İDRİS GÜRSOY | YORUM
Türkiye’de devletin psikolojik harp geleneği, düşünceyi, inancı ve vicdanı merkeze alan isimleri sistematik biçimde hedef aldı. Bu çizgide yer alan en çarpıcı figürlerden biri hiç kuşkusuz Bediüzzüman Said Nursi’dir.
Nursi, hem tek parti döneminde hem de çok partili hayata geçildikten sonra sürgün, tecrit, hapis ve sürekli gözetim altında geçen bir ömre rağmen davasından vazgeçmedi; kendisini hedef alan yapılarla mücadelesini hukuk ve demokrasi zemininde yürüttü.
Tek Parti döneminde sistematik tasfiye
Cumhuriyet’in ilk yılları, rejimin kendisi dışında hiçbir düşünce ve inanç odağına tahammül etmediği bir dönemdi. Said Nursi bu süreçte Barla, Isparta ve Kastamonu başta olmak üzere birçok şehirde zorunlu ikamete tabi tutuldu.
Talebeleri fişlendi, yazdıkları “rejim için tehdit” olarak sunuldu. Devletin uyguladığı psikolojik harp yöntemleri, onu toplumdan koparmayı ve etkisizleştirmeyi hedefliyordu.
Mahkemeleri kürsüye çeviren bir duruş
Said Nursi hakkında açılan davalar, sıradan birer yargılama olmaktan ziyade, onu toplumsal ve fikrî alandan silmeyi hedefleyen psikolojik harekâtın hukuki ayağıydı. Eskişehir, Denizli ve Afyon mahkemeleri başta olmak üzere birçok kez yargılandı.
Suçlamalar çoğunlukla benzerdi: Rejime muhalefet, gizli cemiyet kurmak, halkı isyana teşvik etmek… Ancak bu iddiaların büyük bölümü mahkemelerde çürütüldü; pek çoğu beraatle sonuçlandı.
Buna rağmen soruşturmaların artarak devam etmesi, asıl amacın adalet değil, yıldırma ve itibarsızlaştırma olduğunu gösteriyordu. Hukuk, burada adaleti tesis eden bir mekanizma olmaktan çıkarılıyor; baskının ve korkunun kurumsal aracına dönüştürülüyordu.
Said Nursi ise bu süreci bir teslimiyet alanı değil, bir hakikat kürsüsü olarak gördü. Mahkemelerde yalnızca kendini savunmakla kalmadı; aynı zamanda yapılan hukuksuzlukları hukuk diliyle teşhir etti. Yazılarının şiddeti değil, ahlaki arınmayı ve manevi dirilişi hedeflediğini ısrarla vurguladı. Onun bu tavrı, psikolojik harp karşısında “müsbet hareket” anlayışının en somut örneklerinden biriydi.
Nursi, devleti doğrudan hedef alan bir söylem yerine, devleti yanıltan ve onu kendi halkına karşı konumlandıran bir odağa işaret ediyordu. Ona göre sorun, devletin kendisi değil; adliyeyi ve bürokrasiyi yanlış raporlar ve korku siyasetiyle yönlendiren karanlık bir merkezdi. Bu yönüyle Said Nursi, devleti hukukun içinde kalmaya ve anayasal meşruiyete sadık olmaya davet ediyordu.
Çok partili dönemde değişmeyen zihniyet
1946 sonrası çok partili hayata geçilmesine rağmen, Said Nursi üzerindeki baskı bütünüyle sona ermedi. Yöntemler kısmen değişse de zihniyet büyük ölçüde aynı kaldı. Takip, gözetim, seyahat kısıtlamaları ve itibarsızlaştırma kampanyaları devam etti.
Bu dönemde de Nursi, talebelerine sürekli olarak şiddetten uzak durmayı, asayişi bozmamayı ve hukukun dışına çıkmamayı telkin etti. “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Asayişi muhafaza etmektir. Zulme rıza zulümdür.” diyordu.
Psikolojik harbe karşı sabır, vicdan ve hakikat
Devletin onu “tehlikeli unsur” olarak kodlamasına rağmen Said Nursi hizmetten bir an dahi vazgeçmedi. Hücrelerde, tecrit altında, çoğu zaman kâğıda ve kaleme erişimin dahi engellendiği koşullarda Risale-i Nur’u telif etmeye devam etti. Bu eserler talebeleri tarafından el yazısıyla çoğaltıldı, gizli yollarla Anadolu’nun dört bir yanına ulaştırıldı ve kuşaktan kuşağa aktarıldı.
Risale-i Nur Külliyatı bugün yaklaşık 130 risaleden oluşan, binlerce sayfalık devasa bir külliyat olarak karşımızda durmaktadır. Matbaalarda basımın yasak olduğu dönemlerde bu eserler, tamamen el yazısıyla çoğaltılmış, gizli okuma halkalarıyla dolaşıma sokulmuş ve Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar ulaşmıştır.
Sonunda kazanan, sürgünler ve mahkemeler değil; Risale-i Nur’un köylerden şehirlere, evlerden kalplere uzanan sesi oldu. Said Nursi bize şunu gösteriyor: Kara propagandaya korkuyla değil, hakikatle; baskıya suskunlukla değil, hukuk ve vicdanla karşılık verilebilir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































