CEMİL TOKPINAR | YORUM
1989 yılının baharında dünya cenneti İstanbul’un müstesna semtlerinden Üsküdar’da bayram içinde bayram vardı. Nevbahara rastlayan ve uzun bir şehrayin gibi geçen Ramazan’ın bin bir güzelliğine mazhar olmuş müminler, bir de bayram günü hıdrelleze tevafuk edince çifte bayram yaşıyorlardı. Üsküdar’ın dost ışıkları henüz sönmeden “camide yer bulamam” endişesiyle gece yarısı yollara düşen insanlar Boğazın masmavi sularına bakan Yeni Valide Camii’nin içini ve avlusunu tıklım tıklım doldurmuşlardı.
Her sohbetinde gönüllere inşirah salan ve onları dine hizmet edebilmek için coşturan Asrın Hatibi, rahmet ayının bayramında rahmeti anlatıyordu. Vaazın bir saatinde Erhamürrâhimin’in her şeyi kuşatan rahmetini ve ona layık olmak için yapılacakları anlatmış, son yarım saatini ise duaya ayırmıştı. Belki de duanın bu kadar süreceğini kendisi de hesap etmemişti. Ancak ne zaman elini açsa yalvarmaya doyamayan Çağın Dertlisi, nefis muhasebeleriyle zenginleştirdiği yakarışını gözyaşlarıyla sürdürüyor, adeta coşkun bir şelale gibi çağlıyordu. Her cümlesine, belki her kelimesine ağlayan yüreği yanık sinelerin hıçkırıkları ve çığlıkları camiyi lerzeye getiriyor, “Allah Allah” nidaları kubbede çınlıyordu.
“Kabirde ağlatacaklar”
Ömrü ağlamakla geçen muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi duanın bir yerinde yüreğimize ok gibi saplanan şu inleyişleri dile getiriyordu: “Ağlatacaklar, kabirde ağlatacaklar, ötede ağlatacaklar… Ağlayacağız… Nasıl ağlamam? Defterlerin soldan verildiği yerde nasıl ağlamam? ‘Sürün cehenneme’ dendiği yerde nasıl ağlamam? ‘Bilmiyorsun, bunlar senden sonra ne halt karıştırdılar’ dendiği yerde nasıl ağlamam? Ağlatacaklar… Sizi bizi, boş ver sizi bizi, Resulullah’ı ağlatacaklar. Ağlatacaklar seni ya Resulallah, ağlatacaklar seni ya Resulallah! Ağlatırsam affeyle ya Resulallah, bağışla ya Resulallah!”
Büyüklerin derdi de ızdırabı da büyük olduğu için neredeyse konuşmaya dermanı kalmayan Hocaefendi, gözyaşlarıyla devam ediyordu: “Allah bize öyle bir yol ihsan eylesin ki, Peygamberi ötede ağlatmayalım, Cibril’i ağlatmayalım, Mikail’i ağlatmayalım, asrımıza ışık saçanı ağlatmayalım.”
“Asrımıza ışık saçan” dediği kişi Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleriydi. Söz ondan açılınca Hocaefendi ağlayarak onun sözlerinden nakiller yapıyor. Camideki atmosferin ve cemaatin duygu selinin tasvirinden aciziz. En iyisi yazıyı burada bırakın, bu dua bölümünü izledikten sonra yazıyı okumaya devam edin. Vaazın linki: https://www.youtube.com/watch?v=tTizjJA4rYM
Dua kısmı 1:03:53’ten itibaren başlıyor ve yarım saat sürüyor. Siz hiç olmazsa 1:25:15’ten başlayıp bir dakika dahi olsa izleyin. Çünkü ben sadece birkaç cümle aktardım. Oysa yazının devamındaki yorumlarımı anlayabilmeniz için izlemeniz çok önemli.
Can evimden vurdu
Ben bu vaazı canlı olarak izleyemedim. Ancak 1992 yılında iş yerinde iken bir grup arkadaşla dua kısmını dinleyebildim. Her bir cümlesi aklıma, kalbime ve hislerime öylesine tesir etti ki, günlerce o atmosferden ayrılamadım. Hele “Bilmiyorsun, bunlar senden sonra ne halt karıştırdılar dendiği yerde nasıl ağlamam?” cümlesi beni can evimden vurdu. Tam 33 yıldır da aklımdan çıkmıyor. O kadar çok izledim ki, sayısını bilmiyorum.
O zamanlar Hocaefendi ve cemaati ne kadar sevip takdir etsem de detaylı tanımıyordum. Yıllar ilerledikçe okumalarım, dinlemelerim, diyaloglarım, görüşmelerim arttı; Hocaefendiyi ve hizmet kurumlarını daha çok tanıdım, sevdim.
2013’ün sonunda başlayan olaylar beni bir tercihle karşı karşıya bıraktı. Rabbime sonsuz hamdolsun, beni zulmü desteklemekten korudu ve bana hakkın yanında durmayı nasip etti. 2000’den itibaren aile ve namaz hizmetleriyle lütfettiği hüsnüzannı, hakperestlik yolunda kullanmayı ihsan etti. 2014-2016 yılları arasında iki buçuk yıl boyunca radyo, televizyon, gazete, dergi, sosyal medya ve canlı konferanslarımla yüzde yüz haklılığına inandığım Hocaefendiyi ve cemaati destekledim. Daha sonra hicret nasip oldu ve aynı duruşumu sürdürdüm elhamdülillah.
İşte bu 33 yıl önce dinlediğim “Bilmiyorsun, bunlar senden sonra ne halt karıştırdılar dendiği yerde nasıl ağlamam?” cümlesi hiç aklımdan çıkmadığı gibi mahzun etmeye de devam etti. Acaba Hocaefendiden sonra ne olacaktı?
Hocaefendi ne demek istemişti?
Hocaefendi Peygamber varisi, Üstadın vekili, velayet-i kübra makamında bir müceddittir. Keşif ve kerametleri, sadık rüyaları ve yakazaları olan bir maneviyat sultanıdır. Hatta mânâ âlemlerindeki bazı keşiflerini isim vermeden “bir kardeşimiz görmüş” şeklinde anlattığı çok olmuştur. Bu vaazda geçen “Bilmiyorsun, bunlar senden sonra ne halt karıştırdılar dendiği yerde nasıl ağlamam?” cümlesi de büyük bir keşiften bir zerredir diye düşünüyorum. Tahminim odur ki, Hocaefendi kendisinden sonra meydana gelecek bazı ihtilâfları ve onların haşir meydanında kendisini nasıl ağlattığını görmüş ve böyle ifade etmiş.
O cümledeki, “Bilmiyorsun” kelimesinin iki anlamı olabilir. Birincisi, “Sen vefat ettikten sonra ne yaptıklarını görmediğin için bilmiyorsun” demektir. İkincisi de “Sen onlara hep hüsnüzan ettin, hep takdirle yad ettin. Ancak bilmiyorsun onlar senden sonra o kıvamı koruyamadılar, hüsnüzannına layık olamadılar” şeklindedir.
Peki siz hangisi olmak istersiniz? Hocaefendiyi ağlatıp hayal kırıklığına uğratan mı yoksa onu güldürüp hüsnüzannına layık olan mı?
Eğer nefis ve enaniyetten, cehalet ve çiğlikten dolayı birlik ve beraberliği hakkıyla koruyamazsak veya ihtilafa sebebiyet veren hatalar yaparsak, belki de haklı bile olsak sabretmeyip uhuvvet ve muhabbete zarar verirsek Hocaefendinin yüzüne nasıl bakarız
1982 yılında Risale-i Nur dersinden sonra Mustafa Sungur Ağabeye bazı arkadaşlar ihtilaflarla ilgili sualler sormuştu. Sungur Ağabey soruları cevaplarken bir ara şöyle diyerek nefis muhasebesi yapmıştı: “Yarın ruz-i mahşerde Üstadımızın yüzüne nasıl bakacağız? ‘Neden birlik ve beraberliği koruyamadınız?’ derse ne cevap vereceğiz?”
Kaldı ki Sungur Ağabey Üstadın, “Hayatım, hayatınla devam edecek” müjdesine mazhar olup birlik ve beraberliği korumak için çırpınan, her şeye rağmen bütün ağabeylerle ve cemaatlerle ilişkisini kesmeyen mümtaz bir şahsiyetti. Buna rağmen kendisini de sorumlu tutuyor, üzülüyor ve özeleştiri yapıyordu.
Üstad: Beni ağlatmayın!
Hocaefendi bu vaazda niçin “Üstadı ağlatmayalım” diyor? Çünkü Üstad da birlik ve beraberliğe çok önem veren, talebeleri arasında uhuvvet, muhabbet ve tesanüdün sarsılmaması için adeta titreyen bir şahsiyettir. Bunun için İhlas, Uhuvvet ve Hücumât-ı Sitte gibi Risaleleri yazmış, ayrıca konu hakkında birçok mektup kaleme almıştır.
Afyon Hapishanesinde talebeleri arasında birliği ve kardeşliği rencide edecek bazı durumlar olunca Üstad çok üzülür ve o ağır şartlarda mektup yazarak talebelerini ikaz eder. Bunlardan bir kısmını ibret nazarlarınıza sunuyorum: “Ben şiddetli bir işaret ve mânevî bir ihtarla sizin üçünüzden (Hüsrev, Mehmed Feyzi ve Sabri), Risale-i Nur’un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki, dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü, gizli düşmanlarımız iki plânı takip edip, biri beni ihanetlerle çürütmek, ikincisi mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmekle bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki, Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki, benim sobamın parçalanması gibi acîp, sebepsiz bir hadise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu mânâsız ve çok zararlı tesanütsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.” (14. Şua)
Hedef ve plan aynı
Aslında bu mektubun her bir kelimesi müzakere edilmeyi hak ediyor. O zaman olduğu gibi neredeyse 50 yıldır, özellikle son 12 yıldır gizli düşmanlar iki plan uyguluyorlar. Birisi Hocaefendiyi ihanetlerle çürütmek, ikincisi en yakın talebeleri arasına bir soğukluk vermek. Muhtemelen bunun için çok özel çalışmalar, belki hizmette ileri olan her bir talebe için özel projeler geliştiriyorlar.
Üstadımız yukarıdaki mektupta Hüsrev Ağabeyi özellikle örnek verdiği gibi şu mektupta yine ondan bahsediyor: “Konyalı Hacı Sabri kardeşimiz yanıma geldi. Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz Hacı Sabri’ye mühim bir ders oldu. Bilhassa Medresetü’z-Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâma hizmet-i imaniyeleri ve tahripçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal, binler seyyie olsa affettirir. Öyleyse, başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemâl-i ihlâs ve samimiyetle onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşallah Hacı Sabri de, Hoca Sabri ve Rüştü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak; meşrep ihtilâfı daha tesir etmeyecek.” (Emirdağ Lâhikası-2)
“Erkânları tenkit etmeyin”
Bu mektuplardan anlıyoruz ki, Hüsrev Ağabeyin bazı halleri ve davranışları bazı ağabeyler tarafından tenkit ediliyor. Ancak Üstad, hem onun yaptığı hizmetin büyüklüğünü göstermek hem de ağabeyler arasında ittihat ve uhuvveti muhafaza etmek için Hüsrev Ağabeyi müdafaa ediyor.
Acaba Üstadımız sadece onu mu müdafaa ediyor yoksa her talebesine aynı gözle mi bakıyor?
Mektupta geçen “Başta Hüsrev olarak o erkânların (hizmette ileri gelen talebelerin) hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemâl-i ihlâs ve samimiyetle onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır” ifadesi gösteriyor ki, Üstad Hazretleri bütün talebelerine aynı hüsnüzan ve takdir hisleriyle bakıyor. Çünkü maneviyat sultanları, müminleri ve talebelerini iyiliklerine ve Allah katındaki yerlerine göre değerlendirir. İhlas ve uhuvveti tam idrak edememiş ve hayatının bir parçası yapamamış insanlar ise o kimselerin şahsî kusurlarına ve aralarında yaşanan olumsuz davranışlara odaklanır. Çünkü nefis ve şeytan, insanın gözünün önüne sinek kanadı kadar bir kusuru getirerek kardeşinin dağlar büyüklüğündeki iyiliklerini göstermez.
Üstadın bu mektuplarda zikrettiği isimlere ve bugünlerde söz konusu edilen şahıslara takılmadan bu uyarıları kendi üzerimize almalıyız. Çünkü hepimiz yaptığımız ve yapmadıklarımızdan sorumluyuz. Maalesef insanoğlu, Kur’an, hadis veya dinî eserlerde geçen kuralları kendi üzerine almadan başkalarına uygulamakta pek mahirdir. Oysa asıl hüner, kardeşine daima hüsnüzan edip eksik ve kusuru kendi üzerine almaktır.
“Aklım, kalbim, ruhum ağladı”
Üstadın yine hapiste yazdığı ikinci mektup ise şöyle: “Mâbeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvvet, gücenmek ve tarafgirlik kaldırmaz. Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatimi ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeye karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz. Hatta kasemle temin ederim ki, sekiz gündür Nurun iki rüknü (ileri gelen talebesi) zâhirî birbirine nazlanmak ve teselli yerine hüzün vermek olan ehemmiyetsiz hadisenin, bu sırada benim kalbime verdiği azap cihetiyle, ‘Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! Yâ Erhamerrâhimîn, medet! Bizi muhafaza eyle. Bizi cin ve insî şeytanların şerrinden kurtar. Kardeşlerimin kalplerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur’ diye hem ruhum hem kalbim hem aklım feryat edip ağladılar.
“Ey demir gibi sarsılmaz kardeşlerim, bana yardım ediniz. Meselemiz çok naziktir. Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı mânevînize bırakmıştım. Siz de bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor.” (14. Şua)
İlk mektupta “Bayramda beni ağlatmayın” diyen Üstad bu mektupta, “ruh, akıl ve kalbinin ağladığını” belirtiyor. Üstadın bu meseleden dolayı ne kadar mahzun olduğunu Mustafa Sungur Ağabey bir Risale-i Nur dersinde bizlere şöyle anlatmıştı:
“Afyon Hapsinin verdiği sıkıntılardan dolayı bazı kırgınlıklar, ihtilâflar belirmişti. Çok müteessir olan Üstadımız, Allah’a müteveccihen, ‘Ya Rab! Yok mu benim hiç ihtilâflara girmeyen talebem?’ diye yalvarmış. Üstad bize, ‘İşte o zaman bana Tahirî gösterildi.’ demişti.”
Demek ki Üstadın bu sorusuna mânâ âleminden bir temessül ile cevap veriliyor. Tahirî Mutlu Ağabey takvası, ibadetleri ve hizmetleriyle müstesna bir hizmet kahramanıydı. Hapisteki fitnede de müstakim duruşuyla Üstadın takdirini kazanmış olmalı ki mânâ âleminde böyle bir iltifata mazhar oluyor.
Güldürecek miyiz ağlatacak mıyız?
Üstadımız 1948-1949 yıllarındaki Afyon Hapishanesinde üç talebesi arasındaki ihtilaftan bu kadar mahzun olursa acaba vefatından sonraki ihtilafları görseydi ne yapardı, ne kadar üzülür ve ne kadar ağlardı?
Aynı şekilde iki talebesi arasındaki ihtilaftan bile yüreği yanan ve gözleri yaşla dolan, “Kasırgalara değil, meltemlere ihtiyacımız var” diyen Hocaefendi bugünleri görseydi ne kadar mahzun olup çağlayanlar gibi gözyaşı dökerdi?
Evet, herkes safını belirlemek zorunda. Yanlış anlamayın, herhangi bir ihtilafın oluşturduğu şeklî saflardan ve bizi kardeşlerimizle kutuplaştırmak isteyenlerin sahte isimlendirmelerinden bahsetmiyorum. Haklı haksız tartışmasına da girmiyorum.
Benim derdim şu: Üstadı ve Hocaefendiyi ağlatan tarafta mı olacağız, yoksa güldüren tarafta mı?
Her şeye rağmen kardeşlik hukukunu gözeten, sıdk ve sadakatten ayrılmayan, yalan, gıybet, suizan ve iftiraya asla tenezzül etmeyen, geçmiş hizmetlerini mal, mülk, makam, şöhret, enaniyet ve kıskançlığa feda etmeyen, farklı düşünse bile kardeşinin hukukunu ve şerefini muhafaza ve müdafaa eden yiğitler olabilirsek Üstadımız da Hocaefendi de manen sevinecek ve bizlerle iftihar edecektir.
Güldürelim Resulullah’ı (sas)
Ama heyhat! Sanki Peygamber Efendimizden (s.a.v.) sonraki savaşlardan ve Üstadımızın kemiklerini sızlatan ihtilaflardan hiç ibret almamış gibi hareket ediyoruz.
Geçmişte yaşanan acı hadiselerden ibret alıp ihtilaf olmaması için kılı kırk yarsak, birliği ve kardeşliği muhafaza için her türlü fedakârlığa katlansak, tesanüdü tesis için feragatin zirve örneklerini uygulasak, ancak o zaman iman ve Kur’an hizmeti dünya çapında büyük hedeflere ulaşabilir.
Evet, Üstadı ve Hocaefendiyi ağlatmayalım. Ya Resulullahı (s.a.v.)?
Asıl onu ağlatmayalım. Ömrünü ümmetine dua ile geçiren, geceleri sabahlara kadar namaz kılıp ağlayarak bizlere dua eden, Miraç’ta bizi düşünen ve ahirette ümmetini unutmayacak olan o Güzeller Güzelini ağlatmayalım. Güldürelim onu, öyle bir güldürelim ki, gülmelerinden güller açılsın, dünyanın dört bir yanı mis gibi gül koksun.
İsterseniz gelecek yazıda, “Resulullahı (s.a.v.) ağlatmayalım” konusunu işleyelim inşallah.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***