”i metafor değil, nörobiyolojik bir gerçek. Her göçmen, her mülteci, her sürgündeki insan bu yarayı bedeninde taşıyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa öleceğini bilir. Ve Afrika’da her sabah bir aslan uyanır. En yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini yoksa aç kalacağını bilir. Afrika’da aslan ya da ceylan olmanızın bir önemi yoktur, bilmeniz gereken tek şey sabah uyanır uyanmaz koşmak zorunda olduğunuzdur.
Bugün size iki kitaptan bahsedeceğim.
İlki-sanırım 1991 yılında okuduğum- İranlı düşünür Daryush Shayegan’ın kaleminden çıkan çarpıcı bir analiz: Yaralı Bilinç. (Bendeki kitap Metis yayınlarından) Kitapta Shayegan, Doğu toplumlarının modernleşme çabalarında yaşadığı kimlik ve bilinç krizine ışık tutuyor. Batı’ya öykünmenin ama Batı’yı tam olarak kavrayamamanın sebep olduğu o zihinsel bölünmeyi, etkileyici bir şekilde “yaralı bilinç” kavramıyla anlatıyor. Kitap, bugün hâlâ güncelliğini koruyan sorularla dolu: Gelenekten kopmadan modernleşmek mümkün mü? Kimliğimizi taklitler mi, gerçek deneyimler mi şekillendiriyor?
İkinci kitabımız ise Erdal Öz’ün etkileyici romanı: Yaralısın.
12 Mart dönemine dair tanıklığını aktardığı çarpıcı bir roman Yaralısın. Bir tutuklunun gözünden yazılan hikâye, okuru doğrudan karakolun soğuk duvarlarına, işkencenin acımasızlığına ve insanın ruhsal çöküşüne götürüyor. Roman, sadece siyasi bir dönem portresi çizmekle kalmıyor; aynı zamanda insan ruhunun sınırlarını, bedenin direnişini ve hafızanın nasıl kırıldığını da anlatıyor. Okudukça sarsıyor, sarsıldıkça düşündürüyor.
Modernlik, özellikle Batı dışı toplumlar için yalnızca bir teknik ilerleme değil, aynı zamanda derin bir bilinç travmasına sebep oldu. Daryush Shayegan’ın “yaralı bilinç” kavramıyla tanımladığı bu travma, gelenekle modernlik arasında sıkışan toplumların ontolojik kırılmasını ifade ediyor. Ancak 21. yüzyılda bu yaralı bilinç, yeni bir boyut kazandı: Zorunlu göç, sürgün ve sığınma deneyimi.
Artık insanlar, Shayegan’ın tarif ettiği epistemolojik çatışmayı yaşarken aynı zamanda fiziksel olarak da yerlerinden edilmekte. Modernleşme çabalarının başarısızlığa uğradığı toplumlarda ekonomik çöküş ya da otoriter rejimler milyonlarca insanı topraklarından sökülüyor. Bu insanlar, Erdal Öz’ün Yaralısın romanındaki karakterin yaşadığı bedensel şiddeti coğrafi ölçekte deneyimlerken, aynı zamanda Shayegan’ın kavramlaştırdığı kültürel şizofreniyi de bedenlerinde taşıyorlar.
Ve evet yaralıyız ve bu yara artık sadece felsefi ya da kültürel değil, aynı zamanda nörobiyolojiktir. Beyin yapımız değişmiş, sinir bağlantılarımız yeniden şekillenmiştir artık. Modern nörobilim bize gösteriyor ki, Shayegan’ın metaforik olarak tanımladığı “yaralı bilinç” aslında beynin korku merkezi olan amigdalada somut, ölçülebilir izler bırakmakta.
Tam bu noktada size beynimizdeki bir bölümden de bahsetmem gerekiyor. Baş parmaklarımızı şakaklarımıza koyup, iki işaret parmağımızı kafamızın üzerinde buluşturduğumuzda amigdalanın tam bulunduğu noktayı işaret ederiz.
Temporal lobumuzun karanlık koridorlarında, badem büyüklüğündeki bu yapının adı Latince “badem” anlamına gelen amigdala. Ne ki bu küçük organın gücü, boyutuyla hiçbir orantısı yok. Amigdala, beynin en ilkel korku arşivi, tehlikenin ilk nöbetçisi, travmanın en sadık hafızası. Fıtrat olarak korteksimizden, düşünme merkezimizden çok daha eski; dinozorlar yeryüzünde dolaşırken bile, onların beyinlerinde de amigdala varmış. Bu yüzden düşünmeden önce hissederiz, mantık yürütmeden önce korkarız. Bir yılan gördüğünüzde zıplamamız, karanlık bir sokakta adım seslerini duyduğumuzda kalp atışlarımızın hızlanması, tanımadığımız bir dilde bağıran birine duyduğunuz içgüdüsel gerilim; hepsi amigdalanın işi.
Amigdala, “önce hayatta kal, sonra düşün” der. Ve haklıdır çünkü fıtrat olarak, bir saniye geç kalan ataların genleri bugüne ulaşmadı. Ama amigdalanın bir defosu var: Tehlikenin geçip geçmediğini, korkunun gerçek mi yoksa hayali mi olduğunu, savaşın bitip bitmediğini bazen unutuyor. Kronik stres altında, sürekli tehdit altında, yıllarca süren belirsizlik içinde amigdala büyüyor, şişiyor ve hipertrofiye uğruyor.
Bu noktadan sonra ise artık her şey tehdit oluveriyor: Bir bakış, bir ses, bir soru. Beyin sürekli alarm modunda zira. İşte göçmenlerin, mültecilerin, sürgündeki insanların taşıdığı yara tam olarak bu olsa gerek; görünmez ama somut, metaforik değil anatomik bir yara. Amigdala, bedenin tarih tuttuğu yer. Orada, her travma bir iz bırakıyor, her korku bir not düşüyor, her tehdit bir işaret koyuyor. Ve bu notlar, kuşaklar boyu okunmaya devam ediyor.
Malum; insanlık tarihi boyunca göç hep var oldu. Ama günümüzde göçün doğası değişti. Artık insanlar daha iyi bir yaşam için değil, sadece yaşayabilmek için göç ediyorlar. İki ana güç, milyonlarca insanı yurtlarından ediyor:
Ekonomik çöküş yaşayan ülkelerde insanlar yavaş yavaş eriyorlar. Açlık hemen gelmiyor; önce et sofrada azalıyor, sonra süt, sonra ekmek. Çocuklar okula gönderilmez çünkü hem okul masrafı var hem de çocuğun çalışması gerekiyor. Hastane artık lükstür. Gelecek planı yapmak aptallık gibi görünür çünkü yarın ne olacağı belirsizdir.
Bu ise, Shayegan’ın tarif ettiği ontolojik çatışmanın ekonomik tezahürü. Modernlik vadedilmiş ama gerçekleşmemiştir. Geleneksel yapılar çökmüş ama yerine modern bir sistem kurulamamıştır. İnsanlar, ne eski dünyalarına dönebilir ne de yeni dünyaya ulaşabilirler. Bu “arada kalma” hali, kronik bir stres durumu oluşturuyor. Beyin sürekli tehlike modunda, çünkü hayatta kalma mücadelesi her gün yeniden veriliyor.
Diktatörlüklerde ise tehdit daha akut. Tıpkı Erdal Öz’ün Yaralısın romanında olduğu gibi: Bir gece yarısı kapınız çalınabilir. Bir tweet yüzünden tutuklanabilirsiniz. Çocuğunuzun okuduğu kitap suç delili olabilir. Sokakta yürürken yanınızdan geçen sivil polis sizi gözetliyor olabilir.
Öz’ün romanında “Kalübeladan beri Müslümansın” diyen işkenceci gibi, modern diktatörlükler de bireyin inancını, kimliğini, değerlerini kendi iktidar diliyle tanımlar ve yok eder. Birey, kendi kimliğinin öznesi olmaktan çıkar, devletin tanımladığı bir nesneye dönüşür. Bu, farklı bir korku; ani, keskin, öngörülemez. Her an her şey değişebilir. Güvenlik hiçbir zaman garantili değildir.
Her iki durumda da – yavaş erime ya da ani şiddet – insan beyni aynı mekanizmayı devreye sokuyor: Amigdala.
Amigdala: Yaralı Bilincin Nöroanatomisi
Shayegan’ın “yaralı bilinç” kavramı, metaforik ve felsefi bir tanımlama. Ancak modern nörobilim bize gösteriyor ki bu yara, aslında beynin derinliklerinde, badem şeklinde küçük bir yapıda somut izler bırakıyor.
Beynin temporal lobunun içinde gizli olan amigdala, limbik sistemin bir parçası olarak duygusal işlemlemenin ve özellikle korku tepkilerinin merkezi rolünü oynuyor. İşleyişi ise şaşırtıcı derecede hızlı. Bir tehdit algılandığında – gerçek ya da algılanan – duyu organlarından gelen sinyaller düşünme merkezimizi (prefrontal korteks) bypass ederek doğrudan amigdalaya ulaşıyor. Bu, fıtraten hayat kurtarıcı bir mekanizma: “Önce hisset, sonra düşün.”
Amigdala devreye girdiğinde vücutta bir dizi fizyolojik değişiklik başlıyor: kalp hızı artar, kaslar gerilir, kortizol ve adrenalin gibi stres hormonları salgılanır, “savaş ya da kaç” tepkisi aktive olur. Bu sistem, kısa süreli tehditler için mükemmel çalışır. Tehlike geçtiğinde sistem kapanır, vücut normale döner.
Ama ya tehlike hiç geçmezse?
İşte burada, Shayegan’ın felsefi kavramlaştırması ile nörobilimin bulguları kesişiyor: Zira amigdala, tekrarlanan travmalara ve sürekli tehdit algısına son derece duyarlı.
Kısa süreli stres, beyin için yönetilebilirdir. Ama kronik stres – aylarca, yıllarca süren belirsizlik, korku ve tehdit – amigdalayı kalıcı olarak değiştiriyor. Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki kronik stres altında yaşayan insanlarda amigdala fiziksel olarak büyüyor (hipertrofi), sürekli tetik konumunda kalır ve normalden çok daha hızlı ve yoğun tepkiler veriyor.
Ve bu durum, Öz’ün romanındaki karakterin yaşadığı dönüşümle paralellik gösteriyor. İşkence yalnızca fiziksel bir yıkım değil; bireyin kimliğine, değerlerine, hafızasına yönelik de bir saldırı. Roman boyunca anlatıcının dili, “sen” zamiriyle kurularak okuru doğrudan bedenin ve zihnin maruz kaldığı işkencenin içine çekiyor. Bu, sadece edebi bir tercih değil, aynı zamanda travmanın kişiyi nasıl özneden nesneye dönüştürdüğünün temsili.
Göç etmek zorunda kalan insanlar da benzer bir dönüşüm yaşıyor. Yıllarca süren ekonomik sıkıntı ya da otoriter baskı altında geçen yaşam, amigdalayı zaten hassaslaştırmış, alarm sistemini zaten aşırı duyarlı hale getirmiştir. Bu insanlar yola çıktıklarında, fiziksel olarak ülkelerinden ayrılsalar da nörobiyolojik olarak travmalarını beraberlerinde taşırlar.
Yaralıyız ve bu yara sadece psikolojik değil, nöroanatomik. Çünkü bu tür bir sıkıntıya maruz kalmış insanların beyin yapısı değişir, sinir bağlantıları yeniden şekillenir, biyokimyasal dengeler bozulur.
Shayegan, yaralı bilinci “ne tam olarak geçmişe ait ne de tamamen modern olan, arada kalmış, çarpık bir yapı” olarak tanımlıyor. Göç deneyimi, bu kültürel şizofreniyi hem derinleştirir hem de somutlaştırıyor.
Sınırda beklemek. Kaçakçılara para vermek. Denizde botlarda ölüm korkusu yaşamak. Kamplarda insanlık dışı koşullarda yaşamak. Her an geri gönderilme korkusu. Dil bilmemek. Yabancı olmak. İşte bu yolculuk, zaten yaralı olan amigdalaya yeni darbeler vuruyor.
Ve sonunda, varış noktası: Yeni ülke. Ama bu varış, Shayegan’ın tarif ettiği ontolojik çatışmanın başka bir versiyonu.
Pek çok insan zanneder ki mülteciler güvenli bir ülkeye vardıklarında, tehlike geçtiğinde, amigdala da normale döner. Ne yazık ki, gerçek bu kadar basit değil. Mülteciler, sürgün edilmiş insanlar ve marjinalleştirilmiş azınlıklar, amigdala açısından benzersiz bir yük taşır zira.
Çoğu, ülkelerinde yaşadıkları şiddet, zulüm, yokluk gibi travmatik deneyimleri beraberlerinde getirir. Bu geçmiş deneyimler amigdalayı zaten hassaslaştırmış durumdadır. Beyin, geçmişte yaşanan tehditlerin anılarını taşır ve bu anılar, yeni ortamda bile tetiklenmeye hazır halde bekler.
Tıpkı Öz’ün romanında işkence gören karakterin bedeni gibi, göçmenin beyni de geçmişin izlerini taşır. “Kalübeladan beri” dayatılan kimlik gibi, göçmen de sürekli “nereden geldiği”yle tanımlanır, geçmişi bir damga gibi bedeninde taşır.
Yeni bir ülkede yasal statünün belirsizliği, sürgün edilme korkusu, ekonomik güvensizlik; bunların hepsi amigdalayı kronik alarm durumunda tutuyor. “Güvenli ülke” denen yer aslında hiç de güvenli hissettirmiyordur. Yarın ne olacağı belirsiz. İkamet izni çıkacak mı? Aile birleşimi olacak mı? İşe girebilecek mi?
Bu belirsizlik, tam da Shayegan’ın tarif ettiği durumun nörobiyolojik karşılığı: Ne eski dünyaya ait ne de yeni dünyaya. Arada, arafta, her an düşebilecek. Amigdala için bu, sürekli bir tehdit kaynağı.
Günlük hayatta karşılaşılan dışlanma, ötekileştirme, ayrımcı davranışlar küçük görünse de amigdala için sürekli bir tehdit kaynağı.
“Gerçekten nerelisin?” sorusu; tıpkı “Kalübeladan beri Müslümansın” ifadesi gibi, kimliğin başkası tarafından tanımlanması.
Markette şüpheli bakışlar; Öz’ün romanındaki “gözler”in gündelik versiyonu. Otobüste yanına kimsenin oturmaması; sosyal dışlanmanın sessiz şiddeti. Kiralık ev ilanlarında “sadece Almanlar” notu; sistemik ayrımcılığın yasal görünen yüzü.
İş başvurularında adın yüzünden elenmek; kimliğin bir mahkumiyet sebebine dönüşmesi.
Her biri küçük, önemsiz gibi görünüyor değil mi? Ne ki beyin için bunlar tehdit sinyalleridir. Her bakış, her soru, her şüpheli davranış amigdalayı tetikler. Alarm sistemi yeniden devreye girer. Ve sonra yeniden. Ve yeniden.
Bu ise aslında, Öz’ün romanındaki işkencenin gündelik, normalleştirilmiş versiyonudur adeta. İşkence odasının yerine, şehrin sokakları. İşkencecinin yerine, toplumun soğuk bakışları. Ama etki benzerdir: Kimliğin çözülmesi, benliğin parçalanması.
Aidiyetsizlik: Ontolojik Tehdit
İnsan beyni topluluk ve aidiyet için programlanmış. Fıtraten, kabileden dışlanmak ölüm anlamına gelirdi. Bu yüzden sosyal dışlanma, beyin için varoluşsal bir tehdit sinyalidir.
Sürekli “yabancı” olarak algılanmak, hiçbir yere tam olarak ait olmamak, köksüz ve kopuk hissetmek… Amigdala bunu hayati bir tehdit olarak yorumlar. Fiziksel güvenlik var olsa bile, psikolojik güvenlik eksiktir. Ve amigdala için, psikolojik tehdit de fiziksel tehdit kadar gerçektir.
Bu, Shayegan’ın “kültürel şizofreni” kavramının bireysel düzeydeki somutlaşmasıdır. Göçmen, ne eski kimliğinde kalabilir ne de yeni kimliği tam olarak benimseyebilir. Arada, parçalanmış halde yaşar.
Yaranın Nörobiyolojik ve Sosyolojik Sonuçları
Hiç üşenmedim, kavram ile bahsini ettiğim kitaplar arasında bir korelasyon da oluşturdum. Shayegan’ın kuramı ile Öz’ün romanı ve modern nörobilim bulgularını bir arada düşündüğümüzde, ortaya çıkan tablo şu:
Bu kronik stres durumu, beyin ve vücut üzerinde derin etkilere sebebiyet veriyor:
Hiperuyanıklık mesela… Amigdala sürekli tetikte olduğu için küçük uyaranlara bile aşırı tepki verilir. Bir kapı çarpması, bir siren sesi, beklenmedik bir dokunuş; bunların hepsi panik atağı tetikleyebiliyor. Vücut sürekli “tehlike var” modunda yaşıyor.
Düşünme ve Karar Verme Zorluğu: Amigdala hiperaktif olduğunda, prefrontal korteks, rasyonel düşünme, planlama, karar verme merkezimiz baskılanıyor. Bu yüzden travma yaşamış insanlar sıklıkla “düşünemiyorum”, “odaklanamıyorum”, “karar veremiyorum” derler. Bu bir irade zayıflığı değil, nörobiyolojik bir gerçekliktir.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB): Mülteci ve azınlık toplulukları arasında TSSB, depresyon ve anksiyete bozuklukları oranları, genel popülasyona göre 3-5 kat daha yüksektir. Bu sadece “psikolojik” bir sorun değildir, beyin yapısı ve işleyişinde ölçülebilir değişiklikler vardır.
Jenerasyonlar Arası Aktarım: Belki en şaşırtıcı bulgu bu. Araştırmalar, travmanın epigenetik olarak bir sonraki nesle aktarılabileceğini gösteriyor. Holokost mağdurlarının çocuklarında, 11 Eylül’de hamile olan annelerin bebeklerinde, savaş gazilerinin çocuklarında benzer epigenetik değişiklikler gözleniyor. Travma, DNA’ya dokunmadan genlerin ifadesini değiştiriyor ve bu değişiklikler kuşaklar arası geçiyor.
Yani yaralıyız ve bu yara sadece bizimle sınırlı kalmıyor, çocuklarımıza da geçiyor. Shayegan’ın kültürel şizofrenisi artık biyolojik bir gerçekliğe dönüşüyor.
Erdal Öz’ün anlatısı, yalnızca tarihi bir tanıklık değil, aynı zamanda medya temsilindeki seçiciliğin ve dilin bir “güç aygıtı” olarak kullanımının da ön habercisi mahiyetinde. Tıpkı Shayegan’ın “modernliğin dilini anlamadan onun aracına dönüşmek” olarak nitelediği durum gibi. Bugünün medya ortamında da kimlikler genellikle simgesel olarak temsil edilmekte, özne değil nesne konumunda sunulmakta.
Göçmenler artık sadece istatistikler olarak görünür: “50.000 mülteci sınırda bekliyor.”
Ama yaralı amigdalaları görünmez. Travmaları görünmez. Shayegan’ın tarif ettiği ontolojik çatışmaları görünmez. Onlar, “mülteci krizi”, “göç dalgası”, “güvenlik sorunu” gibi soğuk kavramlarla tanımlanır.
Tıpkı Öz’ün romanında işkence gören karakterin “sen” zamiriyle anlatılması gibi, medya dili de göçmeni nesne konumuna iter. Onun kendi sesi değil, başkalarının onun hakkındaki sözleri duyulur.
Peki bu yaralı insanlar nasıl yaşıyor?
Hiperaktif amigdala ile yaşamak, sürekli alarm durumunda olmak demek. Dünya tehlikeli bir yer gibi görünür. İnsanlara güvenmek zorlaşır. Gelecek planları yapmak anlamsız gelir çünkü her şey her an değişebilir. Uyku bozulur çünkü beyin asla tam olarak dinlenme moduna geçemez. İlişkiler zorlaşır çünkü çok özel (intimacy) güvenlik gerektiriyor, yaralı amigdala ise sürekli tetikte kalıyor.
Bu insanlar topluma “entegre olamıyor” dendiğinde, “çaba göstermiyor” dendiğinde, “kapanık” ya da “agresif” oldukları söylendiğinde belki de asıl soru şu olmalı: Yaralı bir amigdala ile “normal” yaşam sürmek nasıl bekleniyor?
Shayegan’ın yaralı bilinci, Öz’ün yaralı bedeni ve nörobilimin yaralı amigdalası, esasen hepsi aynı gerçeğe işaret ediyor: Travma, görünmez ama gerçektir. Kültürel ama aynı zamanda biyolojiktir. Bireysel ama aynı zamanda kolektiftir.
Umut Işığı: Bilincin İyileşme Kapasitesi
Ama işte tam bu karanlık noktada hem nörobilim hem de Shayegan bize bir umut ışığı sunuyor: Beyin plastiktir. Bilinç dönüşebilir.
Nöroplastisite; beynin kendini değiştirme, yeniden şekillendirme, iyileşme kapasitesi, bilimin bize öğrettiği en umut verici gerçeklerden biri. Amigdala da dahil olmak üzere, beyin yapıları sabit değil. Deneyimler beyne şekil veriyor ama bu, sadece travmatik deneyimler için değil, iyileştirici deneyimler için de geçerli.
Güvenli ortamlar, toplumsal kabul, psikolojik destek, terapötik müdahaleler ve zaman – bunların hepsi amigdalanın yeniden düzenlenmesine imkan tanıyor. Kronik stres nedeniyle büyümüş amigdala küçülebiliyor. Aşırı duyarlı alarm sistemi yeniden kalibre edilebiliyor. Baskılanmış prefrontal korteks güçlendirilebiliyor.
Benzer şekilde, Shayegan da yaralı bilincin iyileşebileceğini, ancak bunun yüzeysel modernleşme çabalarıyla değil, kökten bir öz eleştiri ve kültürel sentezle mümkün olabileceğini söyler. Ne tam olarak geçmişe dönmek ne de körü körüne Batı’yı taklit etmek – üçüncü bir yol, özgün bir sentez.
Ama bu, kendi başına olmaz.
Mülteci ve azınlıklara sunulan empati, sosyal destek, yasal güvenceler, ekonomik fırsatlar, psikolojik hizmetler, sadece insani bir görev değil, aynı zamanda nörobiyolojik bir iyileşme sürecini işaret ediyor.
Bir mülteciyi topluma “entegre etmek” demek, sadece dil kursu ve iş eğitimi vermek değildir. Asıl entegrasyon, yaralı bir amigdalanın iyileşmesine olanak tanıyan güvenli bir ortam inşa etmek olsa gerek. Bu ise yıllar alıyor. Sabır gerektiriyor. Empati gerektiriyor.
İnsan beyninin en ilkel korku merkezi olan amigdala, bize önemli bir şey hatırlatıyor: Güvenlik sadece fiziksel bir kavram değil. Psikolojik güvenlik, aidiyet, kabul görme, değerli hissetmek; bunlar beynimizin en temel ihtiyaçları.
Göçmenler, mülteciler, sürgündekiler, azınlıklar hasılı hepimiz yaralıyız. Ama bu yara bir zayıflık işareti değil, hayatta kalma mücadelesinin bir delili. Her yaralı amigdala, aslında dayanıklılığın, direnişin, yaşama tutunmanın bir işareti.
Ve evet, yaralıyız. Ama iyileşebiliriz. İyileşme hakkımız var. Ve bu iyileşme, sadece bireysel değil, toplumsal bir sorumluluk.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































