Ekrem İmamoğlu iddianamesi bir hukuk metni değil, politik bir hamle. Amacı adaleti sağlamak değil, muhalefetin enerjisini dağıtmak, korku üretmek ve CHP’yi hep savunmada tutmak. Bu hamle ise çok daha büyük bir stratejinin parçası: Yeni anayasa ve Erdoğan’a sınırsız seçilme hakkı. 2026’dan 2028’e uzanan net bir zaman çizelgesi var. Muhalefet iddianameyi tartışırken, Erdoğan rejimi kalıcı olarak dönüştürüyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
İmamoğlu iddianamesi esasen hukuki bir metin değil, siyasi bir hamle. Bu ayrım kritik öneme sahip çünkü bir metni okurken aradığımız şeyler mantık, tutarlılık, delil, argümandır. Oysa bir hamleyi okurken aramamız gereken şey niyet, strateji, etki ve sonuçtur.
İddianame metin olarak okunduğunda içindeki mantıksızlıklar, çelişkiler, hukuksuzluklar hemen göze çarpıyor zaten. Ve bu çarpıklıklar başta Özel olmak üzere CHPli medya ve diğerlerini çok mutlu ediyor. 3 bin 900 sayfalık bu devasa siyasi hacim, hukuki bir belge olarak incelendiğinde zayıf, hatta gülünç görünebilir. Ama bunlar hiç önemli değil çünkü metnin işlevi hukuksal değil, tamamen politik.
Oysa bazı sözler sadece bir şeyi tanımlamaz, aynı zamanda bir şey yapar. “Sizi karı koca ilan ediyorum!” demek, sadece bir durumu betimlemek değil, o durumu üretmektir. İddianame de böyle bir performatif eylemdir. Amacı gerçeği tanımlamak değil, gerçeği üretmektir.
İddianame öncelikle İmamoğlu’nu hedef gösteriyor ama bunu sadece hukuki bir suçlama düzeyinde değil, sembolik bir damgalama düzeyinde yapıyor. Onu sürekli gündemde tutarak kamuoyunda bir “sorunlu figür” imajı oluşturuyor. Bu sürekli gündemde kalma durumu, propagandacıların şahı Goebbels’in “damgalama” teorisini hatırlatıyor. Bir kez damgalanan birey, ne yaparsa yapsın o damgadan kurtulamaz. Artık İmamoğlu’nun her açıklaması, her hareketi artık bu damga üzerinden okunacak.
“Bakın, hakkında 3 bin 900 sayfalık iddianame hazırlanan biri!” çerçevesi, onun her eylemini kuşatıyor. Kendini ne kadar savunursa savunsun, savunma eylemi bile bir suçluluk işareti olarak algılanabilecek. Çünkü masum insanlar savunmaya ihtiyaç duymaz, değil mi? Bu kısır döngü, İmamoğlu’nu politik açıdan giderek daha zayıf bir konuma sokuyor.
İkinci olarak, iddianame CHP’yi sürekli savunma pozisyonunda tutuyor. Bu sadece taktiksel bir hareketten ibaret değil, stratejik bir zafer aynı zamanda. Her gün yeni bir suçlama, yeni bir tartışma, yeni bir gündem. Muhalefet sürekli olarak “Hayır, bu doğru değil!” demek zorunda kalıyor. Hamle yapamıyor, kendi gündemini kuramıyor, kendi hikayesini yazamıyor. Savaş teorisinde kritik bir prensip var: İnisiyatif.
İnisiyatifi elinde tutan taraf, savaşın seyrini belirler. İnisiyatifi kaybeden taraf ise sadece tepki verebilir. CHP tam olarak bu durumda. Erdoğan inisiyatifi elinde tutuyor, CHP sadece tepki veriyor. Ve siyasette, sürekli tepki veren taraf kaybeden taraftır. Çünkü toplumsal algıda tepki vermek, zayıflığın işaretidir. Güçlü olan saldırır, zayıf olan savunur. CHP ne kadar haklı olursa olsun, bu savunma pozisyonu onu giderek daha zayıf gösteriyor.
Üçüncü olarak, iddianame muhalefetin enerjisini sistematik bir şekilde dağıtıyor. Hukukçular 3 bin 900 sayfayı incelemekle meşgul, siyasetçiler hangi maddeye nasıl cevap vereceklerini tartışıyor, akademisyenler iddianamenin hukuki zaaflarını analiz ediyor. Herkes iddianamenin içeriğiyle uğraşıyor ama kimse iddianamenin işleviyle ilgilenmiyor. Oysa asıl önemli olan içerik değil, işlev.
“İddianame ne diyor?” sorusu yanlış soru. Doğru soru şu: “İddianame ne yapıyor?” Ve yaptığı şey muhalefetin sınırlı enerjisini, zaten kısıtlı olan kaynaklarını, bu juridik (Hukuki) labirentte tüketmek. Modern iktidar, bireyleri doğrudan baskılamak yerine, onları belirli alanlarda meşgul ederek, belirli sorularla uğraştırarak yönetir. İddianame tam olarak bunu yapıyor. Muhalefetin enerjisini anlamsız tartışmalara yönlendirerek, asıl stratejiyi görünmez kılıyor. Herkes ağaçları tartışırken ormanı kimse görmüyor.
Dördüncü olarak, iddianame muhalefetin içine sistematik bir korku salıyor. “Bugün İmamoğlu, yarın belki sen!” Bu his sadece siyasetçileri değil, tüm muhalif kesimi etkiliyor. Gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum aktivistleri, hatta sıradan vatandaşlar… Herkes düşünüyor: “Eğer İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında 3 bin 900 sayfalık iddianame hazırlanabiliyorsa, benim hakkımda ne yapılamaz ki?”
Bu korku ortamı, “panoptikon” kavramını akla getiriyor. Panoptikonda mahkumlar sürekli gözetlendiklerini bilirler ama ne zaman gözetlendiklerini bilmezler. Bu belirsizlik, sürekli bir korku üretir ve mahkumlar kendi kendilerine otosansür uygulamaya başlarlar. İddianame tam olarak böyle bir panoptikon etkisi üretmek için yazılmış.
Herkes potansiyel bir hedef olduğunu biliyor ama kimin ne zaman hedef alınacağını kimse bilmiyor. Bu belirsizlik, muhalefeti içten içe yıpratıyor, cesaretini kırıyor, sesini kısıyor. Ve iktidar için en etkili baskı, fiziksel baskı değil, psikolojik baskıdır. Çünkü fiziksel baskı direniş yaratır ama psikolojik baskı sindirir, sessizleştirir, etkisizleştirir.
Oysa yalın olan ve tüm ülkenin bildiği gerçek şu değil mi?
Evet, iddianamede yazılanların tamamını Erdoğan ve AKP yüzlerce kat ve yüzlerce kez işlemiştir. Bu doğru. Ama bu hiç önemli değil. Çünkü iktidar hukuku asimetrik olarak uygular. Hukukun evrensel ilkelerden değil, iktidarın çıkarlarından türediği bir düzende, “AKP de aynısını yaptı!” demek hiçbir işe yaramaz.
Muhalefetin bu asimetriyi görmemesi, hala “hukukun herkese eşit uygulanması gerektiği” yanılsamasında olması, trajedisinin bir parçası.
Peki çözüm nedir?
Yargıyı toptan reddetmek. Sadece bu iddianameyi değil, tüm siyasi davaları reddeden bir duruş sergilemek. “Bu mahkemeler meşru değildir, bu yargılama kabul edilemez, biz bu oyunu oynamıyoruz” demek.
Ama CHP bunu yapamıyor. Çünkü CHP’nin kimliği “hukuk devleti” vaadine dayalı. Hukuku toptan reddetmek, CHP’nin kimliğini de reddetmek anlamına gelir. İşte Erdoğan’ın tuzağı tam da burada: CHP’yi kendi kimliği içinde boğmak.
Erdoğan’ın gerçek hedefi
İmamoğlu operasyonunu izole bir olay olarak görmek, Erdoğan’ın stratejik dehasını küçümsemek anlamına gelir. Bu operasyon aslında çok daha büyük, çok daha uzun vadeli, çok daha kapsamlı bir stratejinin sadece bir parçası, belki de en kritik parçası. Erdoğan’ın gerçek hedefi İmamoğlu’nu siyaseten bitirmek değil, onun bitişini kullanarak çok daha büyük bir dönüşümü gerçekleştirmek. Ve bu dönüşüm yeni anayasa ve kendisine sınırsız seçilme hakkı veren bir rejim değişikliği.
Bu değişiklik için Erdoğan’a dört temel şart gerekiyor ve her birini sistematik olarak inşa ediyor. İlk şart zayıflamış bir muhalefet. İmamoğlu ve Yavaş devre dışı bırakıldığında, CHP’nin elinde hiçbir karizmatik lider kalmayacak. Parti parçalanacak, içine kapanacak, etkisiz hale gelecek. Bu sadece bir tahmin değil, Erdoğan’ın hesapladığı bir sonuç. CHP’nin kurumsal yapısı zaten zayıf, partinin gücü tamamen kişilere bağlı. Bu kişiler etkisizleştirildiğinde parti çökecek. Ve Erdoğan tam olarak bunu yapıyor.
İkinci şart Kürt hareketinin susturulması. Erdoğan burada zorla değil, pazarlıkla ilerliyor. Af yasası ile kısa vadeli bir uzlaşma, bazı sembollerin verilmesi, bazı tavizlerin gösterilmesi. Kürt hareketi uzun yıllardır demokratikleşme talep ediyor ama Erdoğan onlara demokrasi yerine siyasi rant veriyor. Ve şaşırtıcı olan şu ki, bu strateji işliyor. Kürt hareketi demokratikleşme mücadelesini askıya alarak, kısa vadeli kazanımları tercih ediyor. Bu Erdoğan için büyük bir zafer çünkü Kürt hareketi susturulduğunda, Türkiye’nin en önemli demokratik dinamiklerinden biri etkisizleşmiş oluyor.
Üçüncü şart MHP’nin desteği. Bu zaten var. Bahçeli Erdoğan’ın stratejik ortağı haline geldi. MHP’nin milliyetçi tabanı da Erdoğan’ın otoriter projesiyle çelişmiyor, hatta onu destekliyor. Bu ittifak Erdoğan’a mecliste ihtiyaç duyduğu sayısal gücü sağlıyor. Anayasa değişikliği için gerekli olan desteği çoktan elde etti.
Dördüncü ve belki de en kritik şart toplumsal yorgunluk. “Artık yeter, kim olursa olsun yönetsin, bıktık bu kavgalardan!” duygusu. Bu duyguyu inşa etmek için Erdoğan sistematik bir psikolojik operasyon yürütüyor. Sürekli kriz, sürekli gerginlik, sürekli belirsizlik. Toplum o kadar yoruluyor ki sonunda “Ne olursa olsun, kim olursa olsun, bari istikrar olsun!” demeye başlıyor. Ve işte o anda Erdoğan yeni anayasayı sunuyor. “Bu anayasa ile her şey düzelecek, kavgalar bitecek, istikrar gelecek.” vaadiyle. Yorgun toplum bu vaade inanmak istiyor çünkü başka umut kalmadı.
Erdoğan bu dört koşulu sağlamak üzere ve her biri için somut adımlar atıyor. İmamoğlu iddianamesi birinci koşulun sağlanması için atılan kritik bir adım. Bu sadece bir iddianame değil, büyük bir satranç oyununda atılan kritik bir hamle.
Erdoğan’ın kafasında net bir zaman çizelgesi var ve bu çizelgeyi adım adım uyguluyor. 2026 sonu ile 2027 başı arasında İmamoğlu siyasi yasaklı hale getirilecek. Mahkeme süreci uzayabilir ama sonuç belirli. İmamoğlu bir süre daha direnebilir, uluslararası desteğe başvurabilir, kamuoyu oluşturmaya çalışabilir ama bunların hiçbiri sonucu değiştirmeyecek. Çünkü oyun zaten kurulmuş, kararlar zaten verilmiş. Geriye kalan sadece formalite.
2026 ortasında sıra Yavaş’a gelecek. Henüz nasıl bir strateji izleneceği belirsiz ama Yavaş’ın da hedef tahtasına konulacağı kesin. Belki yeni bir dava, belki farklı bir skandal, belki ekonomik bir suçlama. Erdoğan Yavaş’ı doğrudan vurmak yerine dolaylı yollardan zayıflatmayı tercih edebilir. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kaynaklarını kesmek, projelerini engellemek, Yavaş’ın etrafındaki isimleri hedef almak. Sonuç ne olursa olsun, Yavaş da 2026 sonuna kadar etkisizleştirilmiş olacak.
2026 sonunda CHP içinde büyük bir kriz patlak verecek. İmamoğlu ve Yavaş devre dışı kaldığında, parti içindeki fraksiyonlar birbirine girecek. Belki bir kongre, belki bir bölünme, belki ikisi birden. Özel’in liderliği sorgulanacak, alternatif isimler gündeme gelecek ama hiçbiri karizmatik olmayacak. CHP tarihinin en derin krizine girecek ve bu krizden çıkması yıllar alacak.
2027 yılında, muhalefet tamamen etkisizleştirildiğinde, yeni anayasa çalışmaları resmen başlayacak. Meclisteki görüşmeler, komisyon raporları, kamuoyu yoklamaları. Her şey çok demokratik görünecek ama sonuç zaten belirli. Anayasa Erdoğan’ın istediği şekilde hazırlanacak: başkanlık sisteminin güçlendirilmesi, cumhurbaşkanının yetkilerinin artırılması, denge ve denetim mekanizmalarının zayıflatılması ve en önemlisi, cumhurbaşkanının seçilme sayısına getirilen sınırın kaldırılması.
Ardından yeni anayasa referanduma sunulacak. Toplumsal yorgunluk o noktaya ulaşmış olacak ki, insanlar “artık ne olursa olsun kabul edelim de bari bitsin” diyecek. Muhalefet “hayır” kampanyası yapacak ama enerjisi kalmamış, kaynakları tükenmiş, liderliği çökmüş bir muhalefet etkili olamayacak. Referandum dar bir farkla da olsa kabul edilecek. Veya belki geniş bir farkla, çünkü toplum o kadar yorgun ki değişim vaadine sarılacak.
2028’de Erdoğan yeni anayasa ile tekrar cumhurbaşkanlığı seçimlerine girecek ve kazanacak. Muhalefet zaten bitmiş, karşısında ciddi bir rakip olmayacak. Belki sembolik bir aday çıkar, belki birkaç küçük parti birleşir ama hiçbiri Erdoğan’a karşı gerçek bir tehdit oluşturamaz. Erdoğan 2028’de kazandığında, 2033’e kadar garanti olarak iktidarda kalacak. Ama muhtemelen 2033’te de tekrar seçilecek çünkü o zamana kadar sistem tamamen değişmiş, muhalefet tamamen etkisizleşmiş, alternatif tamamen yok edilmiş olacak. Belki 2038, belki 2043, belki daha da uzun. Türkiye’nin rejimi kalıcı olarak dönüşmüş olacak. Otoriter başkanlık sistemi artık Türkiye’nin yeni normu haline gelecek.
Devam edeceğiz…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































