AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
Bir önceki yazımda, CIA’in Gateway adını verdiği ve Monroe Enstitüsü ile birlikte yürüttüğü 1983 tarihli çalışmanın (McDonnell, 1983), Vahiy Ontolojisi için nasıl yeni bir açılım sunduğundan bahsetmiştim. Bu çalışma, insan zihninin ve bilincinin belirli bir saflık, arınma ve yoğunlaşma seviyesine ulaştığında, Mutlak’tan —yani ezelî bilinç alanından— bilgi alabileceğini; hatta dünya dışı, daha yüksek varlık formlarıyla etkileşime geçebileceğini öne süren cesur bir yaklaşıma dayanıyor.
Bu yaklaşımın arka planındaki mantığı anlamak için önce modern fiziğin babası sayılan Max Planck’a kulak vermek gerekir. Planck, maddenin yalnızca fizik yasalarıyla açıklanamayacağını fark ettiğinde şu çarpıcı ifadeyi kullanmıştı: “Kendinde madde diye bir şey yoktur. ‘Madde’ dediğimiz şey, atomaltı parçacıkları titreştiren ve onları bir arada tutan bir kuvvetin tezahürüdür. Bu kuvvetin arkasında bilinçli ve akıllı bir ‘zihin’ olduğunu kabul etmemiz gerekir. O Zihin, maddenin nihai kaynağıdır.”
Planck’ın burada “Geist” diye ifade ettiği şey, genellikle İngilizce’ye “mind” olarak çevrilir; fakat aslında çok daha geniş bir anlam taşır: Evreni ayakta tutan, düzenleyen, var eden bir bilinç. Yani bu bakış açısından değerlendirildiğinde madde, bilincin bir yan ürünü; bilinç ise maddenin değil, varoluşun temel gerçekliğidir.
Bu çerçevede Gateway Raporu’nun önerdiği şey oldukça dikkat çekicidir: Eğer insan, zihnini yeterince berraklaştırır, bilincini dünyevî gürültülerden arındırır ve kalp–zihin ritimlerini doğru frekansa hizalarsa, Mutlak Bilinç’in varlık alemindeki tecellileri ile rezonansa girebilir.
Bu nedenle, Gateway Raporu’nun yaklaşımı modern bilimsel terimlerle ifade edilmiş olsa da, aslında tasavvuf geleneğinin vahiy ve ilham anlayışıyla şaşırtıcı derecede örtüşmektedir. Çünkü her iki yaklaşım da, insanın iç dünyası ile aşkın bilincin belirli koşullarda senkronize olabileceğini kabul eder.
Bu açıdan bakıldığında, vahiy yalnızca göklerden aşağıya doğru dikey bir ‘söz indirilmesi’ olayı değildir; aynı zamanda insan bilincinin, varoluşun en derin seviyesiyle titreşimsel bir uyum yakalaması; ilahî hakikatin bir anlam örüntüsü olarak zihne düşmesi; sonra peygamberin dilinde sese, söze ve ayete dönüşmesi sürecidir.
Kur’an ‘Yedi gök ve yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder’ (İsrâ 17:44) derken evrenin frekanssal ibadetini kastediyor olabilecegi gibi, ibadet de belki frekans uyumunun bilince taşınması olabilir.
Bu çalışma önemlidir zira, İslâm düşüncesinde tarih boyunca ortaya çıkmış vahiy teorilerini; kelâm, felsefe, tasavvuf, modernizm ve çağdaş hermenötik okulları incelediğinizde, literatürde şimdiye kadar yeterince tartışılmamış çok kritik bir boşluk olduğu anlaşılır: “Vahyin insan zihninde ayetlere, cümlelere ve dile nasıl dönüştüğü konusu.”
Geleneksel teorilerin çoğu, vahyin kaynağını ve doğruluğunu açıklarken güçlüdür; fakat nörobiyolojik, bilişsel ve dilsel süreçlerin mekanizmasına girmemişlerdir. Bu boşluk bazı modern araştırmacıların vahyi ‘şairane üretim’, ya da ‘mistik şiir’ şeklinde indirgemesine yol açmıştır.
Soru orta yerde durmaktadır: Eğer Allah mutlak aşkın bir varlık ise, O’nun konuşması nasıl bir olaydır ve Allah’ın sözü, varlık düzeninde neye karşılık geliyor olabilir?
Geleneksel alimler nörofizyoloji bilmediği için, modern araştırmacılar ise ‘teknik mekanizmayı açıklayamayınca’ vahyi şiire, sezgiye veya bilinçaltına indirgemiştir.
Dolayısıyla tartışma metafizikte ya da sosyolojide kalmış; kognitif bilim, bilinç çalışmaları, dil nörobilimi devreye alınmamıştır. Oysa, vahyin gerçekliğini konuşabilmek için teknik mümkünlüğünü de açıklamak gerekir.
Bakara Suresi’nde (2:30–33) geçen şu ayetler onemlidir: “Rabbin meleklere demişti ki: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. Melekler dediler ki: Orada fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz seni hamdinle tesbih ediyor, seni takdis ediyoruz. Allah buyurdu: Ben sizin bilmediklerinizi bilirim… Ey Adem, bunlara isimlerini söyle dedi. Adem onlara isimlerini söyleyince Allah buyurdu: Size demedim mi, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim…”
Bu ifadeler, insan zihninde nasıl bir imge yaratır? Insan aşkın olanı sezebilir ve fakat Yaratıcı’nın mahiyetini, sonsuzluğu ve fanilerle nasıl konuştuğunu kavrayabilir mi? Çoğu zaman, bu ayetler insan zihninde antropomorfik bir Yaratıcı imgesi çağrıştırır: Kur’an’da anlatılan bu sahneler —Allah’ın meleklerle konuşması— insani bir konuşmanın mecazi bir tasviridir. Gerçekte Allah’ın meleklerle ‘iletişim kurması’, onların Allah’in ilahi emir, kudret ve kelam tecellisine/frekansına uyumlanabilmesidir.
Meleklerin Allah’ın hitabını ‘duyması’ aslında onların ilahi rezonans düzeyine geçebilme kapasitesine işaret eder. Tıpkı insanlara vahyin ‘kalbe inişi’ (nüzûl) gibi, meleklere de ‘ilahi komutların’ onların kendi ontolojik düzlemine uygun bir formda verilmesi mümkündür.
Bu, Kur’an’ın kendi kavramıyla vahiydir.
Doğu ve Batı teolojilerinde ortak bir nokta vardir: Tanrı özünü yani mahiyetini açmadan, tecellileri ve sıfatları üzerinden varlık aleminde kendini gösterebilir. Mesela Doğu Hristiyan mistisizminin en etkili düşünürlerinden, ‘Tanrı’nın enerjileri’ ve öz/mahiyet ayrımı doktrininin mimarı büyük teolog Gregorios Palamas, Tanrı’nın ousia’sını (özünü/mahiyetini) açmadan, energeiai (enerjiler) yoluyla dünyada ve varlik aleminde etkin olduğunu söyler. Özü bilinmez ama enerjileriyle hakkında bilgi edinilebilir. Vladimir Lossky bunu ‘özsel kapalılığa rağmen enerjik açıklık’ olarak sistemleştirir (Samsel, 2002, s. 195).
İslam kelamında da benzer bir yaklaşım hakimdir: Allah’ın zatı mutlak aşkın, sıfatları O’ndan ayrı değil ama özdeş de değildir. Bu, İlahi kelamın ontolojik statüsünü korurken, zaman içinde tezahür etmesini mümkün kılar.
İbnü’l-Arabi bunu ‘mertebe’ kavramıyla anlatır: “Allah, nefsi kendine nisbet edip onu er-Rahmân ismine bağladı ki, rahmetin her şeyi kucaklayıp içerdiğini bildirsin… Rahman’ın nefesi, mümkin şeylerin suretlerine varlık bahşeder; tıpkı insan nefesinin harflere varlık bahşetmesi gibi. Bu itibarla kainat, Allah’ın nefsi itibarıyla sözleridir…” (el-Fütûhât el-Mekkiyye, c. 2, s. 310; akt. Samsel, 2002, s. 200).
Ancak burada felsefe ile teolojinin sınırı belirir: Teoloji Yaratıcı’nın nasıl konuştuğunu açıklayamazken, felsefe varlığın açılışını anlatabilir ama alıcı bilince nasıl temas ettiğini ıskalar ve vahiy, ikisinde de tam açıklanamayan bir varlık olayı olarak kalır.
Yani ana akım İslam kelam geleneğine gore, vahyin, Allah’ın kelimesi kelimesine, ezeli, yaratılmamış Kelam’ı olduğu; Hz. Cebrâil aracılığıyla Hz. Peygamber’e eksiksiz bir biçimde sözlü olarak aktarıldığı; Hz. Peygamber’in de hiçbir şekilde kendi öznelliğini katmadan bunu lafzen, Müslümanlara tilavet ettiği ve bu toplumun da onu fiziksel bir mushaf olarak muhafaza ettiği yönünde yaygın bir anlayış vardır.
İslâm kelâm geleneği, vahyi genellikle “Kelâm-ı İlâhî” olarak ele alır. Eş’arîler vahyi Allah’ın ezeli konuşmasının (kelâm-ı nefsi) bir yansıması olarak görürken, Mu‘tezile geleneği Kur’an’ı tarihsel bir ‘yaratılmış söz’ olarak anlamlandırır.
Felsefi gelenekte Farabî ve İbn Sina, vahyi ‘Fa‘âl Akıl’ ile Peygamberin güçlü hayal gücü arasındaki bir etkileşim olarak açıklamıştır; burada akli hakikat, Hz.Peygamberin zihninde sembolik ve dilsel bir forma dönüşür. Tasavvuf ise vahyi ‘kalbi tecelli’ veya ilahi hakikatin ‘zuhuru’ olarak görür. Bütün bu yaklaşımlar vahyin kaynağına dair güçlü yaklasimlar sunar; ancak hiçbiri vahyin insan zihninde nasıl dile dönüştüğünü teknik olarak açıklamaz.
Gateway Raporu’nun yaklasimi Tasavvuf geleneğinin vahiy teorisiyle örtüşmektedir. İnsan, bilincinin saflasmasi durumunda, yani vecd ve derin tefekkür halinde İlahi ilhamlara ve vahye mazhar olabilir.
Sufi geleneğe göre, insanın kendini-bilme/öz-bilinç üzerinden mükemmelleşebileceği teması, aslında zihni ve ruhu içeren bütüncül bir epistemolojiye dönüşür.
Kur’ân, Allah’in Kelâm’ı olarak varlığın tecellisidir. Varlık, ilahi Kelam hem gizli hem de tam bir zuhurdur; “Ol!” emri ile özdeş bir dinamik ilkedir; bu emir ile nesneler vücut bulur; ilahi kelam, Zât’ta saklı halden dışa, sükunet halinden söze çıkar.
Dolayisiyla Uluhiyet, varlığın kaynağı olarak, varlığın tüm mertebeleriyle ontolojik ve epistemolojik bir bağ içindedir.
Modern dönemde Fazlur Rahman, mana–lafız ilişkisi kavramsallaştırmasıyla vahyin önce bir ‘mana alanı’ olarak geldiğini, sonra Hz. Peygamber tarafından sözlü forma çevrildiğini ileri sürer. Nasr Abu Zayd, Kur’an’ı tamamen tarihsel ve dilsel bir söylem olarak ele alır; vahyin, Tanrı–Peygamber etkileşiminin linguistik ürünü olduğunu söyler. Abdülkerim Surus ise vahyi peygamberin ruhani tecrübeleri ve peygamberin rüyaları üzerinden okur. Bu modern teoriler, vahyi insanileştirme konusunda cesurdur; ancak teknik mekanizma konusunda düşünmemişlerdir. Bu yüzden bazı araştırmacılar, teknik açıklamayı imkansız görünce vahyi ‘şiirsel ilham’ seviyesine indirgemiştir. Bu indirgeme ise Kur’an’ın kendi diliyle ve tarihsel etkisiyle bağdaşmaz.
Oysa burada dikkat edilmesi ve üzerinde düşünülmesi gereken, Hz. Cebrâil’in ilahi mesajı/bilgi paketini Peygamber’in zihnine aktarma sırasındaki arayüz fonksiyonudur.
İzah edeyim: Gateway raporundan da anlaşıldığı üzere insan beyni aynı zamanda bir frekans ve örüntü işleme cihazı gibi çalışmaktadır. Beynin elektriksel salınımları alpha, theta, gamma ritimleri bilinç durumlarını belirler; dışsal elektromanyetik veya akustik uyaranlarla da senkronize olabilir. Ayrıca modern bilinç araştırmalarında, bilginin beyinde pattern-örüntü- şeklinde işlendiği, yani bir bilginin önce bütünsel bir anlam paketi olarak belirdiği, sonra dil merkezlerinde (Broca ve Wernicke alanları) sözel forma dönüştüğü tespit edilmiştir. Bu süreç günlük hayatta da işler: İçgörü anları, ‘ani aydınlanma’ deneyimleri veya derin meditasyon hallerinde bilgi önce anlam olarak doğar, sonra dile çevrilir.
Kounios ve Beeman’ın ‘The Cognitive Neuroscience of Insight’ başlıklı çalışması, içgörünün beyinde bir anda ortaya çıkan bütünsel bir anlam yapısının —yani geniş bir çağrışım paketinin— aniden bilinç düzeyine yükselmesiyle gerçekleştiğini göstermektedir (Kounios & Beeman, 2014). Araştırma, sağ hemisferin ‘coarse semantic coding’ adı verilen geniş ve uzak çağrışımları aynı anda etkinleştiren işleyişinin, içgörünün temel nörokognitif altyapısını oluşturduğunu ortaya koyar. Buna göre beyin, çözüm veya anlamı önce dil-öncesi, bütüncül bir örüntü olarak hazırlamakta; bu örüntü, gamma bandındaki ani bir senkronizasyon patlamasıyla bilinçli farkındalığa çıkmakta ve ancak bu aşamadan sonra Broca–Wernicke alanlarında dilsel forma dönüştürülmektedir. Bu çerçeve, bilginin önce “örüntü/pattern” olarak doğduğu ve sonradan sözel ifadelere çevrildiğini savunan yaklaşımla tam bir uyum göstermektedir.
Bu bulgular vahyin teknik olarak nasıl gerçekleşmiş olabileceğine dair yeni bir açıklama imkanı sunuyor. Bu modele göre vahiy, ilahi hakikat alanı ile peygamber bilinci arasında bir rezonans olayıdır. Ancak bu alan—İslami gelenekte ‘Kelâm-ı İlâhi’—doğrudan insan beyninin kavrayabileceği bir dil formatında değildir; daha çok ‘bütünsel anlam örüntüleri’ (integrated semantic patterns) içerir. Yani Hz. Cebrail bu modelde bir arayüz olarak tezahür eder ve bu anlam örüntülerini insan bilincine uygun bir ‘frekans formatı’na çevirir. Bu dönüşüm, modern dijital iletişimdeki protokol çeviricilere (protocol converters) benzer: veri (meaning) bir formattayken başka bir formatta okunur.
Bu rezonans gerçekleştiğinde peygamberin bilinci yüksek bir senkronizasyon durumuna girer. Bu durumda gamma bandı aktivitesi artar—bu aktivite ‘ani anlam bütünleşmesi’ ile ilişkilidir. Aynı anda alpha-theta ritimleri de yükselir; bu da derin içsel odaklanma ve trans benzeri farkındalık halini açıklar. Hadislerde tarif edilen ‘ağırlık hissi’, ‘terleme’, ‘renk değişimi’, ‘zil sesi duyma’ gibi fenomenler, nörofizyolojik olarak bu yüksek frekans yüklenmesiyle uyumludur. Yani vahiy bir ‘bilgi transferi’ olduğu kadar, beynin kendi frekans alaninda ciddi bir yeniden düzenlenme anlamına gelir.
Vahyin zihne anlam olarak düşmesinden sonra, süreç dilsel aşamaya geçer. Modern dil nörobilimine göre anlam, temporal loblarda ‘kavram haritaları’ halinde bütünleşir; sonra Broca alanında sözel forma çevrilir. Bu mekanizma tamamen doğal, biyolojik bir süreçtir. Fakat vahyin farkı şudur: anlam örüntüsü son derece yoğun, bütünsel ve dış kaynaklıdır; bu nedenle peygamberin ‘kendiliğinden konuşur gibi’ ayetleri tilavet etmesi şaşırtıcı değildir. Bu noktada irade devre dışı kalmaz; sadece söz akışını ‘durdurma’ veya ‘düzenleme’ gücü zayıflar. Bu hal, modern bilişsel bilimde ‘flow state’ ile ‘transcendent state’ (aşkın farkındalık hâli) arasında bir geçiş alanıdır.
Kur’an’ın ‘kalbe iniş’ dediği şey, anatomik bir kalp değildir. İslam epistemolojisinde kalp, insanın bilinç merkezidir. Modern nörobilim ise bu bilinç merkezinin beyinle birlikte çalıştığını gösteriyor. Yani ‘kalbe iniş’ ile ‘beynin rezonansa girmesi’ aynı hakikatin iki farklı dille ifadesidir.
Böylece ilahi hakikat, Hz. Cebrail’in-arayüz fonksiyonu yoluyla rezonans halindeki peygamber bilincine aktarılır; burada anlam örüntüsüne (semantic pattern) dönüşür; sonra peygamberin beyninde söze dökülerek Kur’an’ın lafzı ortaya çıkar. Bu süreç, hem klasik İslami dilin ‘inzal/tenzil’, ‘Ruhu’l-Emin’ gibi kavramlarıyla uyumludur hem de modern bilimsel verilerle açıklanabilir bir yapı arz eder.
Vahyin mümkün olup olmadığı tartışmasını ‘teolojik’ veya ‘şiirsel’ bir düzeyden çıkarıp, bilinç, nörobilim ve anlam-oluşumu ekseninde yeniden kurmak onemlidir. Vahyi, tamamen metafizik bir mucize olarak gormektense; insan zihninin doğal kapasitesinin ilahi bir bilgi alanıyla rezonansa nasil girebileceğini, çok katmanlı, teknik olarak açıklanabilir bir bilgi transferi olarak yorumlamak onemlidir. Böyle bir yaklaşım hem klasik İslami geleneğin kavramsal mirasıyla uyumludur hem de modern entelektüel dünyanın kavramsal taleplerine cevap verir.
Kaynaklar:
Samsel, P. (2002). A unity with distinctions: Parallels in the thought of Gregory Palamas and Ibn al-ʿArabī. In J. S. Cutsinger (Ed.), Paths to the heart: Sufism and the Christian East (pp. 190–224). Bloomington, IN: World Wisdom.
Planc, M. The Information Philospher. https://www.informationphilosopher.com/solutions/scientists/planck/
McDonnell, W. M. (1983). Analysis and assessment of the Gateway process. Fort Meade, MD: U.S. Army Operational Group, U.S. Army Intelligence and Security Command. (Declassified by the Central Intelligence Agency, 2003.) Retrieved from https://www.cia.gov/readingroom/docs/cia-rdp96-00788r001700210016-5.pdf
Kounios J, Beeman M. The cognitive neuroscience of insight. Annu Rev Psychol. 2014;65:71-93. doi: 10.1146/annurev-psych-010213-115154. PMID: 24405359.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***







































