Erdoğan muhalefeti tek bir darbeyle yok etmiyor; beş ayrı cepheden sistematik bir kuşatma yürütüyor. Hukuki, medyatik, ekonomik, psikolojik ve ideolojik. İmamoğlu iddianamesi bu stratejinin son halkası. CHP hala “Hukuk kazanacak!” derken, Erdoğan muhalefetin moralini, kaynaklarını ve söylemini sistematik olarak eritiyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
CHP’nin en büyük problemi, ontolojik güven yanılgısıdır. Parti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olmanın verdiği varoluşsal bir kesinlik içinde hareket ediyor. “Biz her zaman var olacağız!” inancı, sanki CHP’nin varlığı doğal, kaçınılmaz ve değişmez bir gerçeklikmiş gibi algılanıyor. Oysa siyasette hiçbir şey ontolojik olarak garantili değildir. Parti’nin bu inancı üç temel varsayıma dayanıyor ve üçü de ciddi şekilde sorunlu.
İlk varsayım, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin sağlam olduğu ve bu temellerin CHP’yi de koruyacağı yönünde. CHP kendini cumhuriyetle özdeşleştirdiği için, cumhuriyetin devam ettiği sürece kendisinin de var olacağına inanıyor. Ama bu varsayım iki açıdan yanlış.
Birincisi, cumhuriyetin temelleri düşünüldüğü kadar sağlam değil. 2016 darbe girişimi sonrası yaşananlar, cumhuriyetin kurumsal yapısının ne kadar kırılgan olduğunu gösterdi. Yargı, ordu, üniversite, medya, hepsi büyük ölçüde dönüştürüldü veya etkisizleştirildi.
İkincisi ve daha önemlisi, cumhuriyet ile CHP arasındaki özdeşlik artık geçerli değil. Erdoğan tam olarak bunu yaptı: Cumhuriyeti yeniden tanımlayarak CHP’yi dışarıda bıraktı. Artık “cumhuriyetçi” olmak CHP’li olmayı gerektirmiyor, hatta Erdoğan kendini de “yeni cumhuriyetin” kurucusu olarak konumlandırıyor. Bu, CHP’nin ontolojik temelini kaybetmesi anlamına geliyor.
İkinci varsayım, hukuk devletinin eninde sonunda işleyeceği yönünde. Bu belki de CHP’nin en derin yanılsaması. Parti, sanki hukukun kendi içinde otomatik bir düzeltme mekanizması varmış gibi davranıyor. “Bugün haksızlık yapılıyor ama yarın mahkemeler düzeltecek!” mantığı. Oysa bu, hukukun özerkliğine dair liberal bir illüzyon. Hukuk hiçbir zaman tam anlamıyla özerk değildir; her zaman iktidar ilişkilerine gömülüdür.
Türkiye’de hukuk, son 10 yılda tamamen araçsallaştırıldı. Artık hukuk, iktidarın dışında kendine özgü bir mantıkla işlemiyor; iktidarın bir uzantısı olarak işliyor. CHP bunu görmüyor veya görmek istemiyor çünkü hukuka inanç, yıllardan beri -hukuk hep kurucu partiye iltimas geçtiğinden olsa gerek- partinin kimliğinin temel bir parçası. Hukuku sorgulamak, CHP’nin kendi varoluş nedenini sorgulamak anlamına geliyor. Bu yüzden parti, hukuk sisteminin çökmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşemiyor ve hala “hukuk kazanacak” nakaratını tekrarlıyor.
Üçüncü varsayım, toplumun demokratik reflekslerinin her zaman muhalefetin arkasında duracağı yönünde. Bu varsayım, toplumun doğası gereği demokratik olduğu ve antidemokratik gelişmelere karşı otomatik olarak tepki vereceği fikrini içeriyor. Kitle psikolojisinden biraz anlayanlar çok iyi bilir ki, kitleler rasyonel değil, duygusaldır. Korku, yorgunluk, ekonomik sıkıntı gibi faktörler toplumun demokratik reflekslerini kolayca bastırabilir.
2013 Gezi direnişi, toplumun demokratik reflekslerinin son büyük patlamasıydı. Ama o günden bu yana on iki yıl geçti ve toplum değişti. Artık sokağa çıkan yok, protesto eden yok, direnç göstermeye çalışan çok az. Toplumsal yorgunluk ve depolitizasyon o kadar derinleşti ki, CHP İmamoğlu ilk tutuklandığında ardında kümelenen o enerjiyi elinin tersiyle itti. Ve şimdi de hala “halk bizimle” diyor ama gerçekte halk pasif ve umutsuz.
Bu üç varsayımın hepsinin yanlış olduğu 2013’ten bu yana giderek daha açık hale geldi. Ama CHP hala bu varsayımlarla hareket ediyor. Çünkü bu varsayımlar sadece stratejik değil, aynı zamanda psikolojik ve kimliksel. Bunları terk etmek, CHP’nin kendini terk etmesi anlamına geliyor. İşte bu yüzden parti, gerçeklikle yüzleşmek yerine, kendi illüzyonları içinde var olmayı tercih ediyor. Bu tam anlamıyla bir varoluşsal körlük—sadece dışarıyı değil, kendi içini de görememek.
CHP’nin bir diğer trajik özelliği, normatif siyaset fetişizmi. Parti sürekli olarak “nasıl olması gerektiği” üzerinden düşünüyor, konuşuyor ve eylem planları yapıyor. Hukukun işlemesi gerektiğini, adaletin yerini bulması gerektiğini, demokrasinin kazanması gerektiğini, cumhuriyetin değerlerinin korunması gerektiğini söylüyor. Bu “gereklilik” söylemi, Kant’ın kategorik zorunluluğunu andırıyor; evrensel, aşkın, değişmez ilkeler. Ama Machiavelli’den bu yana siyaset teorisi bize şunu öğretti: siyasette “nasıl olması gerektiği” değil, “nasıl olduğu” önemlidir. Machiavelli’nin meşhur sözünü hatırlayalım: “İnsanların nasıl yaşadıkları ile nasıl yaşamaları gerektiği arasında o kadar büyük bir fark vardır ki, olması gerekene bağlı kalıp gerçeği görmezden gelen kişi, kendini korumak yerine mahveder.”
Erdoğan tam olarak bu Machiavellici gerçekçilik içinde hareket ediyor. O, hukukun işlemediğini, adaletin olmadığını, demokrasinin askıya alındığını bilerek ve isteyerek oyununu kuruyor. Bu gerçekliği kabul ettiği için, gerçekliğin içinde etkili bir şekilde manevra yapabiliyor. CHP ise hala normatif düzlemde duruyor ve “böyle olmamalı” diyerek tepki veriyor. “Ama böyle olmamalı!” demek, “böyle olduğu” gerçeğini değiştirmiyor. CHP Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyor, AİHM’e dilekçe veriyor, “Hukuk kazanacak” diyor. Oysa Erdoğan zaten hukuku askıya almış durumda. CHP’nin başvuruları, dilekçeleri, itirazları sadece sembolik birer jeste dönüşüyor. Gerçek dünyada hiçbir karşılığı yok.
Bu normatif siyaset fetişizmi, aynı zamanda CHP’nin pasifleşmesinin de nedeni. Çünkü normatif düşünce her zaman reaktiftir, asla proaktif değildir. Normatif düşünce, mevcut durumu ideal durumla karşılaştırarak eleştirir ama yeni bir durum oluşturmaz. CHP sürekli olarak “bu yanlış, bu haksızlık, bu kabul edilemez” diyor ama asla “o halde biz şunu yapacağız” demiyor, diyemiyor nedense. Veya dediğinde, yaptığı şey yine normatif çerçeve içinde kalıyor; mahkemelere başvurma, kamuoyu oluşturma, bildiri yayınlama. Bunların hiçbiri, mevcut güç dengesini değiştirmek için yeterli değil.
Burada “sorumluluk etiği” ile “niyet etiği” arasındaki fark devreye giriyor. Niyet etiği, doğru olanı yapmakla ilgilenir, sonuçları önemsemez. Sorumluluk etiği ise, sonuçları önemser ve eylemleri bu sonuçlara göre ayarlar. CHP’nin siyaseti tamamen niyet etiğine dayanıyor, “Biz doğru olanı yapıyoruz.” diyerek kendini teselli ediyor ama sonuçlar felaket.
CHP’nin belki de en can alıcı problemi, sürekli olarak tepki verme modunda olması ve hiçbir zaman inisiyatif alamama durumu. Her sabah Erdoğan’ın gündemini takip ediyor, ona cevap veriyor, onu eleştiriyor. Kendi gündemini kurmuyor, kendi hikayesini yazmıyor, kendi söylemini inşa etmiyor. Bu tepkisellik tam bir pasif devrim durumu oluşturuyor; görünürde muhalefet var ama gerçekte hiçbir şey değişmiyor çünkü muhalefet sadece mevcut düzeni eleştiriyor, alternatif bir düzen kuramıyor.
İmamoğlu iddianamesi geldiğinde CHP ne yaptı?
Derhal basın toplantısı düzenledi, avukatlar görevlendirildi, savunma stratejisi belirlendi, sosyal medya kampanyaları başlatıldı. Ama kimse şunu sormadı: “Bu hamlenin ötesinde ne var? Erdoğan gerçekte neyi hedefliyor? Biz bu oyuna nasıl karşı koyabiliriz?”
Stratejiyi görmek yerine taktik hamlelerle yetinmek, CHP’nin kronik problemi. Oysa bilenler bilir; taktik, muharebede kazanmaktır; strateji, savaşı kazanmaktır. CHP taktik düzeyde bazen başarılı olabiliyor, bir dava kazanmak, bir seçim kazanmak, bir belediye almak. Ama stratejik düzeyde sürekli kaybediyor çünkü büyük resmi görmüyor.
Bu tepkisellik aynı zamanda CHP’yi erkek bir siyasi özne olmaktan çıkarıp dişil bir nesneye dönüştürüyor. Malum, özne eylemi başlatan, nesne ise eyleme maruz kalandır. CHP artık eylemi başlatmıyor, sadece maruz kalıyor. Erdoğan hamle yapıyor, CHP tepki veriyor. Erdoğan yeni bir söylem üretiyor, CHP onu eleştiriyor. Bu asimetrik ilişki, CHP’yi giderek daha zayıf, daha etkisiz, daha görünmez hale getiriyor. Çünkü siyasette görünür olmak, inisiyatif almakla mümkün. CHP inisiyatifi kaybettiği için, giderek görünmez oluyor.
CHP içindeki derin çatlaklar herkesin malumu. Üç farklı kesim arasında kırılgan bir denge var ama hiçbir sentez yok. Geleneksel CHP’liler, parti geleneğine bağlı, ideolojik, Kemalizm’e yakın bir çizgide duruyor. İmamoğlu taraftarları ise popülist, geniş kitlesel taban arayan, pragmatik bir söylem benimsiyor. Yavaş taraftarları ise muhafazakar demokrat kesimlere yakın, milliyetçi bir üslup kullanıyor. Bu üç kesim arasında gerçek bir diyalog yok, sadece geçici bir birlikte durma hali var. Bu bir tür bastırma mekanizması; sorunları görmezden gelerek yokmuş gibi davranmak. Ama bastırılanlar geri döner ve genellikle en kötü zamanda geri döner.
Erdoğan bu kesimleri birbirinden ayırmak için İmamoğlu’nu hedef alıyor. İmamoğlu devre dışı kaldığında, onun taraftarları hayal kırıklığına uğrayacak. Bir kısmı siyasetten tamamen soğuyacak, bir kısmı başka partilere bakacak, bir kısmı ise CHP içinde öfkeli bir muhalefet oluşturacak. Yavaş taraftarları ise, zaten İmamoğlu’nun popülist söyleminden rahatsız oldukları için, bu durumdan gizliden gizliye memnun olacak. Ama bu memnuniyet uzun sürmeyecek çünkü sıra Yavaş’a geldiğinde, o da benzer bir kaderi yaşayacak. Ve her defasında CHP biraz daha parçalanacak, biraz daha küçülecek, biraz daha etkisiz hale gelecek.
Büyük düşünür Lacan’ın “hayalet birlik” kavramını hatırlayalım; görünüşte bütün olan ama gerçekte parçalardan oluşan, ve bu parçalar arasında hiçbir organik bağ olmayan bir yapı. CHP tam olarak böyle bir hayalet birlik. Dışarıdan bakıldığında bir parti gibi görünüyor ama içeriden bakıldığında birbirine düşman fraksiyonlar var. Ve Erdoğan bu fraksiyonları birbirinden ayırmak için sistematik bir operasyon yürütüyor. CHP ise bu operasyonu görmüyor, görmek istemiyor, belki de göremeyecek kadar kendi iç sorunlarıyla meşgul. Bu varoluşsal körlük, korkarım ki partinin sonunu getirecek.
Devam edeceğiz.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































