Kureyş uluları ne yaparlarsa yapsınlar, Hz. Peygamber ve grubunu bölemiyor, engelleyemiyorlar, Dârünnedve’de toplantı üstüne toplantı yapıyorlardı. Bu toplantılarda en çok konuşulan konulardan biri, Müslümanları nasıl etiketlemeleri gerektiği konusuydu. Kimi, “Büyücü”, kimi “Mecnun”, kimi ise “Sihirli şair diyelim” derken arkalardan sinsi bir ses çok tutulacak olan etiketi haykırdı: “Meczup diyelim!”
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Mekke, Miladi 615 civarı… Kâbe’nin kuzeyinde, kapısı mübarek eve doğru açılan o meşum bina, yine Kureyş’in ileri gelenlerini bünyesinde toplamıştı. Dârünnedve – Toplantı Evi – adeta bir savaş karargâhına dönmüştü. Çünkü artık sıradan bir toplumsal mesele değil, varoluşsal bir tehdit masada duruyordu. Ve bu tehdide bir isim, bir tanım, bir strateji bulmak gerekiyordu.
Velid bin Muğire, Kureyş’in en zengin ve nüfuzlu simalarından biriydi. Ticaret kervanlarının efendisi, malın ve makamın sahibi… Ama içinde bir fırtına kopuyordu. İlk ayetleri duyduğunda kalbinde bir sarsıntı olmuştu. O kelimelerin vahiy olduğunu anlamıştı en azından ruhu bunu biliyordu. Ancak aklı, çıkarları, konumu… Hepsi başka türlü konuşuyordu.
Evinin köşesinde oturmuş, kendi kendine hesap yapıyordu: “Acaba bu ayetlere inandığımı söylesem ticaret yollarıma mani olur mu? Param eksilir mi? Evimi taşımak zorunda kalır mıyım? Dostlarım, sülalem, Kureyş bana ne der?”
Ve işte o an, tarihin seyrini değiştirecek bir karar verdi. Kalbi ne diyorsa desin, aklının ve çıkarlarının sesini dinlemeyi seçti. Düşündü, taşındı, ölçtü biçti… Ve sonunda sırtını döndü.
“Yarattığım o şahsı (cezalandırmak üzere) tek başına bana bırak! Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim; önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi! Hayır, umduğu gibi olmayacak! Çünkü o, ayetlerimize karşı -inatla- direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! O, düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti. Sonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!” (Müddessir, 11-19)
Velid bin Muğire, kararını verdiğinde yetinmedi. Kureyş’in ileri gelenlerini Dârünnedve’ye topladı. Çünkü Muhammed’in (ASM) etkisi artık kontrol edilemez boyutlara geliyordu. Aileler bölünüyor, köle ile efendisi eşitleniyordu. Ataların dini sorgulanıyor, putlar aşağılanıyordu. Ve en kötüsü, Muhammed’in sözleri kalplere işliyor, akılları fethediyordu.
O gün Dârünnedve’de toplanacak olanlar, sadece bir toplantıya gitmiyorlardı. Gidecekleri yer, bir savaş meclisiydi. Ve bu savaşta silahları kelimeler, stratejileri ise karalama kampanyası olacaktı.
Kâbe’nin kuzeydoğusunda, tavafın bittiği noktanın hemen arka tarafında yükselen Dârünnedve’nin kapıları, o gün bir kez daha Kureyş’in seçkinlerini içine aldı. İçeride Velid bin Muğire, Ebû Cehil, Ebû Leheb ve daha niceleri vardı. Ama asıl dikkat çeken figür, köşede sessizce oturan, keskin zekâsıyla tanınan, “Kureyş’in Şeytanı” lakaplı Nadr bin Haris idi.
Nadr, sıradan bir müşrik değildi. O, Hire’ye gitmiş, Sasani İmparatorluğu’nun kültürüyle tanışmış, şiir, hikâye ve musikiye dair bilgiler edinmişti. Entelektüel bir manipülatördü. Doktordu, şairdi, stratejistti. Ve Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı düşmanlığı, nefesinin her zerresine sinmişti.
Efendimiz birine tebliğ yaptığında, Nadr hemen arkasından gider, o kişinin yanına oturur, akıllarını karıştırır, İsfandiyar ve Rüstem hikâyeleri anlatır, aldığı cariyelerle adamın aklını başından alır, sonunda onu İslam ve peygamberine düşman ederdi. O, bir gölge gibi Resulullah’ın izindeydi ama karanlığın gölgesi…
Ve toplantı başladı…
Velid bin Muğire, oturanlara baktı ve derin bir nefes aldı. Sözlerine şu cümlelerle girdi söze: “Ey Kureyş ileri gelenleri! Hac mevsimi yaklaşıyor. Arapların dört bir yanından insanlar Mekke’ye gelecekler. Muhammed’in şöhretini duymuşlar. Bizim ona karşı tutumumuzu merak ediyorlar. Eğer biz onlara farklı farklı şeyler söylersek, aramızda ihtilaf olduğu anlaşılır ve bu bizi zayıf düşürür. O halde, ona dair ortak bir söylem belirleyelim ki herkes aynı şeyi söylesin.”
Meclistekiler başlarını salladılar. Mantıklıydı. Ama ne diyeceklerdi? Muhammed’i (SAV)nasıl tanımlayacaklardı?
İlk Teklif: “Ona Şair Diyelim!”
Muğire devam etti: “Gelin, ona şair diyelim. Sözleri etkileyici, insanları büyülüyor. Şiir gibi…”
Bu sözler henüz tamamlanmamıştı ki köşeden hafif bir kıkırdama sesi yükseldi. Nadr bin Haris, alaycı bir gülümsemeyle bakıyordu. Velid bir an duraksadı ama devam etti…
Bu esnada Ebu Cehil girdi söze: “Şair mi? Ama Araplar şiiri bilir. Muhammed’in söyledikleri vezne, kafiyeye uymaz. Şiir değildir bu.”
Velid bin Muğire: “O halde, büyücü müdür? Evet, işte bu! Gelin ona büyücü diyelim! İnsanları sözleriyle büyülüyor, aileler arasına fitne sokuyor!”
Köşedeki gülümseme büyüdü. Nadr bin Haris, şimdi sesli bir şekilde gülmeye başlamıştı. Diğer katılımcılar ona döndü, rahatsız olmuşlardı.
Ebu Sufyan’ın sessizdi ama sinsiydi: “Büyücü deseniz… Büyücüler düğüm atar, üfler, tılsımlar yapar. Muhammed’in böyle bir şey yaptığını kim görmüş?”
Velid bin Muğire biraz sıkılmaya başlamıştı. Ama vazgeçmedi: “Öyleyse… Mecnun! Evet, cinlenmiş biri! Aklı başında değil, hezeyanlar savuruyor!”
Bu sefer Nadr bin Haris’in kahkahası meclisi doldurdu. Artık kimse onun gülüşünü görmezden gelemezdi. Velid bin Muğire öfkeyle döndü: “Niye gülüyorsun, ey Nadr?! Söylediğimiz her şeye gülüyorsun! O halde sen söyle, ne diyelim bunlara?”
Şeytanın Stratejisi
Meclis sustu. Herkes Nadr bin Haris’e döndü. Kureyş’in en zeki, en kurnaz, en tehlikeli düşmanı, yavaşça ayağa kalktı. Gözlerinde soğuk bir parıltı vardı. Nadr konuşmaya başladı: “Ona şair diyelim diyorsunuz… Peki, onun şiir yazdığını kim görmüş? Arap şiirini biliriz; kaside, gazel, hiciv, mersiye… Hangisine benziyor Muhammed’in söyledikleri? Hiçbirine! O halde şair dersek, Araplar bizi yalanlar.”
Mecliste onaylayıcı mırıltılar yükseldi. Nadr devam etti: “Büyücü diyorsunuz… Lakin büyücüler tılsım yapar, düğüm atar, üfürükçülük yapar. Muhammed’in böyle bir şey yaptığına dair tek bir şahidimiz var mı? Yok! Öyleyse büyücü dersek, bu da tutmaz.”
Başlar sallanıyordu. Nadr’ın mantığı kesindi. Bir kez daha söz aldı: “Mecnun, cinlenmiş diyorsunuz… E, cinlenenler sayıklar, saçma sapan hareketler yapar, kontrolleri elimizden çıkar. Muhammed’i hiç böyle gördünüz mü? Aksine, o son derece akıllı, sakin, mantıklı konuşuyor. Mecnun dersek, bu da inandırıcı olmaz.”
Artık mecliste gerginlik had safhadaydı. Velid bin Muğire dayanamadı: “Öyleyse sen söyle, ey Nadr! Madem hepsini çürütüyorsun, peki ne diyelim bu adama? Nasıl tanımlayalım?”
İşte o an, Dârünnedve’nin duvarları arasında tarihin belki de en sinsi, en zehirli stratejisi dile getirildi. Nadr bin Haris, soğuk bir gülümsemeyle şöyle konuştu: “Deyin ki… O, aileler arasına fitne sokan bir meczuptur. Anne ile babasını, kardeş ile kardeşi, koca ile karısını ayıran biridir. Onun sözleri, insanların arasını açıyor, toplumu parçalıyor.”
Bir sessizlik çöktü meclise. Sonra, yavaş yavaş başlar sallanmaya başladı. Bu fikir işe yararabilirdi. Çünkü doğru bir yalan unsuru taşıyordu!..
Evet, Hz. Muhammed’in getirdiği mesaj gerçekten aileleri ‘ayırıyordu’ ama nasıl? İman edenle etmeyeni ayırıyordu. Hak ile batılı ayırıyordu. Zalimle mazlumu ayırıyordu. Ama Nadr’ın stratejisi, bu ayırımı bir ‘fitne’ gibi göstermekti. Peygamberi, toplumun huzurunu bozan bir ‘aile parçalayıcı’ olarak lanse etmekti. Ve maalesef, bu strateji işe yarayacaktı!
Nadr noktayı koydu; “Onlara meczuplar diyelim!”
Velid bin Muğire: “Mükemmel! İşte bu!” dedi ve ekledi: “Hac mevsiminde gelen herkese bunu söyleyelim. Muhammed ailelerin arasını açıyor, fitne çıkarıyor, babaları evlatlarından, kardeşleri birbirinden uzaklaştırıyor. O bir meczup! Bu söylem tutarlı, inandırıcı!”
Meclistekiler ayağa kalktı. Karar verilmişti. Dârünnedve’den çıkarken hepsi aynı stratejiyle silahlanmıştı: Onlara göre Hz. Muhammed, toplumu parçalayan bir meczuptu!
Ve Nadr bin Haris, köşede zafer dolu bir gülümsemeyle meclisi terk etti. O gün yaptığı, sadece bir propaganda stratejisi belirlemek değildi. Sistemli karalama kampanyasının mimarı olmuştu.
Dârünnedve toplantısından sonraki günlerde, Mekke’nin her köşesinde aynı söylem tekrarlanmaya başlandı. Hac mevsimi geldiğinde, Kureyş’in ileri gelenleri dışardan gelen kabileleri karşılıyor ve uyarıyordu: “Aramızda Muhammed adında biri var. Sakın ona yaklaşmayın! O bir meczup, aileler arasına fitne sokuyor. Babasını oğlundan, kardeşi kardeşinden ayırıyor. Sözlerine kulak verirseniz, sizin aileniz de dağılır!”
Bu söylem, Nadr bin Haris’in şeytani dehasının ürünüydü. Çünkü içinde bir gerçeklik payı taşıyordu ama bu gerçeklik çarpıtılmıştı. Evet, İslam gerçekten aileleri ‘ayırıyordu’ ama zorla değil, iman ile küfür arasındaki farkı ortaya koyarak…
Nadr bin Haris Taktikleri
Nadr, bu stratejiyle yetinmedi. Her gün, Resulullah’ın (SAV) tebliğ ettiği kişilerin peşine düştü. Efendimiz birinin yanından ayrılır ayrılmaz, Nadr hemen o kişinin yanına gider ve akıllarını karıştırırdı.
Hire’den satın aldığı iki cariyeyi devreye sokar: “Bu adamla öyle bir ilgilenin, dans edin, yiyin, için ki onun aklını başından alın ve işin sonunda ne yapıp edip onu Muhammed’e düşman edin!”
Başka zamanlarda, Resulullah’ın Kur’an okuduğu yerde, hemen arkasından İran edebiyatından hikâyeler anlatmaya başlardı: “Ey insanlar, beni de dinleyin! Benim sözlerim Muhammed’in sözlerinden daha güzel, daha cazibeli değil mi? O size sürekli Ad ve Semud kavimlerinden bahsediyor… Ben size İsfandiyar ve Rüstem’in hikâyelerini anlatayım!”
Nadr’ın amacı belliydi: Kur’an’a alternatif üretmek, insanların dikkatini dağıtmak, vahyin etkisini kırmak…
Ebu Uhayha Olayı!
Bir gün, Resulullah (SAV) Ebu Uhayha Said bin As isimli bir adama tebliğde bulundu. Ebu Uhayha, ayetleri dinledikten sonra derinden etkilenmişti. Çevresindekilere heyecanla şöyle dedi: “Vallahi o, semadan konuşuyor! Bu sözler beşer sözü değil!”
Ancak bu sözler Nadr bin Haris’in kulağına gitti. Hemen Ebu Uhayha’nın yanına koştu ve sinsi bir üslupla konuşmaya başladı: “Dur bir dakika! O bizim ilahlarımıza hakaret ediyor. Atalarımızın, dedelerimizin cehennemde yanacaklarını söylüyor. Bize, kendisine tabi olmayanları şiddetli bir azapla tehdit ediyor! Tam bir meczup! Vallahi, eğer gerçekten bir peygamber gelecek olsaydı, ona ilk inanan ben olurdum. Ve ondan bile daha ciddi, daha hamiyetli çalışır, onun yolunda koşardım!”
Bu sözler, Ebu Uhayha’nın kalbine bir şüphe tohumu ekti. Az önce ‘semadan konuşuyor’ dediği adam, şimdi ‘fitne çıkartan’ birine dönüşüverdi zihninde. Nadr’ın manipülasyonu işe yaramıştı. Ebu Uhayha, kısa süre sonra Mekke müşriklerinin safına katıldı ve Efendimiz aleyhine çalışan isimlerden biri haline geldi.
Bu olay, Nadr bin Haris’in sadece bir şair veya entelektüel olmadığını gösterir. O, modern tabirle bir ‘psikolojik harp uzmanı’ydı. İnsanların zayıf noktalarını bulur, şüphe eker, manipüle eder, sonunda onları hedefine yönlendirirdi. Ve en tehlikeli yanı, bunu son derece incelikli ve ikna edici bir üslupla yapmasıydı.
Kemik Hadisesi
Bir başka gün, Resulullah ahireti, haşri, öldükten sonra dirilişi anlatırken, Nadr bin Haris yine oradaydı. Ama bu sefer sadece dinlemekle kalmadı. Yerden eski, çürümüş bir kemik aldı. Elinde ufaladı ve alaycı bir tavırla sordu: “Bu çürümüş kemikleri mi diriltecek senin ilahın? Söyle bakalım, Muhammed!”
Bu küstahça hareket, o an oradan ayrılan Resulullah’a ağır gelmişti. Ama cevap gecikmedi. Allah Teâlâ, o anda Yasin Suresi’nden şu ayetleri indirdi: “Kendi yaratılışlarını unutup bize örnek getirmeye kalkışıyor: ‘Şu çürümüş kemiklere can verecekmiş.’ diyor. De ki: ‘Onları ilk başta yaratmış olan diriltecek. O yaratmanın her türlüsünü bilir.’” (Yasin, 78-79)
Nadr bin Haris’in meydan okuması, ilahi bir cevapla karşılanmıştı. Ama o, yine de vazgeçmedi. Çünkü kalbi mühürlenmişti. Gözleri görmüyordu. Kulakları işitmiyordu.
Sistemli Karalama ve Manipülasyon
Dârünnedve’de o gün alınan ‘Ona ne diyelim?’ kararı, sadece bir propaganda stratejisi değildi. O, sistemli düşmanlığın, organize karalama kampanyasının, medyatik manipülasyonun ilk örneğiydi.
Ve bu stratejinin mimarı, Nadr bin Haris’ti. Kureyş’in şeytanı…
Velid bin Muğire zenginliğiyle, Ebû Cehil kibirliliğiyle, Ebû Leheb nefretiyle tanınırken, Nadr bin Haris zekâsıyla, manipülasyon yeteneğiyle ve şeytani stratejileriyle öne çıkıyordu. Özellikle Hazret-i Peygambere isimler takıyor, algı oluşturmaya çabalıyordu. Her yerde onun bir “Meczup” olduğunu anlatmayı deniyordu.
O gün Dârünnedve’den çıkan karar, asırlarca İslam düşmanlarına ilham kaynağı oldu. Gerçeği çarpıtma, iyi niyeti kötüleme, hidayeti fitne gösterme, hakikati anlatanı meczup olarak yaftalama… Hepsi o gün Nadr bin Haris’in ağzından dökülen zehirli sözlerle başladı.
Tarih, Nadr bin Haris’in sonunu da kaydetti. Bedir Savaşı’nda esir düştü. Hz. Ali tarafından idam edildi. Ama bıraktığı miras, yani ‘sistemli karalama ve manipülasyon stratejisi’, maalesef asırlarca devam etti.
Bugün de, Twitter Spaces’lerde, dijital platformlarda, medyada benzer taktiklerle karşılaşıyoruz. Gerçek çarpıtılıyor, niyetler sorgulanıyor, hakikat gölgeleniyor. O kadar fütursuz ve şuursuzca yapılıyor ki tüm bunlar, insan gerçekten hayret ediyor. Dârünnedve fiziken yok oldu ama ruhu, maalesef her dönemde yeniden doğuyor…
Bedir Savaşı’ndan sonra esir alınan Nadr bin Haris, sonunu anlamıştı. Resulullah onun affedilmeyecek düşmanlığını, sistemli sabotajını, kalpleri öldürme çabasını biliyordu.
Safvan yolunda Hz. Ali’nin kılıcıyla, Kureyş’in şeytanı öldü. Ama öldüğü yerde ağlayan bir ses vardı: Kız kardeşi Kuteyle bint el-Haris…
Kuteyle, ağıtlar yakmıştı ağabeyi için. Ama Resulullah o mersiyeyi duyduğunda şöyle buyurmuştu: “Eğer Nadr’ın öldürüleceğini bilseydim, kardeşinin hatırına onu affederdim.”
Ama iş işten geçmişti. Nadr bin Haris, tarihte ‘Kureyş’in Şeytanı’ olarak anılmaya mahkûm olmuştu.
Velid bin Muğire’nin ‘Ona ne diyelim?’ sorusuyla başlayan o meclis, Nadr bin Haris’in şeytani zekâsıyla “Meczup diyelim” ile sembolleşmiş bir komplo merkezine dönüşmüştü. Ve bu komplo, sadece Muhammed’e değil, hakikate, adalete, tevhide karşı açılan savaşın manifestosuydu.
Bugün de, benzer meclisler var. Belki Dârünnedve değil isimleri, belki Twitter Spaces, belki gizli toplantı odaları… Ama ruhları aynı. Hedefleri aynı: Hakikati örtmek, insanları saptırmak, fitne çıkarmak, iftira atmak, yaftalamak…
Tarihin bize öğrettiği ise şu: Nadr’lar gelir, geçer. Velid’ler zenginlikleriyle kaybolur. Ama bir dava vardır ki, şöyle ya da böyle yoluna devam eder.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































