Tarih bize şunu gösteriyor; en sağlam görünen iktidarlar bile bir anda yıkılabilir. Ama hiçbir rejim, halkın sessiz rızası çekilmeden çökmez. Sessizlikten isyana giden görünmez bir patika var ve bu patika her daim hareketli.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Evet Nepal’in Z Kuşağı, sadece iki gün içinde bir hükümeti devirdi. Ama asıl soru şu: Bu sessizlik nasıl ve neden bir anda patlama noktasına ulaştı?
Toplumlar neden uzun yıllar boyunca sessizce tahakküme katlanır? Hangi gizemli eşik aşıldığında bu sessizlik, önce mırıltıya, sonra çığlığa, nihayetinde isyana dönüşür?
Bu sorular, sadece Nepal için değil, Türkiye’den Mısır’a, İran’dan Myanmar’a kadar dünyanın dört bir yanındaki toplumlar için hayati öneme sahiptir. Çünkü tarih bize göstermiştir ki, en sağlam görünen iktidarlar bile, toplumsal rızanın çekildiği an çökebilir.
Fransız hukukçu düşünür Etienne de La Boetie’nin ülkemizde de yayınlanan (sanırım İmge yayınlarından çıkmıştı ve kitabın kapağını hiç unutamıyorum)) çok ama çok enteresan kitabı “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev- Le Discours de la servitude volontaire”de çok cesur bir soru sorar: “İnsanlar neden kendi elleriyle kendilerini yöneten tiranlara boyun eğerler?”
Bu fikir, modern siyaset felsefesinin en erken “itaat eleştirilerinden” biridir. Ve hatta Rousseau, Tolstoy, hatta Foucault’ya kadar uzanan bir düşünce zincirinin ilk halkasıdır, diyebiliriz.
Ve finalde muazzam bir tespit yapar: “Tiranı devirmek için savaşma; sadece ona hizmet etmeyi bırak!”
Boetie’nin 16. yüzyılda sorduğu o ünlü soru, bugün de geçerliliğini koruyor: “Gönüllü kulluk nasıl mümkün olur?”
Ve evet Boetie kesinlikle haklıdır: Tiranların gücü, zor kullanmalarından değil, halkın onlara gönüllü olarak itaat etmesinden gelir. Bir tiran, ancak milyonlar ona hizmet etmeyi kabul ettiği sürece tiran kalabilir.
Peki bu kabul, bu rıza nasıl üretilir? Ve daha da önemlisi, nasıl bozulur?
Nepal’de yaşananlar, bu soruların cevaplarını aramak için eşsiz bir laboratuvar sundu bize. Çünkü burada sadece bir rejim değişimi yaşanmadı; rızadan isyana giden yolun tüm aşamaları, hızlandırılmış bir filmde izler gibi gözlemlenebildi.
Sosyal medyada viral olan “Nepo Kids” videoları, iktidarın lüks içindeki yaşamının ifşası, ardından gelen sosyal medya yasağı, barışçıl protestonun kanlı bastırılması, 19 gencin ölümü, parlamento binasının yakılması… Her biri, ayrı bir aşamayı temsil eden bu olaylar, bize toplumsal tepkinin anatomisini gösteriyor.
Ama sessizlikten isyana giden yol, lineer bir süreç değildir. Bu yol, düz bir çizgi değil; keskin dönüşleri, ani patlamaları, uzun durgunluk dönemleri olan karmaşık bir sarmal gibi.
Bir toplum, rızadan memnuniyetsizliğe, oradan şikayete, negatif rızaya, itiraza, direnişe ve nihayetinde isyana geçerken, bu geçişler bazen yavaş, bazen ani, bazen geri dönüşlü olabilir. Ve çoğu zaman, bu geçişler öngörülemez.
İşte tam da bu yüzden, toplumsal tepki mekanizmalarını anlamak kritik önem taşıyor. Bu anlayış, sadece sokak hareketlerini, protestoları, devrimleri değil; aynı zamanda iktidarların nasıl meşruiyet kazandığını, nasıl onu koruduğunu ve nihayetinde nasıl kaybettiğini de kavramamızı sağlayacaktır.
Bu konuda ünlü Max Weber’in fikriyatı da mühim esasen: İktidarın meşruiyeti üç kaynaktan gelir; geleneksel otorite, karizmatik otorite ve yasal-rasyonel otorite. Ama bunların hiçbiri, toplumsal rıza olmadan sürdürülemez. Ve rıza, kum saatindeki kum taneleri gibi, yavaş yavaş akıp gider; ta ki bir gün saatin alt kısmı dolana kadar.
Nepal’in hikayesi bize bir kez daha gösterdi ki, iktidarlar çoğu zaman bu kum akışını fark edemezler. Gözlerinde sadece yüzey görünür: sessizlik, itaat, düzen. Ama yüzeyin altında, görünmez bir memnuniyetsizlik birikir. Ki buna dip dalga deniyor malum. İnsanlar evlerinde, iş yerlerinde, çayhanelerde, sosyal medyada, kendi aralarında fısıldaşırlar bir süre.
Bu konuda bir kitap daha önereyim. Ayrıntı yayınlarından (bu yayınevi hala var mı bilmiyorum) “Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar”. Yazarı Amerikalı siyaset bilimci geçtiğimiz günlerde 90. yaşını kutlayan ünlü Amerikalı James C. Scott. (90’lı yıllarda yayınlandı kitap) Scott üstadın “gizli senaryo” dediği şey tam da bu aslında: Kamusal alanda itaat eden insanlar, özel alanda başkalaşır, gerçek düşüncelerini paylaşır, iktidarı eleştirir. Bu gizli senaryo, zaman içinde güçlenir, yaygınlaşır, cesaret bulur.
Ve bir gün, bir olay, çoğu zaman önemsiz görünen bir olay tetikleyici olur. Rosa Parks’ın otobüste oturmayı reddetmesi, Mohamed Bouazizi’nin kendini yakması, Nepal’de 26 sosyal medya platformunun kapatılması gibi… Bu olayların kendisi, belki de o kadar büyük değildir, gelin görün ki, arkasındaki birikmiş öfke, yıllarca bastırılmış sesler, görmezden gelinen adaletsizlikler… İşte bunlar patlamaya hazır bir baruttur. Patlaması için bir tek kıvılcım yeter.
Toplumsal tepki mekanizmalarını anlamanın bir diğer kritik önemi bize, değişimin imkansız olmadığını hatırlatmasıdır. Otoriterleşen rejimlerde yaşayan insanlar, çoğu zaman umutsuzluğa kapılırlar. “Hiçbir şey değişmez”, “hep böyle devam edecek”, “direnmenin bir anlamı yok” derler. Nepal gibi deneyimler bunun için önem taşıyor zaten, bu tür gerçek olayların ilk etkisi umutsuzluğu kırmasıdır. Çünkü gösterir ki, en baskıcı görünen sistemler bile çökebilir. Hem de 48 saatte.
Elbette mesajı kesinlikle almayacaklardır ama Nepal’in hikayesi aynı zamanda bir ikazdır da. Bittabi iktidarlar için. Çünkü sessizlik, mutlaka rıza anlamına gelmiyor her zaman. Muhalefetsizliğin, mutlaka memnuniyet anlamına gelmediği gibi. Sokakların sakin olmasından, mutlaka istikrar anlamı üretenler tarih boyunca yanılmışlardır. Yüzeyin altında neler olup bittiğini görmek için, daha derinlere bakmak gerekiyor.
Şimdi pirimiz, üstadımıza gelebiliriz.
Antonio Gramsci’nin hegemonya teorisi, tam da bunu anlamamızı sağlıyor. Gramsci’ye göre, iktidarlar sadece zor kullanarak değil, rıza üretilerek de sürdürülüyor. Ama bu rıza alabildiğine kırılgan. Krater gibi. Sürekli olarak yeniden üretilmesi, pekiştirilmesi, güçlendirilmesi gerekiyor. Eğer iktidar, bu rıza üretiminde başarısız olursa, hegemonya çatlamaya başlıyor ve çatlaklar, zamanla genişliyor.
Bu uzun girizgahı, rızadan isyana uzanan bu yolculuğu teorik bir zemine oturtmayı amaçladığım bir seri yazı için yaptım. Sosyolojik literatürdeki temel kavramları; Gramsci’nin hegemonya teorisini, Hirschman’ın ses-çıkış-sadakat modelini, Scott’un gizli direniş kavramını, Tilly’nin toplumsal hareketler repertuvarını, Kuran’ın tercih tahrifi teorisini paralel okuma yaparak ve dahi Nepal’de yaşananları da hesaba katarak, genel olarak toplumsal tepki mekanizmalarını anlamak için bir çerçeve sunmayı deneyeceğiz.
Son tahlilde, Nepal’in hikayesi sadece Nepal’e ait değil. Bu hikaye, bütün baskıcı rejimlerin, otoriterleşen iktidarların, toplumsal rızayı kaybeden sistemlerin hikayesi. Ve bu hikayeyi anlamak, belki de geleceğimizi anlamak demek. Çünkü tarih, tekerrürden ibaret olmasa da, kafiyeleri tutarlıdır.
Bir diğer nokta ise; sessizliğin anatomisini anlamak, aynı zamanda çığlığın anatomisini anlamak manasına geliyor.
Toparlıyorum; baskıcı bir gücün sürmesini sağlayan şeyin sadece zorbalık değil, halkın gönüllü itaatidir. Bu itaatin bir anda değişmesi mümkün elbette ama sunun için altının dolması gerekiyor. Ve toplamlar farkında olmadan, bazı eşikleri geçerler; Rıza → Kayıtsızlık → Memnuniyetsizlik → Şikayet → Negatif Rıza → İtiraz → Direniş → İsyan…
Görüldüğü üzere alınacak yol ve eşikler hiç de özle azımsanacak gibi değil.
Bence esas soru şu; bu eşikler en uzun ve en kısa ne kadar zaman dilimine sığabiliyor?
Umutsuzluğa sevk edici örnekler var maalesef. Kim Hanedanı mesela. Yaklaşık 80 yıldır iktidarlar.
Keza Fidel Castro da; 40 yılı aşkın iktidarda kalmıştı.
Franco biraz daha az ama yine de fena bir uzunluk değil bir dikta yönetimi için; 36 yıl. Salazar da keza öyle.
Mao, fazla değil çeyrek asır zulmedebildi.
Öte yandan İdi Amin gibi umut verici (!) örnekler de var: 8 yıl. Pol Pot mesela 4 yıl.
Barbara Geddes, Milan Svolik, Levitsky Way gibi araştırmacıların verilerine göre 1900–2020 arasında dünyada yaklaşık 230 kadar otoriter rejim kurulmuş.
Bu araştırmalara göre, ortalama bir diktatörün iktidarının ömrü 20 yılmış. Şaşırdınız değil mi?
Şaşırmayalım, zira işin içine bir de kendini meşrulaştırma/çözülme evrelerini katarsak bu süre 25-30 yılı buluyormuş.
Aslında bir de işin fizyolojik boyutu var. Eğer eski sultanlar gibi çocuk yaşta diktatör olmadıysa, zaten fiziksel olarak da istese bile sürdüremiyor tiranlar öyle çok uzun zorbalık rejimini. Bu uzunluk yeterli bence. Bir sonraki yazıda diktatörlüğün evreleri, sebepleri gibi konulara gireceğiz.
Son olarak Allah dünyadaki tüm zalimlerin, despotların ve diktatörlerin bin belasını versin, amin!
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***