YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Ülkelerin bir hikâyesi ve hayalleri olur.
Hikâye, beraber olan insanları bir arada tutan nedenleri anlatır.
Hayaller ise hikâyeyi geleceğe nasıl taşıyacakları, onu nasıl devam ettireceklerine dairdir.
Türkiye’nin hikâyesi yanlış değildi, sadece yanlış yazıldı.
Türkiye, hayallerinde birleştirilemedi.
Bu yazıda hikâyemizi nasıl anlatabilirdik, bunun bir örneğini vermek istiyorum. Ve o hikâye versiyonunun üzerine kurulacak nasıl hayallerimiz olabilirdi? Dolayısıyla bu analitik ve siyaset kokan bir yazı olmayacak. Bitene kadar sabredin, olmaz mı?
“Bak evlat, sana anlatılanlardan farklıydı bizim hikâyemiz. Hikâyen 1071’de başlamadı. Savaşları ve fetihleri, yenenleri ve yenilenleri, kazananları ve kaybedenleri kendi hikâyen zannettin. Oysa her şey çok farklıydı. Bu, senin kim olduğunla alakalı! Dinle.
On bin yıldır üzerinde yaşadığımız topraklardan sayısız halk geldi geçti. Biz, biz olana kadar ilmek-ilmek dokudular bu toprakları. Hititlerden başla, günümüze kadar getir bunu. Öykümüzde birinin öbürüne üstünlüğü olmasın ama. Kapsayıcı, tüm atalarına saygı duyan, onların öykülerini sahiplenen, onların yaptıklarına bizim diyen, onları anlayan, onlarla gurur duyan bir hikâye olsun anlatacağımız, olmaz mı?
Binlerce yıldır dinler ve diller değişti, ama biz hep aynıydık evlat. Her yeni gelen bize dilinden, dininden, kültüründen, mutfağından verdi, cömertçe, bazen onu biz almak istedik, bazen almak zorunda kaldık. Ama hepsi bizim bir parçamız oldu. Coğrafyamızda harmanlandık, hem de sürekli savaşlarda dökülen kanlarımız değildi birbirine gökkuşağı renkleri gibi ebrulanan. Gözlerimiz kaşlarımız, saçlarımızın rengi, türkülerimiz, danslarımız, tatları mutfaklarımızın, baharatlarımız, dilimizde düşüncelerimize hayat veren sözcüklerimiz – tümü, ama tümü rengahenk – en uyumlu, en güzel renk oldu, ıtırlandı. Birbirimizin ailesi olduk, çocuklarımızda ve torunlarımızda doğduk yeniden hepimiz. Sadece ötekini kapsamadık bak, bir ve o bir olduk, yekvücutlaştık. Kim olduğunun ayırtına var.
Senin olma sürecin, kesilmeyen bir akış. Tek kez olup bitmiş bir şey değil. Mesela Ege’de ilk Yunan kolonileri kurulduğunda ve bu topluluk Anadolu yüksek kültürünün kadim atalarıyla kucaklaştıklarında da, Roma’nın kılıçla girdiği ve kendinden kattığı yerleşimlerde de, takibata uğratılan ve ezilen erken Hristiyanlık döneminde, yer altı kiliselerinde birbirleriyle ilahi söylerken, Bizans’ın Doğu Roma uygarlığında devam etti bu harmanlanma. Hititçe, Yunanca, onun karışması ve yerelleşmesiyle Rumca, yanında Ermenice, sonrasında ortak dil Latince, doğuya gittikçe İsa’nın dili Aramice, Kürtçe, Acemce, Arapça – çok dilli, çok etnisiteli, çok dilli, belki de dünyanın ilk multikültürel toplumuydu, sürekli yeniden doğan. Bu kadim toprakların on bin yıllık macerasında en son tuz olan, Anadolu çorbasına, Orta Asya’dan gelen Türkîler oldu. Özgürlükleriyle, tarhanalarıyla, ata binmedeki ustalıklarıyla, biraz da Tapduk Emre ve Yunuslarıyla katıldılar senteze. Şanslıydık. Köklerimiz bunların tümüdür.
Her bir girişi yeni olanın, elbette acıları da beraberinde getirdi. Toprakları Anadolu’nun kanlarıyla sulandı ve kemikleriyle karıştı milyonlarca insanın. Yine de baki kalan husumetlerden ve nefretten çok daha ziyade, halkoyunları, sazlar ve ezgiler, birbirinin aromasına ve tadına karışan yemekler, daha da ballanan tatlılar, anlatılan yeni masallar ve destanlardı. Başkalaştık, ama özümüzü koruduk. Bin bir çiçekten toz alıp balını yapan arıyı düşünün. O bal biziz.
Gelen Türk akıncıları ve alperenleri, milyonlarca Anadolu evladının içinde eridiler. Birbirlerine harmanlanırken her şeyi dönüştürdüler. Tıpkı kendilerinden öncekiler gibi, Anadolulaştılar. Çünkü Anadolu hepsinden daha yüceydi, büyüktü, kapsayıcıydı. Bir değirmen gibiydi. Onları da öğüttü. Güneşin doğduğu yer manasındaki Anadolu’nun “Ana dolu” diyen ere dönüşümü o eski tarihin reddi değildi, onun sahiplenilmesiydi. Yer isimleri olduğu gibi kaldı çünkü sonradan gelenler için kadime duhul etmek, onlaşmak, yani onun parçası oluvermek kötü bir şey değildi. Konstantiniye dedikleri ikinci Roma’yı ele geçirdiklerinde bile oranın ismine dokunmadılar. Ama dediğim gibi, acılar da analar gibi boldu. Kaynak kapılan metal gibi, yeni gelen kültür eskisine eklemlenirken, kaynakta çıkan korkunç ısı gibi, büyük kavgalar, savaş, kan ve gözyaşı, yoğrulmakta olan yeni hamurun can suyu oldu. Bu yoğrulma yüz yıllar sürdü. Anadolu’nun on bin yıllık hamuruna eklendi, ona karıştı.
Evlat, bizim tarihimiz budur. Biz sonradan gelenler değiliz. Biz hep burada olanlarız. Biz sonradan gelenleri de öncekilere katmış olan acı-tatlı o tarihin ürünü, masum çocuklarız. Ne eskilerden üstünüz, ne de yeni gelenlerden. Çünkü artık yeni gelen falan da yok. İçimizdeki yapıtaşları – istersen sen buna daha ulvi şekilde “ruhumuz” de – tüm o kadim ataların karakter özelliklerini taşıyor ve kulağımıza fısıldanan ses şöyle diyor: bizleri hatırla, unutma.
Artık bir anfitiyatro ya da sütunlar üzerinde kalmayı başarabilmiş bir üçgen alınlık gördüğünde, ya da karşına bir Afrodit başı çıktığında, mermerden, onlara “bak bunları benim atalarım yaptı” diyeceksin. “Bu yüzden burnum, gözlerim veya saçlarım o heykeldeki gibi!”. Sen Ilgaz’ı söyleyen Taklamakan çölü yerlisi bir Uygur’un duygu dolu sesiyle duygusallaşırken, mezarları bile yok edilmiş Ermeni kadınları için de gözyaşı dökeceksin, “belki nenelerimden biriydi” diyerek. Acılarımızı bizleştirip benimsedikçe birleştiğimizi, ötekileştirilmiş ve dışlanmış “düşman” figürlerinin uzak – hatta yakın – kuzenlerimiz olduğunu görüp ürpereceksin. Bunun aslı kime aitti diye sormayı bırakıp, ortaklıklarının tadına beraber varacaksın, öz coğrafyanda, yurdun Anadolu’da ve çevresinde.”
***
“Bak evlat, biz ne olabilirdik, bir düşün! Sen ötekini öteki olmaktan çıkardığında kendinle barıştığını hissedeceksin. Kendine barışım sakinle. Otur ve etrafını dinle. Sonra doğrul kalk. Bu coğrafyanın ağırlığını hisset. Her bir santimetre karesi tarihi başarılarla dolu bu toprakların çocuğusun! Hak ettiğin yerde olduğuna inanıyor musun? Dürüst ol ve yanıtla.
Sen erken tarım devrimini yapan, dünyanın ilk tapınağını inşa eden, hayvanları evcilleştiren, buğdayı öğütüp ekmek yapmayı öğrenen, dünyaya ilk düzenli tarım ürünlerini armağan eden bir kültürün devamısın. Sen Akdeniz havzasına hukukun esaslarını teslim etmiş, ortak insanlık ahlakını bilinen dünyaya inşa ettiği ve hala kullanılmakta olan yollarla yaymış yüksek bir kültürün torunusun. Sen “dörtnala gelip uzak Asya’dan, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” bir coğrafyaya beş bin kilometre öteden at sırtında gelmiş maceracı ve cesur bir halkın dilini konuşuyor, onun elde ettiklerini sembolize ediyorsun. Sen Hitit’li Hattuşili’nin, Anadolulu Grek felsefeciler ve alimler olan Thales’in, Anaksimenes’in ve Heraklit’in, Hristiyanlık’ın kurucu babası Tarsus’lu Paul’un, Komutan Alp Arslan’ın, gerçek bilge-dindar İslam hümanisti Yunus’un, Ahilik önderi bilge Edebali’nin ve Mimar Sinan’ın torunusun. Birini diğerlerine seçmek niye? Hepsindensin, tümünün parçaları seni sen yaptı. Senin farkında olmaman bu gerçeği değiştirmiyor.
Senin hayallerinin, bu – ve bunlar gibi yüzlerce gurur duyuları tarihi rol modelin – elde ettiği başarılara uygun olması gerekmiyor mu? Sen hayallerinde son 250 yıldır birleşememiş bir topluma doğdun, ama bu senin doğru sentezle tüm toplumu birleştirebilecek olmanın önünde neden engel olsun?
Özgün olmaktan korkma! Başkalarının peşine takılma, coğrafyanın dışındaki toplumların ajandalarını başarı reçetesi yapma. Özüne dön, farkının ayırtına var! Özgürlüğün, estetiğin, bilgeliğin, kendine güvenin için arkan sağlam. Sen Anadolu’nun güneşi gibi bu topraklardan doğabilecek bir uygarlığın kurucusu olabilirsin.
Ne başkalarının topraklarına ve genişlemeye ihtiyacın var, ne gereksiz şovenizme!
Ne bir antagonist ve başı sonu belli olmayan bitmek tükenmek bilmez bir antagonizmaya ihtiyacın var, ne kutsal bir savaşa!
Ne düşmanlıktan türeyen sahte bir milliyetçiliğe gerek duyuyorsun, toplumu uyuşturan, ne de hayatında tek bir kez bile yaşamadığın binlerce kilometre uzaklarda bir coğrafyaya ata yurdu demeye!
Ne siyasete malzeme edilmiş bir din ideolojisine ihtiyacın var, samimi dini inancın dışında, ne de o ajandanın seni düşünmeden kendi çıkarı için iteceği bir kavgaya!
Komşunun ve senin birbirinizi ötekileştirmeniz, birbirinizden nefret etmeniz, birbirinizi hasım olarak algılamanız, birbirinizi dışlamanız ve kutuplaşmanız, senin de onun da yerinde saymanız ve mutlu olmamanız için tasarlandı, görmüyor musun? Böl yönet edilen ve ilk düğmesi buna göre iliklenen bu paradoksu bitirmemiz lazım. Birleşmek ister misin? Birleştirmek ister misin? Yanındakini, karşındakini, hatta şu an sana düşman olanı sevmeyi dene. Anadolu, vatanın, sana örnek olsun, ışık tutsun.
Neden en iyi sen olma? Neden en iyi biz olmayalım? Neden ‘biz’ olmayalım?”
Beraber olmanın, bir arada olmanın, hikâyemizi doğru yazmanın, hayallerimizi birleştirmek üzere kurmanın zamanı gelmedi mi?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***








































