ANKARA – Türkiye’nin, Şam’da Kürtlerin etkisini azaltma noktasında başarılı olmadığını kaydeden akademisyen Arzu Yılmaz, “Öcalan’ın önermelerinde idealize edilen biçime uygun bir kapının Suriye’de aralanma ihtimali var” dedi.
Hemen hemen her gün dengelerin değiştiği Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’taki gelişmeler, başta Kürtler olmak üzere halkların taleplerine ilişkin yaşananlar, İsrail ve Arap ülkeleri ile Türkiye’nin bölgesel durumlarına dair farklı gelişmeler yaşanıyor.
Hewlêr Üniversitesi Öğretim üyesi Doç. Dr. Arzu Yılmaz, Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelere dair Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
Bölgesel güçlerin görüşme trafiğine ve attıkları adımlar ile yaptıkları açıklamalara bakıldığında Ortadoğu’da yeni bir dizayn arayışının olduğu görülüyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi mevzusu aslında dünya sisteminin yeniden dizayn ediliyor olmasıyla doğrudan ilişkili. Ortadoğu’da düzen, dünyadaki her yeniden hizalanmaya bağlı olarak bir değişime uğruyor. Dolasıyla dünyadan kopuk sadece Ortadoğu’ya özel bir yeniden yapılanma olarak düşünmek bana kalırsa yersiz olur. Ortadoğu’nun yeniden dizaynına müdahil olan aktörlerin uluslararası düzlemdeki pozisyonlarına baktığımız zaman da Ortadoğu ile ilgilerinin Ortadoğu’nun sınırlarının ötesine geçen çıkarlar üzerinden şekillendiğini görüyoruz. Şimdi bu bağlamda da mevcut durumu göz önüne aldığımızda iki tane temel gerilim noktası var; Ademi Merkeziyetçi bir yönetim yapısı isteyen ile merkeziyetçi yapıları kuvvetlendirmek isteyenler arasında yaşanan gerilim. Bunun hangisine evrileceğini bilmiyoruz. Fakat bu ikisi arasında ciddi bir mücadele verildiğini görüyoruz. Nihai noktada bunu belirleyecek olan her ne kadar küresel ve bölgesel güçler olduğunu düşünecek olsak da şu da bir gerçek ki aşağıdan yukarıya, toplumların bu her ne kurulacak olursa olsun onaylarının olması hususu var. Bu olmadıkça her ne kurulacak olursa olsun kalıcı olacağını düşünmemiz mümkün değil.
Eğer merkezi sistemin güçlendirilmesine dair küresel ve bölgesel güçlerin bir tutumu olursa, devlet dışı aktörlerin ya da halkların tutumu ne olacak?
Olursa değil, oluyor zaten. Bu yeni de değil. Ortadoğu’da sistemi yeniden merkezi kuvvetlendirerek kurma çabaları bugünün konusu değil. Arap Baharı’ndan beri var. Arap Baharı sonrası ortaya çıkan kaosu yönetme bağlamında hem de biraz önce sözünü ettiğim merkezileşme bugün itibarıyla 15 yıldır devam ediyor. Arka planda yapılmak istenen budur. Buna dair ikinci dalgaysa Gazze Savaşı’yla birlikte ortaya çıktı. O da işte malum Ortadoğu’da birçok çökmüş ya da kırılgan devletlerin olduğu bir ortamda devlet dışı aktörlerin devlet gibi hem askeri hem politik ekonomik anlamda bir egemen alanları oluşturduğunu biliyorduk. Gazze’de Hamas’ın, Lübnan’da Hizbullah’ın, Yemen’de Husilerin, Haşdi Şabi’nin ve diğer devlet dışı aktörlerin etkilerini azaltma girişimi var. Hatta ortadan kaldırmaya dönük bir çaba var. Dolayısıyla da bu merkezileştirme çabası, Ademi Merkeziyetçi yapıya karşı daha galebe çalmış durumdadır. Fakat dediğim gibi; sonuçta bu çabalar ortada ama bunun kalıcı bir çözüme hizmet etmesi için de belli ki bugüne kadar ortaya konulan çabalara bir yeniden biçim vermek gerekiyor. O biçimin nasıl verileceği konusunda ise bundan sonraki aşamada Ademi Merkeziyetçilikten yana olanların politik ve askeri örgütlenmeler üzerinden bu merkezi birleşmeye ne kadar direnç gösterecekleri tayin edici olacak.
Bugünü şekillendiren en temel hususların biri de Arap ülkeleri ve İsrail arasındaki ilişki durumun genişlemesi. Özellikle İMEC projesi, Abraham antlaşmaları birlikte daha önce savaşan birbiri ile didişen Arap ülkeleri ve İsrail daha da yakınlaştı. Bu durum nasıl ortaya çıktı ve arka planında ne var?
Arap ülkeleri ile İsrail’in normalleşmesi tartışmaları uzun zamandır yapılıyordu. Ancak İsrail’in Gazze’de izlediği politikalar nedeniyle altının önemli ölçüde oyulduğu ve zayıfladığını görüyoruz. Şimdi bu hangi ihtiyaçtan doğdu? Bunun arka planında ne var? Bu normalleşme, Çin’in Amerika’nın küresel rolüne ciddi bir karşı güç olarak ortaya çıkmasıyla beraber yeni bir ivme kazandı. Çin her yönüyle ve ekonomik olarak güçlü olabilir. Ancak petrol kaynakları açısından son derece zayıf bir ülke. Amerika’nın Irak Savaşı’ndan beri Ortadoğu’daki rolü azaldı. Amerika’nın yönetimlerinin tercihleri de buna neden oldu. Çin’in bu konuda Ortadoğu’yla geliştirdiği o ekonomik büyüme ile birlikte geliştirdiği ilişkiler de var. En son tahlilde Çin, Arap ülkeleriyle ilişkiler de geliştirdi. Sadece ekonomik değil diplomatik alanda da geliştirdi. Örneğin en son Suudi Arabistan ve İran arasında arabuluculuk rolünü oynadı. Kısaca “Bu ihtiyaç”, Çin’in Ortadoğu’daki artan etkisine karşı ortaya çıktı. Arap ülkeleriyle İsrail devletinin normalleşmesi üzerinden Amerika’yı yeniden Ortadoğu’ya doğrudan askeri olarak müdahil olmasına gerek kalmayacak bir politika geliştirme ihtiyacından ortaya çıktı. Amerikan yanlısı Ortadoğu’da askeri ve ekonomik yeni bir denklem oluşturma, yeni bir güvenlik mimarisi oluşturma çabaları, hedefi yeniden çerçevelenmesine neden oldu.
Bu bahsi edilen ilişki ağından Türkiye’nin dışlandığı görülüyor. Bu durumun Türkiye’ye etkisi ne olur?
Amerikan perspektifinde, Türkiye’ye Ortadoğu’da geçmişte olduğu biçimiyle bir majör rol biçtiğini söylememizi mümkün kılacak bir veri elimizde yok.
Soğuk Savaş döneminde Arap milliyetçiliğinin dengelenmesi bağlamında Türkiye’ye bir rol biçildiği ya da Türkiye’nin Amerika’yla birlikte hareket ettiği görülür. 79 İran Savaşı’ndan sonra İran tehdidine karşı Türkiye’nin hem bir NATO üyesi hem de bir Sünni bölgesel güç olması yönüyle anlam kazanır. 90’lardan sonra ise bu demokratikleşme çerçevesinde Ortadoğu’da otoriter rejimlerin yıkılıp yerine yeni demokratik ama bu demokratik olanın İslam’la uyumlu bir demokrasi çerçevesinde belirlenen hedeflere uygun olarak Türkiye’ye bir rol biçilir. Ancak Amerika’nın 2010’lardan bu yana Ortadoğu için uzun vadeli büyük stratejik hedeflerinin olduğunu söylememize imkan verecek hiçbir veri yok. İbrahimi Anlaşmaları yoluyla aslında zaten Amerika’nın Ortadoğu’ya müdahil olmasını gerektirecek zemin de ortadan kalkmış. Büyük ölçüde kalkmış olduğu bir durumda Amerika neden Ortadoğu’da Türkiye’ye ihtiyaç duyacak? İsrail’in güvenliği, Arap devletleriyle bir normalleşme sağlandığı durumda giderilecek. Bu durumda ihtiyaç duyulmayacaksa, İran ile bir savaş durumunda zaten İsrail tarafından direkt hedef alınması durumu da var. Bu iki durumda da zaten Türkiye’ye ihtiyaç kalmadığı görülüyor. Bu nedenle Amerikan perspektifinde, Türkiye’ye Ortadoğu’da geçmişte olduğu biçimiyle bir majör rol biçtiğini söylememizi mümkün kılacak bir veri elimizde yok.
ABD’nin bundan sonra Türkiye ile ilişkileri ne yönde ilerler?
Bu bahsettiğimiz durumlar, Türkiye’nin tümüyle değersiz olduğu anlamına gelmez. Çünkü jeopolitik olarak bir kere Türkiye coğrafyasının önemi var. Bugün Suriye’yle olsun, Irak’la olsun, İran’la olsun her şeyden önemlisi işte bu Tom Barrack da yeni altını çizdiği; Hazar’dan Doğu Akdeniz’e kadar hem Rusya-Çin arasında bir tampon bölge oluşturma hem Rusya’yı ve Çin’i çevreleme politikaları çerçevesinde Türkiye’nin hiç kuşkusuz bir önemi var. Ama bu önem, bugüne kadar özellikle Ortadoğu ölçekli bir mercek bir odaklanmayla karşılaştırdığımızda çok daha küçük ya da eskisi gibi majör bir rol olmadığını görüyoruz.
Son dönemlerde İngiltere ile Türkiye arasında gelişen yeni ilişkileri neye bağlıyorsunuz?
İngiltere-Türkiye ilişkilerinin son 10-15 yılını üç faktör üzerinden sanıyorum açıklamak en doğrusu olur. Birincisi Amerika’nın biraz önce de altını çizdiğim gibi Ortadoğu’ya olan ilgisinin azalması. Ortadoğu’da askeri bir güç ve politik angajman içine giren bir pozisyon alma niyeti taşımamasıyla birlikte biz sadece İngiltere’nin değil, Fransa’nın da, Ortadoğu’da daha etkin bir rol oynamaya başladığını gördük. Dolayısıyla da hiç kuşkusuz İngiltere’nin bu Amerika’nın Ortadoğu’da bıraktığı güç boşluğunu doldurma hedefinde NATO üyesi olan ve tarihsel olarak da Türkiye ile son derece grift ilişkileri bulunan İngiltere’nin Türkiye’yle yakınlaşması son derece anlaşılır. Bunun bir ikinci ayağıysa malum İngiltere artık Avrupa Birliği üyesi değil. Avrupa Birliği üyesi olmamasından kaynaklanan Avrupa Birliği çerçevesindeki yeni güvenlik şemsiyesinin de dışında bir ülke. Türkiye de Avrupa Birliği üyesi değil ve fakat Avrupa güvenliğinin önemli bir parçası. Dolayısıyla da bu Avrupa Birliği çerçevesindeki yeni güvenlik mimarisinin çeperinde kalan İngiltere ve Türkiye’nin bir birlikte hareket etmesi bu bağlamda oluşuyor. Bir üçüncüsü ise Ukrayna Savaşı ve Rusya’nın saldırganlığıdır. Çünkü İngiltere’nin hem Avrupa Birliği’nden hem Amerika’dan farklı olarak bu son Ukrayna Savaşı sürecinde Rusya konusunda daha şahin bir politika izledi. Hiç kuşkusuz bu da Türkiye ve İngiltere’nin yakınlaşması konusunda önemli bir zemin yarattı. Bu çerçevede baktığımızda İngiltere ve Türkiye ilişkileri ayrıca finansal açıdan da gelişti. Bu nedenle ilişkilerinin yeni bir çerçeveye oturduğunu gözlemliyoruz.
İki ülke arasındaki bu ilişki Kürtleri nasıl etkiler?
İngiltere’nin Kürt meselesinde, Kürtlerin lehine sonuçlanabilecek hiçbir politikasından söz etmek mümkün değildir. Bu konuda Türkiye’den bağımsız bir politikası var. İkincisi ise Türkiye bağlamında düşündüğümüzde de İngiltere her zaman ve sonuçta Türkiye’nin yanında yer alan bir pozisyon benimsedi. Tabii ki karşılıklı çıkar ilişkileri doğrultusunda Türkiye’nin yanında yer alan bir pozisyon almıştır. Bugün de o biraz önce çizmeye çalıştığımız çerçeve kapsamında hiç kuşkusuz İngiltere, Türkiye’nin bu sözünü ettiğimiz alanlarda birlikte iş yapma potansiyeline bağlı olarak, Türkiye’nin izlediği Kürt politikasında Türkiye’nin arkasında duracağını düşünmek ve bunu sahadaki yansımaları üzerinden de görmek mümkün. Bunun en somut çıktısı da bugün Suriye’de SDG’den değil ve fakat HTŞ’den yana ya da Şam’daki rejimden yana Türkiye’nin pozisyon almasında hatta bizzat bu artık bugün bir istihbarat operasyonu olmaktan çıkıp kamuya da bütün detaylarıyla açıklandığı üzere, Colan’in oraya oturtulması sürecinin hazırlanmasında da İngiltere’nin bir başat rolü oynadığı ortada.
Yeni dönemde Irak’ı ve Haşdi Şabi güçlerini ne bekliyor?
Amerikan Savunma Bakanı’nın doğrudan Irak Savunma Bakanı’na verdiği ültimatomda; bir an önce Haşdi Şabi güçlerinin lağvedilmesi gerektiği belirtiliyor.
Bununla ilgili geçtiğimiz haftada da çok önemli bir gelişme oldu. Amerikan Savunma Bakanı doğrudan Irak Savunma Bakanı’nı arayarak “Bu bizim size son uyarımız” şeklinde bir ültimatom verdi. Biz yine Irak Savunma Bakanı’nın ağzından öğrendik ve bu ültimatomun içeriği de şu; bir an önce Haşdi Şabi güçlerinin lağvedilmesi gerekiyor. Yine Savunma Bakanı’nı referans alacak olursak Amerika ve İsrail bir askeri operasyona hazırlanırken özellikle Irak Savunma Bakanı’yla böyle bir operasyon durumunda Haşdi Şabi güçlerinin hiçbir şekilde aktif bir pozisyon alarak İsrail ve Amerikan üstlerini ya da İsrail topraklarını hedef almamasının garanti edilmesi konusunda uyardığını basına açık bir şekilde yansıdı. Dolayısıyla sadece bu açıklamaya dayanarak bile olsa biz mevzunun ciddi, kritik eşiğe geldiğimizi söyleyebiliriz. Bunun ikinci boyutuysa şu; biliyorsunuz seçimler var ve kaotik bir ortamda seçimlere gidiyor Irak. Dolayısıyla da bu seçimler sonrasındaki potansiyel kaos ortamında, Haşdi Şabi güçlerinin ya da kurulması muhtemel yeni bir Şii hükümetinde Haşdi Şabi’nin yerinin ne olabileceği hatta bu uyarıya bakılırsa yerinin olamayacağına dair bir gözdağı olarak da düşünebiliriz. Ya da bu bağlamda baktığımızdaysa İran’a doğrudan bir müdahale olmasa dahi bugün Ortadoğu ölçeğinde Lübnan, Suriye’den sonra İran’ın Irak’taki güçlerinin de nihayetinde bir darbe almasını İran’a doğrudan bir savaş açmak yerine tercih edilebileceği gibi bir ihtimal de var. Dolayısıyla da tüm bu işaretleri bir araya getirdiğimiz zaman sizin sorunuza gelirsek bu konunun en geç bu seçimler kotarıldıktan sonra daha net bir ihtimal olarak masada olacağını söyleyebiliriz.
Bu ihtimalin ortaya çıkması ve Haşdi Şabi’nin Irak’tan çıkarılması durumunda oradaki boşluğu kim dolduracak?
Haşdi Şabi Irak’tan çıkarılamaz. Resmi rakamlara göre Haşdi Şabi’nin sayısının 238 bine çıktığını biliyoruz. Bu sadece milis gücü. Haşdi Şabi’nin yanı sıra İran destekli bütün o vekil güçlerin Hizbullah’ı da dahil olmak üzere çok ciddi bir ekonomik güç oldukları da malum. Sudani (eski başbakan) döneminde Haşdi Şabi sadece sayısal olarak artmadı. Aynı zamanda illegal ekonomik girişimleri kurumsal ve legal yasal bir çerçeveye evirildi. Şimdi dolayısıyla Bu çerçeveden baktığımızda bunu kim yapacak?
Son günlerde Kıbrıs da çok tartışılıyor. Kıbrıs’a dair İsrail’in, İngiltere’nin, Türkiye’nin ne tür plan ve projeleri var?
Kıbrıs meselesinde iki tane yeni durumu göz önünde bulundurmamız gerektiriyor. Bunlardan bir tanesi Avrupa güvenliği, ikincisi ise Doğu Akdeniz güvenliği ve bu iki çerçevede Kıbrıs çok kilit bir konumda bulunuyor. Son 10 yılda Kıbrıs’taki gelişmelere baktığımızda; özellikle Kıbrıs’ın Ortadoğu güvenliğine eklemlendiği yani Avrupa güvenliği için çok önemli olmasıdır. Bununla birlikte aynı zamanda Kıbrıs’ta değişen aktör skalasına baktığımızda ise Kıbrıs’ın güneyindeki yönetimin bazı işbirlikleri geliştirdiği, işbirliklerine baktığımızda da yeniden bir hizalanma ve bu hizalanma halinde geleneksel olarak güney yönetiminin Rusya’dan değil, artık Amerika’dan yana tavır aldığını görüyoruz. Hatta Amerika silah ambargosunu da kaldırdı. Orada askeri üstler kurdu ve Ortadoğu’da, İsrail’in güvenliği ve yeni güvenlik mimarisi yanı sıra enerji koridorları için Kıbrıs’ın önemli bir pozisyon aldığını görüyoruz. Ayrıca son 10 yıldır Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs’ta elinin giderek zayıfladığını ve bir anlamda dışlandığını da görüyoruz. Doğu Akdeniz’de Yunanistan, Mısır ve İsrail ilişkisi yanı sıra Türkiye’nin militarist dış politikasının en önemli sonuçlarından biri de Kıbrıs’ı bu noktaya getirdi.
Bu saatten sonra Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki pozisyonunda ne tür değişiklikler olur?
Belli ki Kıbrıs konusunda Türkiye bazı tavizler karşılığında pozisyonunu değiştirmeye namzet bir durumda.
Seçimlerden sonra, Erdoğan’ın Washington’da Trump’la yaptığı görüşmeden ve bu görüşmeye gitmeden önce ve sonrasında iktidar ortağı Bahçeli’nin açıklamalarını da denkleme dahil ettiğimizde, belli ki Kıbrıs konusunda Türkiye bazı tavizler karşılığında pozisyonunu değiştirmeye namzet bir durumda. En azından bugüne kadar iki devletli çözüm konusunda pozisyonunu değiştirmekten bahsediyorum ama bunun karşılığında da hem o Doğu Akdeniz’deki dezavantajlı pozisyonunun hem de Avrupa Birliği’nin yeni askeri yapılanmasında kendisine daha güçlü bir yer verilmesi karşılığında, Kıbrıs politikasında bir değişikliğe gidebilir. Ya da şöyle söyleyelim; Kuzey Kıbrıs politikasında bir değişikliğe gideceğinin işaretlerini veriyor. Ama tüm bunlar ve tartıştığımız hiçbir konu sadece o coğrafyaya, ya da o ülkeye odaklanarak sonuçların tayin edilebileceği konular değil. Bugün Kıbrıs nasıl ki Ortadoğu Güvenlik Mimarisi ve Avrupa Güvenlik Mimarisi’nin üst üste geldiği, kesiştiği noktada yeni bir çerçeveye oturacaksa; Türkiye’nin Kıbrıs politikası da, Suriye ile bağlantılı olarak Mısır’la ilişkilerine bağlı olarak ya da Avrupa Birliği ile ilişkilerine bağlı olarak yeni bir çerçeveye oturacak.
Kaosun hakim olduğu bir dönemde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan tarihi bir çağrıda bulundu. Bunun Suriye sahasında yansıması nasıl olur?
Amerika’nın Suriye Özel Temsilcisi Barrack bile kendisinin hali hazırda Suriye’de merkezi bir hükümet kurma çabasını yürütürken bunun aslında başarılı olamayacağını da teslim ettiğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Buna yatırım yapanların bile bunun başarılı olacağına inanmadığı bir durumda Suriye sahasında da bu ihtimal ortaya çıkıyor. İsterseniz Dürziler, isterseniz Aleviler ya da Kürtler üzerinden bakın yine bir ademi merkeziyetçi yapı üzerinden ancak sorunun çözülebileceği görülüyor. Irak konusu aslında her ne kadar çok başarılı bir proje bir ademi merkeziyetçi yapı olarak adreslenmese de, aslında Irak’ı bugüne kadar tek parça getiren 2003’ten sonrakinin bu federal yapı olduğunu da teslim etmek gerekiyor.
Irak’taki istikrarsız durumun nedeni nedir?
Irak’ta istikrarsızlığa neden olan o federal yapının altını oyan ve aynı ölçüde merkezileşme ya da Bağdat’ı merkezi güç olarak yeni güçlendirme çabalarının aslında bir sonucu. Bu çerçeveden baktığımızda da ben de işin açıkçası kalıcı bir barışın ve tam bir demokrasinin ya da başka bir ifade ile toplumların beklentilerinin bir ölçüde karşılanabildiği bir yapının ancak Ademi Merkeziyetçi bir yapı olabileceğini düşünüyorum. Doğrudan cevap vermek gerekirse Öcalan’ın önermelerinde idealize edilen biçime ile Suriye’de de bir kapıyı aralayabileceğini söyleyebiliriz. Merkezileştirme ya da merkezi kuvvetlendirme zaman kaybetmekten ve daha fazla insanın hayatına mal olmasından başka ne tür sonuçlar doğurdu? Çatışmalara kapı aralamaktan başka… Bu merkezileştirme çabalarının başka bir sonuç doğurmadığı bugüne kadarki tecrübeyle sabit. Onun için de ademi merkeziyetçi bir yapıya bir an önce imkân veren bir akılla Ortadoğu’daki sorunlara yaklaşmak, çözümü daha kolaylaştıracak ve kalıcı olmasına yardımcı olacak bir yaklaşım olacağı kanaatindeyim.
Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile Geçici Suriye Hükümeti arasındaki kısıtlı da olsa süren diyaloğu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şam ve Kürtler arasındaki müzakerelerde Şam’a bir politik irade ve kendi stratejik hedefleri, gücü ölçeğinde bir politik aktör olarak tanımlama taraftarı değilim. Çünkü oraya getiriliş biçimiyle de ya da geniş biçimiyle de hâlihazırda kalma becerisini gösterme biçimiyle de biz Şam’dan mütevellit bir siyasi iradeden söz edemeyiz. Bugün Şam’daki, görüntüdeki aktörler malum olduğu üzere içinde Türkiye’nin, İngiltere’nin, İsrail’in, Amerika’nın bulunduğu bir projenin sonucu ve dolayısıyla da ve tabii ki Körfez’i de burada katmak gerekiyor. Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde Rojava özerk yönetimi üzerinde mutlak bir hakimiyet kurmak istiyor. Ama zamanla şu ortaya çıktı ki aslında Türkiye’nin sadece Suriye’nin kuzeyi değil Suriye’de Şam üzerinden Irak’ta da Bağdat üzerinden tam da İran’ın gücünün azaldığı yerde Kürt nüfusunun olduğu her yerde de yapmak istiyor. Bu SDG’nin Şam’a entegre konusunda neden yapıcı bir rol almadığını açıklıyor.
Trump’ın son dönemde sıklıkla dile getirdiği “Bir şans verelim” yaklaşımını Türkiye efektif kullanamadı. Türkiye bir yıldır kendisine tanınan şansı çok da iyi kullanmadığını ve kullanmamasının en önemli nedenlerinden biri de tekrar etme pahasına Kürtlere orada etkin bir rol vermeme adına bu şansı kullanamadığını gördüğümüz bir sonuca doğru hızla gidiyoruz. İran’ın Ortadoğu’daki etkisinin kırıldığı bir dönemde Türkiye, daha etkin bir rol oynama hevesine kapılmış olsa da kimse bunu istemiyor. Başta İsrail’in, İran sonrası Türkiye’nin Ortadoğu’da daha majör bir rol oynama hevesine karşı olduğunu görüyoruz. Günün sonunda Türkiye’ye bu politikasının çok da hizmet etmediği ya da en azından hedeflerine ulaşmasında yeterli olmadığını tecrübe ettiğimiz bir aşamaya gelmiş görünüyoruz.
Türkiye’deki süreci nasıl okuyorsunuz?
Bahçeli’nin MHP üzerinden “devlet projesi” diye adlandırıldığı ölçüde, devletin pozisyonunda bir değişiklik görülse bile, günün sonunda iktidar olan AKP’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pozisyonunda bugüne kadar somut bir değişiklik göremedik. Geçtiğimiz 10 yıla hakim Kürt fobik tavırda çok sinik bir retorik değişiklik dışında, politikada değişikliğe tekabül edecek ve en başta da Erdoğan’ın bu sürece angajmanını somutlaştıracak bir hamle görmedik.
Bunu neye bağlıyorsunuz?
Birincisi, en son tahlilde eğer mesele Ortadoğu’dan kaynaklı tehditlere karşı pozisyon almak ve Ortadoğu’da daha büyük bir rol oynamaksa bana kalırsa Erdoğan’ın kafasında olan ya da Kürtlerle barış hiçbir zaman Erdoğan için bir A planı olmadığı kanaatiydi. Kaldı ki Erdoğan’ın her Kürt-Türk barışından söz ettiğinde Kürt, Türk, Arap barışı diye kardeşliği diye vurgulaması da bunun aslında bir anlamda delili sayılabilir.
A planı nedir?
Bugün Şam’ın IŞİD’e karşı koalisyona dahil olması öyle anlaşılıyor ki SDG güçlerinin Şam güçleriyle entegrasyonun mekanizmasını, zeminini oluşturacak. Bu da Türkiye’nin bu hedefine ulaşılamadığı görünüyor.
En kestirme ifade etmek gerekirse; “Şam’da kendisinin desteklediği bir cihatçı, Sünni grubun varlığını tam da Amerika, bölgesel ülkeleri desteklerken ben neden Kürtlerle bir barış yapayım?” diyor. Bilakis Kürtlerin Şam’da etkisini azaltabilme konjonktürü minimize edecek bir yönde kullanmak gibi bir tercihte bulundu ki bu tercihin bugüne kadar geldiği aşamada başarılı olmadığını söylememize imkan verecek bir fotoğraf ortaya çıktı. Bugün Şam’ın IŞİD’e karşı koalisyona dahil olması öyle anlaşılıyor ki SDG güçlerinin Şam güçleriyle entegrasyonun mekanizmasını, zeminini oluşturacak. Sadece bu IŞİD’e karşı koalisyonun içine dahil olması üzerinden bile bakıldığında Türkiye’nin bu hedefine ulaşılamadığı görünüyor. AKP ya da Erdoğan’ın perspektifinden Kürtlerle barış bir A planı değildi.
Kürtler ile barış Türkiye’ye de fayda sağlamaz mı?
Kürtlerle barışın içeride önü alınamayacak sonuçları olacaktır. Bu önü alınamayacak sonuçların da Erdoğan’ın uzun süredir keyfini sürdüğü tek adam rejiminin bekasını tehdit edeceği aşikar. Bugün Selahattin Demirtaş’ın hapisten çıkması bunun daha da ötesinde Abdullah Öcalan’ın meşru bir siyasi aktör olarak Türkiye’nin siyasi haritasına dahil olmasının Türkiye’deki iklimi önemli oranda Erdoğan’ı değiştirir. Erdoğan da tam da bu nedenle olabildiğince zamana yayarak bu alternatifleri değerlendirebileceği opsiyonları çoğaltabileceği bir zamana yayma politikası izliyor. Ama öbür taraftan da buna tam bir karşı pozisyon da alamıyor. Buna karşı pozisyon alamamasının da dış nedenleri var. Başta Amerika olmak üzere bu Suriye ölçeğinde özellikle bu barışın yapılmasından yana net bir pozisyon almış görünüyor. Hem de iç nedenleri var.
MA / Mehmet Aslan
Kaynak: Mezopotamya Ajansı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***







































