PROF. DR. M. EFE ÇAMAN | YORUM
“Kürtlerin Erdoğan’la dansı” başlıklı yazı serisinin dördüncü ve son bölümünde Erdoğan’ın – ve elbette rejimin – olası beklentilerini ele almak istiyorum.
Enteresan bir soru sormakla başlayayım: Türkiye tarihinin en rijit otoriterleşme dönemi yaşanırken, Kürt siyasal hareketinin önde gelen emektar temsilcileri başta olmak üzere her bir siyasal yön ve yönelimden birçok düşünce suçlusu kodesteyken, korkunç bir takibat ve istibdat politikası son 10 yıldır almış başını giderken, ne oldu da Erdoğan ve rejim ikinci çözüm sürecini başlatma kararı aldı?
Bu analitik bir sorudur ve bunun rasyonel yanıtı aranmadan meselenin anlaşılması eksik kalacaktır.
Önce çözüm süreçlerinden birincisinin neden bittiğini hatırlayalım. 17 Aralık 2013’te suçüstü olan rejim mümessilleri, suçlarının üzerini örtebilmek ve iktidarı kaybetmemek için polisiye ve yargısal süreci durdurmak zorundaydılar. Bunu yapabilmeleri anayasal omurga olan güçler ayrılığı ilkesini yok etmeye ve yargı kontrolünü kendi uhdelerine – yürütmeye – almaya bağlıydı. Ancak tek başlarına bunu yapabilecek güçleri yoktu. Ellerine yüzlerine bulaştırmaktan korkuyorlardı. Çünkü bu vatana ihanet ve sivil darbe demekti. Bu nedenle de çok tehlikeli bir girişimdi.
Bir darbe kalkışmasından bahsediyoruz. Bunu bilecek kadar siyaseti okuma beceri ve tecrübesine sahip olan Erdoğan’ın imdadına, Ergenekon sürecinde (Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Askeri Casusluk, vs.) darbe ve komplo girişimlerinden içeride olan derin devlet unsurları yetişti. Erdoğan’a şunu önerdiler: “Ülkenin AB rotasını iptal et, Cemaat’i bitir ve en önemlisi, Kürt açılımını sonlandır.”
Erdoğan, eli zayıf olduğundan hemen bunları kabul etti. Böylece süreç başladı.
Sudan gerekçelerle sonlandırılan çözüm süreci ertesinde, yatağa girdiği ortaklarının istekleri doğrultusunda Erdoğan ve suçlu iktidar paydaşları güvercin siyasetini terk ederek Kürtlere yönelik 1990’ların ‘beyaz Toros’ şahin politikalarına yöneldiler. Böylece sonu Diyarbakır ve Cizre’de sivil yerleşim birimlerine yönelik ağır topçu bombardımanları ve askeri baskı rejimine varan kanlı ve acı bir süreç başladı. Süreç bitmişti.
Sonuçta başta Selahattin Demirtaş olmak üzere, onlarca Kürt milletvekili, dokunulmazlıkları kaldırılarak, sudan sebeplerle hapse atıldı. Yine Kürt illerinde çok yüksek oy oranlarıyla seçim kazanmış olan belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri uydurmasyon bahanelerle görevlerinden alındı, yerlerine kayyımlar atandı, yüzlerce yerel yönetici cezaevlerine gönderildi.
OHAL rejimi başlamıştı. Hedefte iki grup vardı: Kürtler ve Gülen Hareketi. Türkiye’yi bu süreçte engelleyebilecek hiçbir iç fren mekanizması kalmamıştı. Bitirilen AB süreci sonrasında Ankara’da bu kararları alıp bu siyasetleri hayata geçirenleri frenleyebilecek bir AB faktörü de artık mevcut değildi. Erdoğan Merkel’le anlaşmış, göçmenlerin geri alınması karşılığında para ve dokunulmazlık elde etmişti. 12 Eylül döneminde generallere bile nasip olmamış bir keyfi yönetim bu şekilde ülkenin başına musallat oldu.
Bu süreç Kürtler için öğretici olmuştur. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve hukuk devletine doğru ilerlemesi şeklinde özetlenebilecek bir süreçten medet uman ve bu konuda kurumsallaşmaya ve AB’ye güvenen Kürtler yarıda kaldılar. Meselenin siyasal kültür, siyasal kültürün de uygarlıksal bir şey olduğunu öğrendiler. Türk devletine güvenilmezdi. Yasalara ve anlaşmalara dayalı çözümler yerine güç dengelerine oynamak durumundaydılar.
Erdoğan bu sürecin oyun kurucusuydu. Mutlak güce sahip değildi, ama gücünü 2013’ten itibaren kademeli olarak arttırmayı başardı. Kurduğu ittifaklar sayesinde rejimini kademeli olarak inşa ve konsolide etti. Ne derinler ne de MHP ile aralarında bir aşk evliliği vardı. Alma-verme – karşılıklı çıkarlar –temelli bir denge politikası söz konusuydu. Kürtler bunu gördüler. Bir tarafta serde demokratlık, insan hakları mücadelesi ve ilerici solculuk vardı, diğer tarafta Türkiye siyasetinin kaypak ve kokuşmuş gerçekleri! Sonunda Kürt tarafı şunu anlayacaktı: Türkiye demokratikleşir, biz de bundan nasibimizi alırız ve rahatlarız denklemi işlemiyordu.
Kürt hareketi de Erdoğan’la anlaşmak yolunu seçti.
Bu paradigma değişiminin ilk adımı Erdoğan’ın beklentilerini anlamak, zayıf noktasını bulmaktı. Bu nokta üzerinden Erdoğan’la anlaşmak durumundaydılar. Bu onların tek güvencesiydi. Çünkü Türk devleti – özelde de Erdoğan rejimi – anayasal veya yasal değişikliklerle ya da mutabakatlarla kendilerine barış garanti edemezdi. İnandırıcılıkları yoktu.
Böylece Erdoğan’ın en çok ihtiyacı olan noktada kendilerine muhtaç olduğunu anladılar.
Erdoğan için iktidarı kaybetmek gibi bir alternatif yoktu. Çünkü bunun sonunda Yüce Divan ve vatana ihanetten yargılanma vardı. Adnan Menderes’in bile Erdoğan ve rejiminin yanında Norveç iktidarı gibi göründüğü gerçeği karşısında Erdoğan’ın siyasi geleceği tümüyle bisikletin hareket etmeye devam etmesinde bağlıydı.
İşin enteresan yanı, dediğim dibi, derin devlet ve MHP de tümüyle bu zafiyet üzerinden Erdoğan’la ortaklı kurmuşlardı. Oysa bu ittifak metal yorgunluğu nedeniyle zayıflamıştı. Bahçeli’nin sağlık sorunları, MHP içerisindeki belirsizlikler, derin devletin Avrasyacılık takıntısının kendilerini dünya siyasetindeki değişmelerden mütevellit her an oyun dışı bırakabileceği tehlikesi gibi birçok ihtimal, Erdoğan ve ekibini Kürtlere mahkûm etmekteydi.
İçerideki denklem şu şekilde özetlenebilir: Kürtlerin bugün yüzde on iki civarı net oyu var. Bu oy Erdoğan’ın ekmek-su kadar ihtiyaç duyduğu bir şey. Çünkü iktidarda kalması için bu oyu alması gerekiyor. Bunu başarmak içinse Kürtleri ikna etmesi lazımdı. O halde Kürtlere “Ne istiyorsunuz?” diye sorulmalıydı. Fakat anti-Kürt propaganda nedeniyle Türkiye kamuoyunun pat diye makas değiştirmesi sorunlu olabilirdi. Bu nedenle paradigma değişikliğinin Bahçeli ve MHP üzerinden yapılması elzemdi.
Bu dönemde İsrail’in Ortadoğu’da gücünü maksimize etmesini fırsat bilen rejim koalisyonu, topluma “Kürt sorununun çözülmesi gerektiği” mesajlarını güvenlik ve beka meselesi üzerinden retorikleştirdiler. Bu akıllıcaydı. Ardından MHP lideri Bahçeli’nin meşhur açıklaması geldi. Kürtler bu hamleyi gördüler ve ellerindeki kartın değerini hemen anladılar. Türkiye iflah olmazdı. Bu Kürt davası için kaçırılmayacak bir fırsattı.
Böylece bir hafta on gün gibi bir süre içerisinde Türkiye devletinin 45 yıllık diskurunu yerle bir ettiler. Bahçeli “kurucu önder Öcalan” diyordu. “Bebek katili” gibi ifadelerden “önderliğe” geçiş birkaç saat sürmüştü. Erdoğan zayıftı ve Kürtlerin desteğini almak gözlerini kamaştırıyordu. Yeni bir mantık evliliği doğuyordu.
İmralı’daki Öcalan ise ‘eski kurttu’ ve Türkiye siyasetini en az Erdoğan kadar iyi kokluyordu. Anın gereklerini yerine getir, maksimalist olma, kervan yolda düzülür, sürecin sonunu oyunun gidişatı belirler, oyun esnasında yapılması gerekenler ele alınır gibi pragmatik taktikler, Öcalan’ın uzmanlık alanıydı.
Erdoğan’a şartlarını ilettiler. Öcalan ve hapisteki militanlar çıkacaktı. PKK silah bırakacaktı. Kürt siyasi hareket PKK’nın silah bırakmasını zaten kabul ediyordu. Ancak Kandil ne diyecekti? Bu Erdoğan için esas turnusoldü. Eğer Öcalan örgütü kontrol edebiliyorsa yeterince güçlüydü ve onunla yola devam edilebilirdi.
Sürecin sonucunda Kandil, Öcalan’ın dediğini yaptı. Örgüt silah bırakma kararı aldı.
Erdoğan yeni bir evlilik yapmıştı. Koalisyonuna MHP bir tarafta, DEM ve PKK diğer tarafta, iki zıt hareketi dâhil etmeyi başarmıştı. Bu bir siyaset maestroluğuydu. Kolay bir şey değildi. Siyaset bilimciler için dikkate değer bir taktisyenlik söz konusuydu. Bu Erdoğan’ın haklı olduğu anlamına gelmiyor. Ya da yapılan anlaşma etiktir demek de değil. Güç, güç dengesi ve çıkarlar üzerinden okuduğunuzda siyaseti daha iyi anlıyorsunuz. Etik değerler ve normlar, siyaset denkleminde güç ve çıkar gibi faktörler kadar belirleyici bir rol oynamıyor.
Bu süreç elbette kırılgandır. Fakat denklemdeki sabite sürecin devamına kuramsal çerçevede yeterince sağlam bir zemin sağlıyor. Erdoğan yeni bir anayasa yapacak, iyice otokratlaşacak. Öcalan hapisten çıkacak, Kürtler anayasal bazı haklar elde edecekler. Bu anayasaya güven olmayacağının bilincindeler. Fakat neticede günün sonunda uyulmasa da veya rafa da kaldırılsa, anayasal haklar elde etmek ulusal ve uluslararası düzeyde Kürtlere eski konumlarıyla mukayese dahi edilemeyecek bir konum verecek. İleride Erdoğan veya Türkiye devletinin başka bir karar alıcısı oyunbozanlık bile yapsa, elde ettiklerinden aza asla razı olmayacakları bir moral üstünlük ve hukuki-siyasi zemin elde ediyorlar.
Erdoğan ise kısa vadede istediğini alacak…
Diğer mağdurlar için iyi bir dönem değil bu. Çünkü Erdoğan’a can suyu verilecek. Rejim daha da konsolide olacak. Eğer her şey planladığı gibi giderse, Erdoğan oyunun mutlak kazananı, Kürtler son 100 yılda elde ettiklerinin (hiçbir şey elde etmediler neredeyse!) çok üzerinde bir şey elde ediyorlar, muhatap alınıyorlar ve statü kazanıyorlar. Elde ettikleri ellerinden alınmaya çalışılırsa artık ayrılma uluslararası ortamda ciddiye alınacak bir senaryom olacak.
Mevcut haliyle Türkiye ise oyunun mutlak kaybedenidir. Türk üstünlükçü paradigma yıkılacak. Erdoğan sonrası dönemde eğer sistemi sıfırlama ve yeniden başlamak imkânı olacaksa oyuna avantajla girecek olan Kürtlerdir.
Cumhuriyetin (şimdiki otoriter devletin de, bir sonraki olası demokratik cumhuriyetin de) nitelikleri bu oyunun neticesinde az çok şekillenecek.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***