“Bu beyni 20 yıl çalışmaktan alıkoymalıyız.” dedi faşist savcı. Ama hapishane duvarları arasında, çürüyen bir bedenle yazılan 33 defter, iktidarın en karanlık sırrını ifşa edecekti: Zincirler bedeni tutsak alabilir, ama düşüncenin özgürlüğünü asla. Antonio Gramsci’nin hikayesi, bir felsefi direniş destanıdır ve bugün, algoritmaların hegemonya kurduğu çağda, onun fikirleri hiç olmadığı kadar acil.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Müdavim okurlarımız bilirler, yazılarımızda mümkün mertebe kullandığımız referanslar hakkında malumat vermeye çabalarız. Gerek Doğu düşünce tarihinde, gerekse Batı çok kıymetli filozofların fikirlerini yolumuzu aydınlatmada cömertçe kullanıyoruz. Bediüzzaman’dan Farabi’ye, Batuta’dan Gazali’ye kadar muazzam bir Doğu birikimi var. Keza Batı’dan örnekleri saymakla bitmez; Lacan, Jung, Weber, Sokrates, Platon, Seneca, Hobbes ve ismini buraya yazsak başka bir şeye yer kalmayacak kadar uzun bir liste ortaya çıkar elbette.
Ve yine sevgili okuyucularımız bilirler ki, bu satırların yazarının İtalya’nın yetiştirdiği muazzam bir bilge olan Anotio Gramsci’ye büyük bir hayranlığı ve kendine üstat olarak edinmişliği vardır.
Aslında Türkçe yazılar yazan biri için, Gramsci ismi pek bilindik değildir. Çok nadiren ona atıflarda bulunulur. İş bu sebeple bir ara yazı olarak bu büyük filozoftan bahis etmek isterim. Cümlelerimde biraz abartıya kaçarsam -muhtemelen yazı biraz uzun olacak- lütfen hoş görünüz.
Antonio Gramsci’yi anlamak, yalnızca bir düşünürü okumak değil, aynı zamanda 20. yüzyılın en karanlık koridorlarında yankılanan bir entelektüel direnişin izini sürmek anlamına geliyor. Üstadın teorik mirası, basit bir siyaset felsefesi değil; iktidarın, öznenin ve tarihin yeniden düşünülmesini zorunlu kılan bir epistemik kırılma demek. Daha klişe bir giriş yapacak olursak; Gramsci, Marksist geleneğin ekonomik determinizmini kültürel ve ideolojik alana taşıyarak, modernitenin belki de en sofistike iktidar analizini sunmuştur.
Düşünce üreten herhangi bir insan için Gramsci’den etkilenmek, onun metodolojik cesaretiyle yüzleşmek de demek: zira kendisi, hapishane duvarları arasında, sansür tehdidi altında, bedensel acı içinde bile düşüncenin özerkliğini savunmuş; teoriye, yaşamın en somut deneyimlerinden beslenen bir katman zenginliği kazandırmıştır. Gramsci’nin düşünce üretimi abstraksiyonla (Soyutlama) somutluğun, felsefeyle siyasetin, umutla kötümserliğin diyalektik bir sentezi olarak belirir.
Ve aslında tanıdık bir hayat hikayesi vardır Gramsci’nin…
Antonio Gramsci, 1891 yılında, İtalya’nın Akdeniz’deki yoksul ve marjinal adası Sardunya’da dünyaya geldi. Bu coğrafi konum, onun teorik duruşunun ilk kodlarını taşıyordu. Sardunya, İtalyan modernleşmesinin geride bıraktığı, ötekileştirdiği, “Güney Sorunu”nun sembolü olan bir yerdi. Gramsci, yalnızca yoksul değil, aynı zamanda öteki olanın bilincini çocukluktan itibaren taşıdı.
Bedensel çöküş, bu bilinçle içsel bir diyalog kurdu. Çocukluk çağında geçirdiği skolyoz, omurgasını eğdi, boyunu büktü, fiziksel varlığını bir acı coğrafyasına dönüştürdü. Ancak bu fiziksel kırılganlık, düşünsel bir dayanıklılığa dönüştü. Gramsci’nin teorisinde beden ve iktidar arasındaki ilişki de rastlantısal değildir: o, iktidarın sadece söylem değil, aynı zamanda somut, maddi, bedensel bir gerçeklik olduğunu bizatihi kendi deneyiminden biliyordu.
1911’de Torino Üniversitesi’nde eğitim almaya başladığında, Gramsci yalnızca teorik bir Marksizmle değil, canlı, nabız atışlarını hissettiği bir sınıf hareketiyle karşılaştı. Torino, İtalya’nın sanayi kalbiydi; Fiat fabrikaları, işçi konseyleri, grevler, ayaklanmalar… Gramsci burada, teori ile pratik arasındaki aralığın nasıl kapatılabileceğini gördü.
1919-1920 Biennio Rosso (kızıl iki yıl) döneminde, fabrika işgalleri ve konsey hareketleri sırasında aktif rol aldı. L’Ordine Nuovo (Yeni Düzen) dergisini kurdu. Bu dönemdeki yazıları, teorik bir soyutlama değil, aksiyonun içinden yükselen düşüncenin kristalleşmesiydi. Lenin’in Sovyet deneyiminden etkilenmişti, ancak İtalya’nın özgün koşullarını analiz etme ihtiyacını da hissediyordu: Batı’da devrim, Rusya’dakinden farklı bir yol izlemek zorundaydı.
Hapishane: Düşüncenin Çilesi ve Zaferi
Ve her zorb.a iktidarda her aydının yaşadığı kaderi o da yaşayacaktı.
1926’da Mussolini’nin faşist rejimi, Gramsci’yi tutukladı. Savcının meşhur cümlesi, iktidarın teoriye verdiği önemi göstermesi açısından ibretliktir: “Bu beyni 20 yıl çalışmaktan alıkoymalıyız.”
1929-1935 yılları arasında, hapishanenin ağır şartlarında, sağlığı giderek bozulurken, 33 defter dolusu not tuttu. Bu Quaderni del carcere (Hapishane Defterleri), modern siyaset teorisinin en önemli eserlerinden biri olarak tarihe geçti. Ama bu eser, sistematik bir kitap değildi; parçalı, kesintili, sansür tehdidi altında gizli dille yazılmış notlardı. Gramsci’nin metodu, bu formda da kendini gösterir: Düşünce, bitmiş bir ürün değil, sürekli bir inşa sürecidir.
Hapishanede yazmak, Gramsci için yalnızca entelektüel bir egzersiz değildi. O, şöyle yazıyordu: “Zihin, duvarların ötesine sızmanın tek yoludur.” Bu cümle, onun tüm epistemolojik duruşunu özetler aslında: Özne, maddi koşullarca belirlenir; ama aynı zamanda, o koşulları aşma, onları dönüştürme kapasitesine sahiptir. İşte bu, Gramsci’nin Marksizmine kattığı özgün katkıydı: tarihsel öznenin kreativitesi.
1937’de, bedeni tamamen tükenmiş halde, Roma’da öldü.
Gramsci’nin en radikal müdahalesi, Marksist teorinin ekonomik determinizmine yönelikti. Klasik Marksizm, toplumsal değişimi öncelikle ekonomik altyapıdaki dönüşümlerle açıklarken, Gramsci, üstyapının (kültür, ideoloji, hukuk, eğitim) özerkliğini ve etkinliğini vurgular.
Üstad, basit bir yansıtmacılığı da reddeder. Üstyapı, altyapının pasif bir yansıması değildir; aksine, altyapıyı yeniden üreten, meşrulaştıran, dönüştüren aktif bir güçtür. Bu anlayış, hegemonya kavramının merkezinde yer alır.
Gramsci, hegemonya kavramını Lenin’den devralır, ancak onu radikal bir biçimde genişletir. Ona göre hegemonya, bir sınıfın veya grubun, yalnızca baskı yoluyla değil, rıza üretimi yoluyla iktidar kurmasıdır.
İktidar, sadece zora dayalı devlet aygıtlarıyla (ordu, polis, mahkeme) değil, sivil toplum kurumlarıyla da (okul, kilise, medya, aile, dernekler) işler. Bu kurumlar, bireylerin dünyayı algılama, anlamlandırma ve yaşama biçimlerini şekillendirir. Hegemonik sınıf, kendi dünya görüşünü “evrensel” ve “doğal” olarak sunar; ezilen sınıflar, kendi çıkarlarına aykırı olsa bile, bu görüşü benimser.
Anlamın Yeniden İnşası
Toprağı bol olsun üstadın en egosantrik fikirlerinden biri de kültür ile ilgili olanıdır. Kültür, Gramsci için yalnızca estetik bir kategori değil; aynı zamanda politik bir savaş alanıdır. Sanat, edebiyat, sinema, tiyatro, müzik… Bunlar, bireylerin dünyayı algılama, hissetme ve anlamlandırma biçimlerini şekillendirir. Hegemonik sınıf, kendi değerlerini, estetik zevklerini, tarih anlatısını bu alanlar üzerinden “evrensel” kılar.
Gramsci’nin kültürel üretim analizinde önemli bir kavram, “ulusal-popüler” (nazionale-popolare) kültürdür. İtalya’da burjuvazi, halktan kopuk, aristokratik bir kültür üretmişti. Edebiyat, opera, resim… Bunlar, halkın gündelik deneyiminden uzak, elit bir dilde ifade ediliyordu. Bu yüzden İtalyan burjuvazisi, toplumsal hegemonya kurmakta zorlanıyordu.
Gramsci, karşı-hegemonik bir hareketin, halkın içinden doğan, onun diliyle konuşan, ama aynı zamanda entelektüel bir derinliğe sahip bir kültür inşası gerektiğini savunur. Bu, ne popülizm ne de elitizmdir; ikisinin diyalektik sentezi olarak, halkın tarihsel deneyimini evrensel bir ifadeye kavuşturan bir kültürdür.
Ki L’Ordine Nuovo dergisi, Gramsci’nin bu stratejinin somut uygulamasıdır. 1919’da Torino’da yayınlamaya başladığı bu dergi, yalnızca teorik makaleler değil; işçilerin yazıları, fabrika deneyimleri, şiirler, kültürel eleştiriler yayınlıyordu. Derginin dili, ne akademik jargon ne de vulgaritenin ucuz retoriği idi.
Gramsci ayrıca, entellektüel ve sanatsal özerkliğin önemine de vurgu yapar. Karşı-hegemonik kültür, propaganda değildir; mekanik bir şekilde “mesaj” vermez. Aksine, gerçekliğin karmaşıklığını, çelişkilerini, trajedisini estetik bir formda ifade eder. Sosyalist realizm tartışmalarında Gramsci’nin tavrı budur: sanat, partinin talimatıyla değil, sanatçının “yaratıcı” özerkliğiyle üretilmelidir. Ancak bu özerklik, toplumsal sorumluluktan bağımsız değildir.
Kültürel üretimde mevzi kazanmak, uzun vadeli bir yatırımdır. Bir roman, bir film, bir tiyatro oyunu… Bunlar, anında siyasi sonuç üretmez. Ama zamanla, toplumun sağduyusunu, duyarlılığını, hayal gücünü dönüştürür. İşte bu, hegemonyanın en derin katmanıdır.
Hegemonyanın Anatomisi
Gramsci çok ynlü düşünce üreten bir beyindir. Kendisi dil felsefesiyle yakından ilgilenir. Çünkü ona göre hegemonya, öncelikle dilsel bir olgudur. Dünyayı nasıl adlandırdığımız, hangi kelimeleri kullandığımız, hangi metaforlarla düşündüğümüz… Bunlar, sadece nötr iletişim araçları değil; iktidar ilişkilerinin içine gömülü mekanizmalardır.
Gramsci’nin “sağduyu” (senso comune) kavramı, bu bağlamda anlaşılmalı. Sağduyu, toplumun çoğunluğunun paylaştığı, “doğal” ve “açık” kabul edilen düşünceler bütünüdür. Ama bu düşünceler, kendiliğinden oluşmaz; hegemonik sınıf tarafından tarihsel olarak inşa edilir. Dil, bu inşanın taşıyıcısıdır.
Örneğin, “piyasa ekonomisi”, “bireysel özgürlük”, “rekabet”, “liyakat” gibi kavramlar, nötr ekonomik terimler gibi görünür. Ama aslında, kapitalist hegemonyanın dil üzerinden kurulmasıdır. Bu kavramlar, kapitalizmi doğallaştırır, alternatif düşünceyi imkânsız kılar.
Karşı-hegemonik bir hareket, bu dil hegemonyasını kırmalıdır. Gramsci, “yeni bir sözlük” inşa etmenin öneminden söz eder. “Sömürü”, “yabancılaşma”, “kolektif mülkiyet”, “dayanışma” gibi kavramlar, yalnızca teorik terimler değil; dünyayı yeniden adlandırma, yeniden anlamlandırma araçlarıdır.
Ancak Gramsci, dilin mekanik bir şekilde değiştirilemeyeceğini de bilir. Yeni bir dil, ancak yeni bir sosyal pratikle birlikte ortaya çıkar. İşçi konseyleri, kooperatifler, halk okulları… Bunlar, yalnızca örgütlenme biçimleri değil; aynı zamanda yeni bir dilin, yeni bir konuşma tarzının doğduğu mekânlardır.
Semboller de benzer bir stratejik öneme sahiptir. Bayraklar, marşlar, amblemler, anma törenleri… Bunlar, kolektif kimliğin inşasında, tarihsel hafızanın canlı tutulmasında, duygusal bağların güçlendirilmesinde kritik rol oynar. Gramsci, işçi hareketinin kendi sembolik evrenini kurgulaması gerektiğini vurgular: 1 Mayıs, kırmızı bayrak, Enternasyonal marşı… Bunlar, yalnızca ritüeller değil; karşı-hegemonyanın söylemsel ve duygusal altyapısıdır.
Ancak Gramsci, sembollerin fetişleşmesi tehlikesine karşı da uyarır. Sembol, içi boşalmış bir ritüele dönüşürse, işlevini yitirir. O, canlı bir pratikle bağlantılı olmalı, sürekli yeniden anlamlandırılmalıdır.
Gramsci’nin mevzi savaşı anlayışında belki de en çarpıcı olan, onun anti-romantik tavrı olsa gerek. Devrim, bir kahraman destanı, bir şövalye macerası, bir şiirsel patlama değildir onun için. Aksine; sabırlı, metodolojik, disiplinli bir iştir.
Gramsci, şöyle yazar: “Devrimci olmak, her gün aynı işi yapmak, küçük detaylara dikkat etmek, sıkıcı toplantılara katılmak, raporlar okumak, hesap tutmak demektir.” Bu, romantik devrimci imgelerle çelişir. Ama Gramsci’ye göre, gerçek devrimci tutkusu, işte bu sıradan, gündelik, sistematik çalışmada kendini gösterir.
Gramsci’nin formülü şöyle: “Devrim, bir gün değil; bir süreçtir.” Bu süreç, kültürel üretimde, eğitimde, örgütlenmelerde, dilde… Her cephede eşzamanlı olarak yürütülmeli, hiçbir alan ihmal edilmemelidir. Çünkü hegemonya, bütünsel bir olgudur; karşı-hegemonya da bütünsel bir strateji ister.
Organik Aydınlar: Hegemonyanın Entelektüel İşçileri
Gramsci’nin entelektüel tarihine en özgün katkılarından biri, “aydın” kavramını kökten yeniden kavramsallaştırmasıdır. Geleneksel düşüncede aydın, toplumun dışında, üstünde, nötr bir gözlemci konumundadır; evrensel doğruları keşfeden, topluma “ışık” götüren bir figürdür. Aydınlanma geleneği, aydını bu şekilde mitolojikleştirir: Filozof-kral, bilge, peygamber…
Gramsci, bu mitolojiye radikal bir eleştiri yöneltir. Ona göre, her aydın, bir sınıfın veya grubun organik bir parçasıdır. Bağımsız, evrensel, tarafsız aydın yoktur. Her düşünce, belirli bir toplumsal konumdan, belirli bir tarihsel bağlamdan doğar. Aydın, bu bağlamın içinde konumlanır; onun çıkarlarını, dünya görüşünü, değerlerini ifade eder.
Bu, determinist bir indirgeme değildir. Gramsci, aydını ekonomik çıkarların mekanik sözcüsü olarak görmez. Aksine, aydının görece özerkliğini tanır. Ama bu özerklik, toplumsal bağlantılardan kopmak anlamına gelmez. Aydın, sınıfın ham çıkarını sofistike bir dünya görüşüne dönüştüren, onu evrenselleştiren, onu meşrulaştıran entelektüel işçidir.
Bu perspektif, “kim aydındır?” sorusunu da dönüştürür. Gramsci’ye göre, her insan bir entelektüeldir, ancak toplumda her insan entelektüel işlevi görmez. Bir fabrika işçisi, işini yaparken düşünür, problem çözer, karar verir. Bu anlamda o da entelektüeldir. Ama toplumsal iş bölümü içinde, onun entelektüel kapasitesi sınırlandırılmıştır. Aydın ise, entelektüel işlevi meslek olarak icra eden kişidir.
Gramsci, aydınları iki kategoriye ayırır: geleneksel aydınlar ve organik aydınlar. Bu ayrım, Gramsci’nin tüm hegemonya teorisinin kilit taşlarından biridir.
Geleneksel aydınlar, kendilerini tarihin dışında, sınıfların üstünde, özerk bir kategori olarak görürler. Bunlar, özellikle aristokratik ve kilise kökenli entelektüel tabakalardır: din adamları, filozoflar, edebiyatçılar, akademisyenler…
Gramsci, geleneksel aydınların pasif devrim süreçlerinde nasıl işlev gördüğüne dikkat çeker. İtalyan birleşmesi (Risorgimento), yukarıdan, halkın katılımı olmadan gerçekleştirildi. Geleneksel aydınlar, bu süreci meşrulaştırdı, onu “ulusal” bir proje olarak sundu. Ama gerçekte, bu burjuvazinin hegemonik projesi idi. Halk, sürecin dışında bırakıldı.
Organik aydınlar, yükselen bir sınıfın veya grubun ihtiyaçlarına cevap olarak ortaya çıkar. Her yeni toplumsal sınıf, kendi organik aydınlarını yetiştirir; çünkü hegemonya, yalnızca ekonomik güçle değil, entelektüel ve moral liderlikle kurulur.
Gramsci, burjuvazinin organik aydınlarını analiz eder: girişimci. Kapitalist girişimci, yalnızca fabrika sahibi değil; aynı zamanda yeni bir üretim düzeninin, yeni bir çalışma ahlakının, yeni bir toplumsal organizasyonun mimarıdır. O, teknik bilgiye sahiptir; iş süreçlerini organize eder, teknolojik yenilikleri uygular, piyasaları analiz eder. Ama aynı zamanda, ideolojik bir işlev görür: işçileri disipline eder, onları “verimli” ve “rasyonel” bir çalışma düzenine adapte eder.
Burjuvazinin diğer organik aydınları: ekonomistler, mühendisler, teknokratlar, yöneticiler… Bunlar, kapitalist üretim ilişkilerini bilimsel, teknik, rasyonel bir dille meşrulaştırır. Onların söylemi, politik değil “objektif” görünür. Ama gerçekte, bu “objektivite”, belirli bir sınıf çıkarının evrenselleştirilmesidir.
Burjuvazinin organik aydınları, sadece ekonomik alanda değil, kültürel alanda da faaliyet gösterir: gazeteciler, romancılar, öğretmenler, sanatçılar… Bunlar, burjuva dünya görüşünü gündelik yaşama taşır, onu “sağduyu” haline getirir. Gazeteler, romanlar, dersler, filmler… Bunlar, bireylerin düşünce, duygu, hayal dünyasını şekillendirir.
Gramsci’nin önemli bir tespiti şudur: Organik aydınlar, kendi sınıflarından gelme zorunluluğu yoktur. Bir burjuva oğlu, işçi sınıfının organik aydını olabilir; bir işçi, burjuvazinin organik aydını olabilir. Önemli olan, hangi sınıfın hegemonik projesine hizmet ettikleridir.
Gramsci’nin beni en çok etkileyen yöne meşhur Machiavelli’nin Prensini yeniden yorumlamasıydı. 16. yüzyılda, tarihsel özne bireysel bir figürdü: Prens. Ama modern çağda, tarihsel özne kolektiftir: modern prens, yani parti, hareket, sınıf.
Ancak bu parti, bürokratik bir aygıt değildir. O, kolektif iradenin ifadesidir. Gramsci, parti ile kitle arasındaki organik bağın önemini vurgular. Parti, kitleden kopuksa, hegemonya kuramaz; kitleyi mekanik bir şekilde seferber edemez.
Modern prens, aynı zamanda entelektüel ve moral reformun öncüsüdür. Yeni bir toplum inşa etmek, yalnızca ekonomik yapıyı değiştirmek değil; insanların düşünce, duygu ve yaşam biçimlerini dönüştürmektir.
Gramsci’nin belki de en ikonik cümlesi şu: “Akılla kötümser, iradeyle iyimser.”
Bu, bir paradoks değil, diyalektik bir duruştur. Gramsci, tarihsel gerçekliğin zorluklarını, çelişkilerini, trajedisini görür. Kapitalizmin derinliğini, faşizmin gücünü, hegemonyanın direncini bilir. Akıl, bu karanlığı inkâr etmez.
Ancak irade, bu karanlığı aşma, dönüştürme görevini üstlenir. İyimserlik, naif bir umut değil, praksise dayanan bir etik tercihtir. Gramsci için düşünmek, eylemin ilk adımıdır; umudu korumak ise, tarihe müdahale etmenin ön koşuludur.
Bu duruş, aynı zamanda entelektüel sorumluluğun tanımıdır. Aydın, yalnızca dünyayı açıklamakla kalmaz; onu değiştirme iradesini taşır. Ama bu irade, gerçekçi bir analize dayanmalıdır.
Gramsci’nin Hapishane Defterleri, bitmiş bir sistem değil, süreç halindeki düşüncenin izlerini taşır. Bu, onun metodolojisinin bir parçasıdır.
Defterler, sansür tehdidi altında yazılmıştır. Gramsci, açık konuşamaz; metaforlar, alegoriler, tarihsel göndermeler kullanır. Marksist kavramları doğrudan kullanmaz; “felsefi pratik” (Marksizm), “Prens” (parti), “İtalyan tarihi” (sınıf mücadelesi) gibi kodlarla yazar.
Bu zorunlu gizlilik, aynı zamanda entelektüel bir zenginlik üretir. Gramsci’nin düşüncesi, dogmatik değil, açık uçludur; okuyucuyu pasif bir alıcı değil, aktif bir yorumcu kılar.
Defterler, aynı zamanda disipliner sınırları aşar. Siyaset teorisi, kültür eleştirisi, dil felsefesi, edebiyat analizi, tarih yazımı iç içe geçer. Gramsci, her şeyi hegemonya merceğinden okur.
Algoritmaların Mimarisi: Yeni Rıza Üretim Biçimleri
Gramsci’nin hegemonya teorisi, 21. yüzyılın dijital kapitalizm çağında şaşırtıcı bir güncellik kazanmıştır. Eğer klasik dönemde hegemonya okul, kilise, medya gibi kurumlarla inşa ediliyorsa, bugün bu sürecin merkezi platformlar, algoritmalar ve veri mimarilerine kaymıştır.
Dijital platformlar, geleneksel sivil toplum kurumlarının işlevini radikal bir biçimde dönüştürmüştür. Facebook, Twitter (X), Instagram, TikTok, YouTube gibi platformlar, yalnızca bilgi aktarımı yapmaz; aynı zamanda bireylerin gerçekliği algılama, anlamlandırma ve deneyimleme biçimlerini yapılandırır. Algoritmik kürasyon diyebileceğimiz yapay zeka destekli içerik küratörlüğü her kullanıcıya özelleştirilmiş bir “gerçeklik balonu” sunulur. Bu, Gramsci’nin tarif ettiği hegemonyanın en sofistike halidir: rıza, bireyin farkında olmadığı, ama sürekli olarak maruz kaldığı mikro-müdahalelerle üretilir.
Veri madenciliği ve davranışsal analitiğin yükselişi, hegemonyanın artık sadece söylemsel değil, aynı zamanda hesaplamalı (computational) olduğunu gösterir. Cambridge Analytica skandalı, bunun çarpıcı bir örneğidir: milyonlarca kullanıcının psikolojik profilleri çıkarılarak, onlara özel siyasi mesajlar gönderilmiş, seçimlerde manipülasyon gerçekleştirilmiştir. Bu, rızanın algoritmik üretimi olarak tanımlanabilir.
Gramsci’nin “sivil toplum” kavramı, bu bağlamda yeniden düşünülmelidir. Dijital sivil toplum, fiziksel mekânlardan bağımsız, ama algoritmaların belirlediği bir görünürlük rejiminde işler. Bir tweet’in viral olması ya da kaybolması, kullanıcının tercihiyle değil, platformun algoritmasıyla belirlenir. İktidar, görünürlüğü kontrol ederek hegemonya kurar.
Gramsci, hegemonyanın “gerçeklik algısının” inşası olduğunu söylemişti. Bugün, post-truth (hakikat-sonrası) söylem, bu sürecin en uç noktasıdır. Gerçeklik, artık nesnel bir referans değil, iktidar tarafından sürekli yeniden üretilen bir anlatıdır.
Sosyal medyada yayılan dezenformasyon, sahte haberler, deepfake videoları… Bunlar, hegemonyanın yeni silahlarıdır. İktidar, doğruyu söylemek zorunda değildir; yeterince çok tekrarlanan bir yalan, gerçek olarak kabul edilir. Bu, Gramsci’nin “common sense” (sağduyu) kavramıyla doğrudan ilişkilidir: hegemonik sınıf, kendi ideolojisini toplumun sağduyusu haline getirir. Bugün bu süreç, dijital ağlar aracılığıyla hızlanmış ve otomatikleşmiştir.
Bununla birlikte, post-truth söylem sadece bir manipülasyon aracı değildir; aynı zamanda epistemolojik bir krizdir. Gerçeklik, artık sabit bir zemin değil, sürekli kaygan bir alandır. Bu durum, Gramsci’nin “organik kriz” kavramıyla açıklanabilir: eski hegemonya çökmüş, ama yeni bir hegemonya henüz kurulmamıştır. Bu geçiş döneminde, çok çeşitli “hastalıklı belirtiler” ortaya çıkar — popülizm, komplo teorileri, nihilizm…
Gramsci’nin “organik aydınlar” kavramı, dijital çağda yeni bir form kazanır. Influencerlar, YouTuberlar, podcasterlar, mikro-ünlüler… Bunlar, geleneksel anlamda entelektüel değillerdir; ama kitlelerle doğrudan, samimi ve “otantik” bir ilişki kurarlar. İşte bu, onları hegemonyanın yeni taşıyıcıları yapar.
Gramsci’nin organik aydınlarından farkları, kurumsal bağımsızlıklarıdır. Geleneksel aydınlar, üniversite, medya, parti gibi kurumlar aracılığıyla konuşurdu. Oysa influencerlar, doğrudan kitlelere erişir; aracısız, sanal bir cemaat oluşturur. Ancak bu bağımsızlık yanılsaması, aslında platformların algoritmaları tarafından yapılandırılmıştır. Influencerlar, özgür gibi görünür; ama görünürlükleri, platformun izin verdiği ölçüdedir.
Bu figürler, yeni bir rıza rejiminin inşasında kritik rol oynar. Onlar, ürün pazarlamasından siyasi fikirlere, yaşam tarzından toplumsal değerlere kadar her şeyi “doğal” ve “içten” bir dille aktarır. Bu, klasik reklam veya propaganda değildir; çünkü mesaj, bir otorite tarafından dayatılmış gibi görünmez. İzleyici, kendisini influencer’ın arkadaşı, ailesinin bir parçası gibi hisseder. Rıza, bu intimacy (samimiyet) illüzyonu üzerinden üretilir.
Ancak bu figürlerin hegemonik rolü tek yönlü değildir. Bazı influencerlar, anti-hegemonik bir potansiyel de taşır: iklim aktivistleri, feminist içerik üreticileri, azınlık hakları savunucuları… Bunlar, egemen söyleme karşı alternatif anlatılar üretir. Ancak Gramsci’nin uyarısı burada da geçerlidir: karşı-hegemonya, yalnızca alternatif bir söylem değil, alternatif bir dünya görüşü inşa etmelidir. Aksi takdirde, sistem içinde emilir, metalaşır.
Gramsci’nin “mevzi savaşı” (war of position) kavramı, uzun soluklu, sabırlı, kültürel hegemonyanın inşası sürecidir. Bugün dijital aktivizm, bu stratejinin yeni bir formunu temsil eder. Hashtag kampanyaları, online petisyonlar, viral içerikler, dijital boykotlar… Bunlar, sivil toplumda mevzi kazanma girişimleridir.
#MeToo, #BlackLivesMatter, #FridaysForFuture gibi hareketler, dijital platformlar aracılığıyla küresel bir görünürlük kazandı. Bu hareketler, sadece belirli talepleri dile getirmekle kalmadı; aynı zamanda toplumsal gerçekliğin algılanma biçimini değiştirdi. Cinsel taciz, ırkçılık, iklim krizi gibi konular, “sağduyu”nun bir parçası haline geldi. Bu, Gramsci’nin tarif ettiği hegemonik mücadelenin ta kendisidir: anlamın yeniden üretimi.
Ancak dijital aktivizmin sınırları da vardır. “Slacktivism” (tembel aktivizm) eleştirisi, dijital eylemin genellikle yüzeysel kaldığını, beğeni butonuna basmakla sınırlı olduğunu savunur. Gramsci’nin mevzi savaşı, uzun soluklu, organize, kolektif bir çabadır. Dijital aktivizm ise çoğu zaman anlıktır, dağınıktır, kısa ömürlüdür. Bir hashtag, birkaç gün viral olur, sonra kaybolur.
Buna rağmen, dijital araçların karşı-hegemonik potansiyelini küçümsemek de yanlış olur. 2011 Arap Baharı, 2013 Gezi Direnişi, 2019 Hong Kong protestoları… Bunlar, dijital iletişimin sokak hareketleriyle birleştiğinde nasıl güçlü bir siyasi momentum oluşturabileceğini gösterdi. Ancak Gramsci’nin uyarısı burada da geçerlidir: hegemonya, yalnızca anlık bir ayaklanma değil, uzun vadeli bir kültürel dönüşümdür.
Algoritmaların İdeolojisi: Görünmez Otoritenin Yeni Biçimi
Gramsci, hegemonyanın gücünün “görünmezliğinde” olduğunu söyler. Hegemonik ideoloji, kendini doğal, evrensel, kaçınılmaz olarak sunar; birey, onu sorgulamadan içselleştirir. Dijital çağda, bu görünmezliğin en sofistike biçimi algoritmalardır.
Algoritmalar, matematiksel formüller gibi nötr, objektif, bilimsel görünür. Ancak gerçekte, belirli değerleri, öncelikleri, ideolojileri kodlar. YouTube’un önerme algoritması, kullanıcıyı daha aşırı içeriklere doğru itebilir; çünkü bu, “engagement” (etkileşim) oranını artırır. Facebook’un haber akışı, kullanıcının mevcut görüşlerini pekiştiren içerikleri önceliklendirir; çünkü bu, platformda kalma süresini uzatır. Bu, ideolojik bir tercihtir; ama “algoritma böyle çalışır” diye sunulur.
Bu, Gramsci’nin tarif ettiği “teknik olarak görünen, ama aslında siyasi olan” bir süreçtir. Algoritmaların tasarımcıları, belirli bir dünya görüşü çerçevesinde karar verir: neyin “iyi içerik”, neyin “zararlı içerik” olduğu; neyin “güvenilir kaynak”, neyin “dezenformasyon” olduğu… Bu kararlar, hegemonyanın yeni biçimidir.
Daha da önemlisi, algoritmalar kara kutu gibidir: nasıl çalıştığı bilinmez. Kullanıcı, neden belirli içerikleri gördüğünü, neden diğerlerini görmediğini anlamaz. Bu, Gramsci’nin tarif ettiği “rıza üretimi”nin en mükemmel biçimidir: birey, manipüle edildiğinin farkında bile değildir.
Hasılı kelam; Antonio Gramsci, 20. yüzyıl düşünce tarihinin en özgün ve etkileyici figürlerinden biri olarak, yalnızca Marksist geleneğin değil, tüm sosyal bilimlerin ve eleştirel teorinin temel taşlarından birini oluşturur. Onun hegemonya kavramı, iktidar analizlerini ekonomik determinizmden kurtararak kültürel, ideolojik ve söylemsel boyutlara açmış; böylece Foucault, Said, Hall, Butler gibi düşünürlerin postmodern ve postyapısalcı iktidar eleştirilerinin de önünü açmıştır. Gramsci, Marksizmi dogmatizmden kurtararak onu yaşayan, diyalektik, tarihsel özgüllüğe duyarlı bir düşünce pratiğine dönüştürmüş; böylece Frankfurt Okulu’ndan Kültürel Çalışmalar’a, postkolonyal teoriden feminist eleştiriye kadar geniş bir entelektüel coğrafyayı beslemiştir.
Onun organik aydın kavramı, entelektüelin toplumsal rolünü yeniden tanımlamış; Sartre’ın “angaje entelektüel”inden Bourdieu’nün “kamusal sosyolog”una, Said’in “sürgün entelektüel”inden Spivak’ın “alt-altern” analizlerine kadar uzanan bir tartışma geleneğinin köşe taşı olmuştur. Gramsci’nin mevzi savaşı metaforu, devrim teorisini yeniden düşünmeye zorlamış; Latin Amerika’dan Hindistan’a, Güney Afrika’dan Asya’ya kadar pek çok coğrafyada özgürleşme hareketlerinin stratejik hayal gücünü beslemiştir.
Ama belki de en önemlisi, Gramsci bize iktidarın yalnızca baskı değil, aynı zamanda rıza ile kurulduğunu; dolayısıyla direnişin de yalnızca isyan değil, aynı zamanda anlam üretimi, kültür yaratımı, bilinç inşası olması gerektiğini öğretmiştir. Hapishane duvarları arasında, çürüyen bir bedenle, ama hiç tükenmeyen bir zihinle yazdığı satırlar, bugün hâlâ dünya çapında milyonlarca insanın iktidarı anlamasına, eleştirmesine ve dönüştürme iradesini taşımasına ışık tutuyor.
Şimdi varın siz nasıl bahtsız bir neslin insanları olduğumuzu anlayın: Yazının girişindeki insanlarla çağdaş olamayıp, Dücane gibi şaklabanlara muhatap olmak!
Bence büyük bir ceza ya neyse…
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***