AV. NURULLAH ALBAYRAK | YORUM
Her yıl adli yıl açılışlarında kürsülerden benzer sözler yükselir: “Yargımız hiç olmadığı kadar bağımsız ve tarafsızdır; hukukun üstünlüğü her zamanki gibi temel ilkemizdir; adalet, toplumsal huzur ve güvenin teminatı olmaya devam edecektir; temel hak ve özgürlükleri geliştirmeye devam edeceğiz…”
Salonlarda adalet güzellemeleri yapılır, alkışlar arasında evrensel ilkeler olmazsa olmazımız gibi sıralanır. Sözler öyle güzeldir ki serap gibi gelir susayanlar su zanneder.
Yaptık, yapıyoruz, yapacağız nidaları arasında yeni bir dönem başlıyor.
Bu konuşmalarda iktidar temsilcilerinin topluma “hakikat” değil, “hikâye” anlattığını biliyoruz. Çünkü sorunları kabul etmek, iktidarın meşruiyetinin sorgulanması demektir. İktidar hesap vermemek için “en iyi noktadayız” diyerek, aslında yaşanan tüm sorunları inkâr stratejisiyle yönetmeye çalışıyor.
Oysa adliye koridorlarına, mahkeme salonlarına, cezaevlerine baktığımızda bambaşka bir tablo görüyoruz;
- ‘Suçsuzluk karinesi’ deniliyor, ama insanlar daha yargılanmadan manşetlerde suçlu ilan ediliyor.
- ‘Şüpheden sanık yararlanır’ deniliyor, ama gizli tanıkların çelişkili sözleriyle hayatlar karartılıyor.
- ‘Tutuklama istisnadır’ deniliyor, ama binlerce insan yıllarca iddianame olmadan, mahkeme görmeden cezaevinde tutuluyor.
- ‘Yargı bağımsızdır’ deniliyor, ama herkes biliyor ki siyasi davalarda kararlar bağımsız değil, talimatla veriliyor.
- ‘Makul sürede yargılama’ deniliyor, ama bir dava beş yıl, on yıl sürüyor; hayatlar, kariyerler, aileler tükeniyor.
- ‘İfade özgürlüğü’ deniliyor, ama gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler yazdıkları ve konuştukları için hala sabah baskınıyla gözaltına alınıp tutuklanıyor.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in adli yıl açılışı kapsamında yaptığı açıklamalar da bu çelişkiyi göstermiş oldu. Gürlek, Ekrem İmamoğlu ve CHP’li belediyelere yönelik yürütülen operasyonu “100 yılın en büyük yolsuzluk dosyası” olarak nitelendirdi ve şu ifadeleri kullandı: “Beyanı delillendirmeden tutuklamıyoruz. Varsa öyle biri söyleyin, hemen ertesi gün tahliye edelim. Kuyumcu terazisi hassasiyetiyle iş yapıyoruz.”
Bu sözleri duyunca, insan gerçekten bir hassasiyet olduğunu düşünebilir. Ancak tabloya yakından bakıldığında, bahsedilen hassasiyetin adalet için değil, iktidarın beklentileri için gösterildiği hemen anlaşılıyor.
Eğer gerçekten bir kuyumcu terazisinin hassasiyeti olsaydı, bu hassasiyet öncelikle masumiyet karinesine, adil yargılanma hakkına ve tutuklamanın istisna olmasına gösterilirdi. Oysa bu hakların hiçe sayıldığı, bizzat Gürlek’in kendi sözlerinden anlaşılmaktadır.
Henüz soruşturma aşamasında olan bir dosya hakkında “100 yılın en büyük yolsuzluğu” ifadesini kullanmak, masumiyet karinesini peşinen ortadan kaldırmak değil midir?
Yargılama başlamadan bu tür abartılı tanımlamalar yapmak, adil yargılanma hakkının daha baştan ihlal edileceğinin göstergesi değil midir?
Üstelik tutuklama, kanunen istisnai bir tedbirdir. Buna rağmen her an ulaşılması mümkün olan kamu görevlilerinin tutuklanması, hangi terazide tartılmıştır? Bu, “kuyumcu terazisinin hassasiyeti” midir, yoksa siyasetin ihtiyaçlarına göre şekillenen bir terazinin sonucu mudur?
Başsavcı aynı açıklamasında tutuklama ve tahliye müessesesini de kendince izah etmiş: “Tutuklamıyoruz. Varsa öyle biri söyleyin hemen tahliye edelim.”
Hukuk sistemimizde normal şartlarda soruşturma aşamasında tutuklama kararını sulh ceza hâkimi, kovuşturma aşamasında ise mahkeme verir. Savcının görevi yalnızca talepte bulunmaktır. Fakat Gürlek’in sözlerinden anlaşılan, kimin tutuklanıp kimin tahliye edileceğine savcılığın bizzat karar verdiğidir.
Zaten uzun zamandır “sulh ceza hâkimlikleri göstermeliktir” diyorduk. Şimdi ise bu, en yetkili ağızlardan biri tarafından fiilen teyit edilmiş oldu. Bu açıklama, tutuklamanın hukuki bir tedbir değil, yargının siyasi bir silahı haline geldiğini itiraf etmekten başka bir şey değildir.
“Biz dosyamıza güveniyoruz”
Savcı Gürlek’in bir diğer ifadesi de dikkat çekicidir: “Biz dosyamıza güveniyoruz.”
Savcı iddia makamıdır; görevi dosyaya inanmak değil, delilleri toplamak ve mahkemenin önüne koymaktır. Hukukta esas olan, dosyanın mahkemede tartışılmasıdır. Savcılığa düşen de elde ettiği yasal delilleri mahkemenin önüne sunmak ve her türlü şüpheden uzak bir sonuca mahkemenin ulaşmasını sağlamaktır.
Ama Gürlek’in sözleri, yargılama ve savunma süreçlerini önemsizleştiren bir anlayışı ortaya koyuyor. Savcıya göre önemli olan savcılığın söyledikleridir; yargılamaya, savunmaya, delillerin tartışılmasına gerek yoktur.
Üstelik bu cümledeki “biz” ifadesi de es geçilmemelidir. Buradaki “biz”, yalnızca savcılığı değil; iktidarı, iktidar yanlısı medyayı ve iktidarın kontrolündeki yargıyı kapsamaktadır. Böylece yargının tarafsız değil, siyasi bir blok olarak hareket ettiği açıkça ortaya konmuş olmaktadır.
Evet, Başsavcı’nın bir terazisi olduğu açıktır. Ama o terazi, adalet terazisi değildir. O terazi, Saray hassasiyetlerinin tartıldığı bir terazidir. Bir kefesine Cumhurbaşkanının beklentileri, diğer kefesine zanlıların hakları konulduğunda, elbette ki her seferinde ağır basan taraf siyasetin talepleri olmaktadır.
Gerçek hassasiyet, Akın Gürlek’in hasassiyeti değil, adaletin hassasiyeti olmalıdır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***