“Yılan niye ısırdı diye öfkelenmemek lazım, tabiatının gereğini yapıyor.” diyen Fethullah Gülen, zulme karşı mukabele etmeme ilkesini yaratılış hikmetine dayandırıyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Hocaefendi’nin sohbetleri arasında gezinirken 466. Nağme’de enteresan bir cümleye rastladım. “Sen bilirsin!” başlıklı nağmenin hemen girişinde enteresan bir ölçülü karşımıza yerleştiriyor merhum: “Bağırıp çağırmaya karşı bağırıp çağırmayla, çığırtkanlığa karşı çığırtkanlıkla, terbiyesizliğe karşı terbiyesizlikle mukabelede bulunmamalı.”
Sonra Hz. Musa/Firavun örneği üzerinden devam ediyor ve esasen beni şaşırtan şu cümleleri sar ediyor: “Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazımdır. Siz mukabelede bulundukça Cenâb-ı Hakk’ın iki türlü muamelesi gecikir.”
Gerçi bahsettiği “iti tür gecikme”yi izah etmiyor (Bilen varsa bana da iletirse sevinirim) ama çok önemli bir şeyi izaha başlıyor merhum: Zulmün karşısında ahlaki duruş nasıl olmalı?
Aslında bu yazının başlığını “Gülen’in Mukabele Etmeme Öğretisi” olarak koysak bile olurdu. Çoğu zaman, Hizmet Hareketi’ni yapılan dahili ve harici saldırılar cüretini bu mukabele görmeyeceklerinden emin olma durumundan aldıklarını düşünsem de, Hocaefendi’nin bu prensibini önemli bulduğumu ifade etmek isterim.
Rahmetli Mustafa Akkad’ın 1981 yapımı “Çöl Aslanı” filminde unutulmaz bir sahne vardır. Libyalı özgürlük savaşçısı Ömer Muhtar ve arkadaşları, işgalci İtalyan askerlerini esir aldıklarında, genç bir savaşçı “Esirleri ne yapalım?” diye sorar. Ömer Muhtar’ın cevabı tarihe geçecek kadar anlamlıdır: “Hiçbir şey.”
Savaşçı itiraz eder: “Ama onlar bizi yaşatmazlardı!”
Muhtar’ın karşılığı ise daha da çarpıcıdır: “Onlar bizim öğretmenimiz değil!”
Gerçi filmin Türkçe dublajında “İnsanlığa yakışmaz bu, biz insanız!” diye değiştirilmiş amla orijinali (Filme kaynaklık eden Dr. ‘Ali Muhammad As-Salabi’nin kitabında da böyle geçer) benim aktardığım şekildedir.
Bu söz, sadece bir film repliği değil aslında bugün derinlemesine ele alacağımız ahlaki üstünlüğün en güzel ifadelerinden biri de. Zulmün karşısında insanın sergileyebileceği en asil duruş belki de budur. Bahsini ettiğim sohbetinde Hocaefendi, “O zaman saydı arkadaşlar, 300 iftiraydı, şimdi 800 olmuştur.” diyerek nasıl acımasızca hücum edildiğini anlattıktan sonra hayatı boyunca savunduğu ilkelerle örtüşen bu yaklaşım, bugün Türkiye’de yaşanan adaletsizlikler karşısında daha da anlam kazanıyor.
Vaktiyle Gülen’in bir avukatından işitmiştim, Hocaefendi’nin açtığı tüm davalar, hep itiraz ve cevap hakkı davaları biliyor musunuz? 80 küsur yıllık hayatı boyunca kimseye en ufak bir hakaret ve küfür ettiğini işitmedim şahsen. Kendisine yapılan hakaretlere bile dava açmazmış Gülen.
Mukabele Etmeme Düsturu
Gülen’in 466. Nağme’de belirttiği düstur aslında son derece net: “Bağırıp çağırmaya karşı bağırıp çağırmayla, çığırtkanlığa karşı çığırtkanlıkla, terbiyesizliğe karşı terbiyesizlikle mukabelede bulunmamalı.”
Bu ilke, sadece bireysel bir tavır değil, tüm bir yaşam felsefesinin temeli esasen.
Hz. Musa’nın Firavun karşısındaki duruşunu örnek veren merhum Hocaefendi, Allah’ın en büyük peygamberlerinden birine bile zalim Firavun’a karşı “kavli leyyin” (yumuşak söz) emrettiğini hatırlatıyor. “Ona gidin, yumuşak bir dille konuşun!” ayeti, sadece o döneme özgü bir tavsiye değil, tüm zamanlar için geçerli bir ahlaki prensip olduğunu ifade ediyor.
Son on yıldır Türkiye’de yaşananlar, rahatlıkla gerçekten de insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biri diyebiliriz. Gülen Hareketi’ne yönelik sistematik zulüm, sadece bir toplumsal gruba yönelik değil, adeta tüm toplumun vicdan dünyasına yönelik bir saldırı mahiyetinde.
Türkiye’de, 15-16 yaşındaki liseli kız çocukları birlikte ders çalıştıkları için ‘terörle’ suçlanıyor!
On binlerce masum insan, herhangi bir somut suç delili olmaksızın hapislerde çürümekte. Bu insanların çoğu öğretmen, doktor, mühendis, akademisyen gibi toplumun en eğitimli ve üretken kesiminden gelmekte. Onlarca yıl boyunca ülkesine hizmet etmiş, okul açmış, hastane kurmuş, yardım derneği çalıştırmış insanlar, bir gecede “terörist” ilan edilerek hayatları karartıldı.
Hapishanelerde hamile kadınlar ve bebekler bile tutulmakta ki bu durum, hiçbir medeni hukuk sisteminde görülmemiş bir barbarlık. Binlerce bebek, suçsuz anneleriyle birlikte hapiste büyümek zorunda bırakılıyor. On kişilik koğuşlarda kırk kişi kalacak kadar aşırı doluluğa rağmen, yeni tutuklamalar her geçen gün devam etmekte. İçişleri bakanı denilen aparat bir de gururla, kurgulu görüntüler paylaşıyor utanmadan.
Öte yandan eğitimli, üreten insanlar işlerinden edilirken, hapishanelerde yer açmak için adi suçlular habire salıveriliyor. “Su bile vermeyin, ağaç kabukları yesinler” sözleriyle ifade edilen insanlık dışı yaklaşım, sadece siyasi bir hesaplaşmayı değil, aynı zamanda toplumsal vicdanın nasıl çiğnendiğini göstermekte. Şüphesiz ki bu anlayış Nazi dönemindeki yaklaşımdan zerer miktar farklı değil.
Yurt dışında bile rahat bırakılmayan mağdurlar, devletin mafyayla işbirliği yaparak milyonlarca dolar harcamasıyla kaçırılmakta. Bu durum, sadece hukuksuzluğu değil, aynı zamanda devlet kaynaklarının nasıl kötüye kullanıldığını da göstermekte.
Bu tablonun karşısında Gülen’in tavsiyesi ise şaşırtıcı derecede net: “Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazımdı.”
Ve mukabelede bulunulursa bunun bir bedeli de olacağını ekliyor: “Eğer mukabele ederseniz Allah’ın muamelesi iki türlü gecikir!”
Bir tür olarak “Gayretullah” benim aklıma geliyor mesela. Malum olduğu üzere bu bir eşik ve mukabele ile bu eşiği sürekli yükseltiyor olabiliriz. Diğerini gerçekten de bilmiyorum.
Ömer Muhtar’ın sözlerinde saklı olan derin hikmet, Hocaefendi’nin nağmesinde çok daha detaylı şekilde ifade bulduğunu görmek mümkün. Gülen, bu konuyu insanların yaratılış farklılıklarından başlayarak açıklıyor: “Allah herkesi belli bir donanımda yaratmış; kimisi yılan tabiatlı, kimisi çıyan tabiatlı, kimisi sırtlan tabiatlı… ve bütün bunların hepsi arkalarındaki Hâlik’a bakarak ‘hikmeti hilkat’ demeli, bunların hepsini hoş görmeli. Hoş görmeseniz bile nahoş görmemeli, nahoş görseniz bile aşamadığınız yerde onu fâş etmemeli, yutkunmayı… o bile sevaptır.”
Bu yaklaşım, insanın zalimle aynı seviyeye inmemesi gerektiğini, ondan ahlaki ders almamasını vurguluyor. “Yılan niye ısırdı diye bence orada öfkelenmemek lazım, tabiatının gereğini yapıyor. Falan neden diş gösterdi diye ona karşı öfkelenmeyin, karakterinin gereğini sergiliyor demektir. Filan neden sallıyor sağa sola? Bence ona da kızmayın, o da onun karakterinin gereği.”
Ve tam da bu noktada Kur’an’dan bir ilke aktarıyor: “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler ve bunların hepsinin yaratılışında Hâlik tarafından bir hikmet vardır.”
Çok açık olarak bu perspektif, zalimle karşılaşıldığında bile onun davranışlarını kişisel bir saldırı olarak görmeyip, tabiatının gereği olarak değerlendirmeyi işaret ediyor. Ancak bu, kötülüğü meşru görmek anlamına gelmiyor; sadece ona aynı şekilde mukabele etmemenin gerekçesini açıklıyor bence.
Merhum Gülen, daha sonra peygamberlerin yolunun mukabele etmemek olduğunu Hz. Musa’nın Firavun’la olan ilişkisi üzerinden açıklıyor. “Her dönemde öyle terbiyesiz insanlar, terbiyesizliği zirve yapan insanlar olmuştur.” diyerek tarihsel örnekler veriyor.
Hocaefendiye göre en dikkat çekici nokta, Allah’ın büyük peygamberlerinden birine bile zalim Firavun’a karşı yumuşak söz emretmesi: “Cenâb-ı Hak o mütemerrit insana karşı, o bağışlayıcı, hayırsız insana karşı, edepsiz insana karşı, halden anlamaz, söz söylemesini bilmez Firavun’a karşı… Hz. Harun’la beraber Firavun’a gidin, ‘kavli leyyin’ (yumuşak bir dille) konuşun.”
Bu emir sadece o döneme de özgü değil. Konuyu şöyle derinleştiriyor: “Kalpte yumuşaklık olmazsa, düşünce onu yumuşaklıkla kompoze etmezse, lisan onu âdil tercüman olamaz. Kavli leyyin fikri leyyin hasıl eder, fikri leyyin beyanı leyyine mahsus olur.”
Yani önce kalp yumuşamalı, sonra düşünce, en son da söz yumuşak olur. Bence muhteşem bir zincirleme etkileşim bu!
Bu ifade, mevcut durumda özellikle anlamlı. Çünkü zulmedilen kişi, zalimle aynı yöntemi kullandığı anda, aslında onun öğrencisi olmayı kabul etmiş olur. Ömer Muhtar’ın “Onlar bizim öğretmenimiz değil” sözü tam da bu noktayı vurgulamaktaydı.
Benzer bir ifadeyi rahmetli Aliya’nın da kullandığını işitmişliğim var. Sırpların insanlık dışı vahşetine aynı şekilde cevap vermeyince kendi toplumu tarafından tepki gösterildiğini görüyor ve aynı cümleyi kullanıyor rahmetli.
Izdırar ve Ümit Arasındaki Denge
Nicedir “Izdırar” ile ilgili bir şeyler karalamak niyetindeydim. Bu yazı da bir tür dibace yerine geçebilir. Gülen’in perspektifinden bakıldığında, yaşanan zulümler sadece siyasi bir problem değil, aynı zamanda manevi bir imtihan: “Izdırar hali ortaya çıkıyor, çaresizlik… Sebepler bütün bütün sukût ettiğinde, çaresizlikten ne yaparsınız? Bütün himmetinizle, bütün gayretlerinizle, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersiniz.”
Bu yaklaşım, mağduriyeti sadece olumsuz görmek yerine, onu manevi yükselişin bir fırsatı olarak değerlendirmeyi salık veriyor. Örneklerle de zenginleştiriyor: Hz. Yusuf’un kuyuda, Hz. Yunus’un balığın karnında yaşadığı ızdırar halleri, sonradan büyük zaferlerle sonuçlandı.
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin!” ayetine atıfla Gülen, en karanlık günlerde bile ümidi korumanın önemini vurguluyor. Bu ümit, sadece gelecekle ilgili bir beklenti değil, Allah’ın adaletine olan güvenin ifadesi aynı zamanda.
Fethullah Gülen, mevcut durumda karşılaşılan saldırıların mahiyetini açıklarken yalanın ve iftiranın derecelendirmesini de yapıyor: “Bir kere yalan söylemek günah-ı kebâirdir ve münafıklığın ilk sıfatıdır. Fakat umursamadan sürekli yalan söylemek küfürdür. İftira günah-ı kebâirdir; ‘Bundan bir şey olmaz!’ diyerek iftira eden bir kimse kâfir olur.”
Bu tespiti daha da ileri götürülürken kapsamını da genişletmesi şahsen beri ürpertti: “Ve böylelerinin zulüm ve küfürlerini görmeyen insanlar da onlara iştirak etmiş olurlar.”
Bu son cümle, özellikle günümüzde yaşanan durumun toplumsal boyutunun vebalini de göstermesi açısından çok ürkütücü geldi bana. Anladım ki, sadece zulmedene değil, o zulme sessiz kalanlar da ciddi bir ilahi risk altında!
Ve Hocaefendi tam da kendine yakışan teklifi sunuyor: “Cezalarını Allah’ın vereceği insanlara mukabelede bulunmamak lazım.”
Nasıl davranmamız gerektiğini anlamış olduk.
Peki nasıl davranmalıyız?
Bunu da izah ediyor. Gülen, zulme maruz kalanların nasıl davranması gerektiğini somut olarak açıklar: “Allah hidayet etsin, kalplerini yumuşatsın; gerçek insanî ufku onlara göstersin. Kime? Yılan dilini uzatıp sizi ısıranlara, salya atanlara, size karşı diş gösterenlere, haşhaşî diyenlere, çıyan diyenlere, akrep diyenlere… Allah kalplerinde iman ilkâ etmek suretiyle gerçek imanı duyursun, imanda itminanı duyursun, iz’anı duyursun, hakiki mü’min olmaya muvaffak eylesin.”
Bu yaklaşımın arkasındaki derin hikmet bence şu: İnsan, kendisine zarar verene bile hidayet dileyerek, aslında en büyük intikamı almış olur. Çünkü o kişinin hidayete ermesi, onun için en büyük kazanç, hidayetten mahrum kalması ise en büyük kayıptır.
Bir sonraki adımda Gülen bu prensibini daha da netleştiriyor: “Allah’ın tecziye edeceği insanlarla uğraşmamak lazım. Yiğitçe tavır ve davranış, düşen insana tekme sallamamaktır.”
Dikkat ederseniz burada mevzu güçlü olanın zayıfına merhamet göstermesi ya da güçlü anlarda nasıl davranılması gerektiği değil, aksine zayıf anda ve zulüm görürken bile merhamet. Çünkü karşındaki o anda güçlü olabilir ama düşmektedir!
“İlle de bir şey diyecekseniz, evvela haklarında hidayet dilek ve temennisinde bulunmalı, kalplerinde Allah’ın lüyunet (yumuşaklık) atmasını dilemeli, hak, adalet, istikamet ve insana saygıya hidayet etmesini istemelisiniz. Cenâb-ı Hak bunu yapmayacaksa, Anadolu’da bazı yerlerin kullandığı ifadeyle diyeyim: Allah’ım Sen bilin!”
Bence bu nağmedeki en enteresan noktalarından biri de bu zehirli süreçte ne şekil davranacağımıza dair çizdiği çerçeve.
Bilenler bilir, ben yıllardır sadece Cemaat insanının değil tüm Müslümanların en geniş perspektif olan “İnsanlık Leveli”ne geçmesi gerektiğini savunuyorum. Yani Bakara sure-i şerifinde geçen “Ya Eyyühen-nas!” leveli. Muhterem Hocaefendi de benzer bir şeyin altını çiziyor aslında: “Bize düşen vazife: Allah’ın huzuruna giderken insanî değerlere sımsıkı bağlı olarak, insanî değerleri yıpratmadan, aşındırmadan, kırmadan, onları mukaddes birer emanet olarak koruyup o hamuleyle gitmektir.”
Aslında bu bir kriz kriteri değil normatif standart olmalı kanaatimce. İnsani değerler, sadece güzel günlerde değil, özellikle zor günlerde korunmalıdır. Çünkü asıl imtihan, sıkışma anındaki tavırdır.
Gülen’in tavsiyeleri arasında en dikkat çekici olanı tevazu konusundadır: “Bize düşen şey tevazu, mahviyet ve hacâlet… Birileri size karşı kibirli hareket etmiş olabilir, böbürlenmiş olabilir…”
Biliyorum ve farkındayım günümüzde suskunluk korkaklık, vicdan zaaf olarak görünmekte. Ancak hakikat perspektifinde bu kesinlikle böyle değil elbette. Çünkü gerçek güç, sadece zayıfken değil, güçlü iken de mütevazi kalmak. Gülen, Hz. Peygamber’in bile “Allah’ım beni benim gözümde küçük kıl” diye dua ettiğini hatırlatarak, büyüklüğün tevazu ile ölçülü olduğunu anlatıyor.
Bakınız bu Nağme 2015 Nisan’ında kaydedilmiş. Daha 15 Temmuz filan yok ortalıkta.
Neyse hadi biraz da popüler bir alana girelim. Günümüzdeki en şahane mukabele alanı olan sosyal medyaya bu perspektiften bir göz atalım. Sosyal medya muazzam bir dönüştürücü. Hasan Sutay isimli bir dostum var, dünyanın en naif, en zarif insanıdır. Daha bir kişiyi kırmışlığını görmedim ve fakat hasan Ağabey sosyal medyaya girdiği anda dolunay görmüş kurt adam gibi oluyordu Allah selamet versin. Şimdi aynı şeyi kendimde görmeye başladım maalesef. Her ne kadar nefsim yüzde yüz haklı olduğumu bana yüksek sesle söylese de, pek çok müzevirin diline ve gazına gelip onlarla aynı dili kullanmaya başladığımı gördüm. Evet kimsenin dönüşmeyeceğine dair garantisi yok. Ve özellikle bu zehirli dönemde işi gücü olmayan takım için sosyal medyada laf yarışına girmek hayatın anlamı olmuş durumda ne yazık ki!
Açık söyleyeyim hem sosyal medyaya takılıp, hem bu konuda dengeli bir strateji izleyen insan görmedim daha. En aklı başında olan bile bir süre sonra -tabiri caizse- sapıtıyor. Bu nedenle, en zaruri mevzularda bile eğer mümkünse sosyal medya aracılığıyla bir şeyler söylememek kararı almış durumdayım.
Tamam farkındayım, muazzam bir adaletsizlik, haksızlık ve çürümüşlük söz konusu. Hakikat yalanın arasında adeta ezilmiş durumda ama bunu düzeltebilecek olan insanoğlu değil. Emin olun değil. Çünkü şunu anladım ki, ben bir şeyi yüzde yüz mantıklı, delilli, ispatlı ortaya konsam da muhatabın bunu kabul etmeyecek. Tecrübeyle sabit. Hocaefendi işi meselenin asli oyuncularına bırakmak gerektiğini söylüyor bir nevi. Yoksa şu cümleyi başka ne türlü anlayacağız ki: “Allah’ın tecziye edeceği insanlarla uğraşmamak lazım!”
Nasıl ki mukabele etmenin bir takım olumsuz sonuçları varsa, mukabele etmemenin de pratik bazı neticeleri olduğu da muhakkak. İsterseniz onlara da bir göz atalım.
Bir kere, mukabele etmemek, kişiyi hem dünyevi hem uhrevi anlamda pek çok fayda ile buluşturur. İlk olarak vicdani huzur gelir ki bu, hiçbir maddi kazançla elde edilemeyecek bir değerdir. İnsan kendi değerlerinden, ahlaki ilkelerinden taviz vermemiş olduğu için içinde derin bir huzur duyar. Bu huzur, zor günlerde ona dayanak olur ve geleceğe umutla bakmasını sağlar. Aynı zamanda zor şartlarda bile ahlakını korumuş olmanın verdiği manevi yükseliş, insanı güçlendirir. Bu güç, sadece kendi benliğinden değil, Yaratıcı’ya olan bağlılığından kaynaklanır.
Zalimle aynı seviyeye inmediği için kişi, gelecekte özür dileme ihtiyacı duymaz. Bu çok önemli bir noktadır çünkü zaman geçtikçe pek çok gerçek ortaya çıkar ve adaletsizlik yapanlar hesap verme durumunda kalırlar. O dönemde temiz kalan kişi ise başını öne eğmek zorunda kalmaz.
Son olarak “Allah zalime zulüm yapar mı?” sorusunun cevabını bekleyebilecek temiz kalp ve vicdana sahip olur. Bu bekleyiş, sadece intikam alma arzusu değil, adaletin tecellisine olan inançtır.
“O fitneden korkun ki geldiği zaman sadece kötülere münhasır gelmez” ayetine atıfla Gülen, toplumsal adaletin sağlanması için herkesin sorumluluğunu hatırlatıyorr. Mukabele etmeme ilkesi, toplumda şiddet sarmalının kırılmasına katkıda bulunuyor.
Tarihsel Perspektif
Tarih boyunca zulme maruz kalan toplumlar, mukabele etmemeleri ölçüsünde ayakta kalabilmiş ve sonunda haklılıklarını ispat etmişler. Endülüs Müslümanları, 800 yıllık “Reconquista” (Yeniden Fetih) sürecinde karşılaştıkları sistematik baskılara rağmen sabırla direnmiş, kültürlerini ve değerlerini korumuşlar.
Bu süreçte şiddete başvurmak yerine, bilimsel çalışmalarını sürdürmüş, tercüme faaliyetleriyle insanlığa katkıda bulunmuş, mimarî eserlerle medeniyetlerine tanıklık etmişler. Tam da benim Yeni Faz diye tanımladığım dönemdeki “Rönesans” hareketine benzer bir dönem. Bugün bile Kordoba Camii, Granada’daki Alhambra Sarayı gibi eserler, o dönemde yaşanan zulmün karşısında sergilenen asil duruşun birer anıtı olarak ayakta durmakta.
Çok netameli bir konudur ama Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki gayrimüslim toplumlar da zorluklarla karşılaştıklarında meşru yolları kullanmış, isyan etmek yerine hukuki çerçevede haklarını arama yolunu seçmişler. Birinci Dünya Savaşı dönemi istisna elbette. Bu yaklaşım, uzun vadede hem kendilerinin korunmasına hem de toplumsal barışın sağlanmasına katkıda bulunmuşlar mesela.
Her fırsatta anlattığımı biliyorsunuz artık; Mahatma Gandhi’nin Hindistan’daki bağımsızlık mücadelesi de mukabele etmeme ilkesinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Gandhi, İngiliz sömürge yönetimine karşı “satyagraha” (hakikate sarılma) ve sivil itaatsizlik yöntemlerini kullanarak, şiddetsiz direnişin gücünü tüm dünyaya göstermişti. “Ahimsa” (zarar vermeme) ilkesini temel alan Gandhi, en ağır provokasyonlar karşısında bile şiddete başvurmamış, hatta kendisine saldıranlara bile merhamet göstermişti. Onun “Göz göze karşılık vermek bütün dünyayı kör yapar.” sözü, intikam sarmalının nasıl kırılabileceğini gözler önüne seriyor. Gandhi’nin yaklaşımı, sadece siyasi bir zafer değil, aynı zamanda ahlaki bir üstünlük elde etti. İngilizler fiziksel güçle Hindistan’ı yönetebiliyorlardı ama Gandhi’nin manevi gücü karşısında ahlaki meşruiyetlerini kaybettiler.
Amerika’daki Sivil Haklar Hareketi ise mukabele etmeme ilkesinin modern zamanlardaki en başarılı uygulamalarından biridir. Martin Luther King Jr., Gandhi’den ilham alarak şiddetsiz direniş ilkesini geliştirmiş, hem adaletsizliği ortaya çıkarmış hem de toplumsal değişimi sağlamıştı. King’in “Karanlık, karanlığı kovamaz; sadece ışık bunu yapabilir. Nefret, nefreti kovamaz; sadece sevgi bunu yapabilir.” sözleri, bu felsefenin özünü ifade etmekte.
Birmingham’daki yürüyüşlerde, köprüde saldırıya uğrayan sivil haklar aktivistleri, şiddete şiddetle karşılık vermeyerek tüm Amerika’nın vicdanını harekete geçirmişlerdi. Bu yaklaşım, zalimi zalimliğinde yalnız bırakarak, ona moral destek verebilecek kesimlerin bile ondan uzaklaşmasını sağlamıştı.
15 Temmuz sonrası süreçte Gülen Hareketi’nin sergilediği tavır, mukabele etmeme ilkesinin modern bir uygulaması oldu bence. Bugünlerde bu durumun biraz sıkıntılı geçmesinin sebebi, sürecin uzaması neticesinde mağdurun artık dayanma gücünün kalmaması ile izah edilebilir belki. Buna rağmen, bu kadar zulüm ve alçaklığa karşı şiddete başvurma girişimi olmadı, meşru hukuki yollar kullanılmaya çalışıldı, uluslararası kamuoyuna hakikatin anlatılması tercih edildi, iç savaş çıkarma girişimine tevessül edilmedi.
Akıllara elbette, “Bu yaklaşım pasiflik değil mi?” sorusu gelecektir.
Bu eleştiriye merhum Gülen’in cevabı net: “Hidayet dileği, eğer ille de bir şey diyecekseniz, evvela ‘Allah mehdiyim fi akra akrabi’ (Allah’ım, en yakın akrabalarımdan başlayarak beni hidayete erdir).”
Yani sorun sadece “diğerleri”nde değil, önce kendimizde aranmalı. Bu pasiflik değil, aktif bir öz-eleştiri ve ıslah çabası olarak görülebilir. Bir tür “Aleyküm enfüseküm” durumu..
Fethullah Gülen’in “Allah Celle Celalü cezalandırdığı zaman, yerin dibine batırdığı zaman… Hakiki müminleri göstermeyecek, hakikatı göstermeyecek.” perspektifi de önemli: Adalet illa ki gelecektir, ama bu süreçte temiz kalmak mühimdir.
Toparlıyorum, Merhum Akkad’ın enfes anlatımıyla Ömer el-Muhtar’ın “Onlar bizim öğretmenimiz değil” sözü, bugün her zamankinden daha anlamlı bence. Türkiye’de yaşanan adaletsizlikler karşısında, Fethullah Gülen’in mukabele etmeme prensibi, hem bireysel hem toplumsal kurtuluşun yolunu göstermekte.
Bu yaklaşım, her şeyden önce ahlaki üstünlüğü koruyor. İnsan, en zor durumda bile değerlerinden taviz vermeyerek, zalimden ahlaken üstün konumda kalıyor. Bu üstünlük, sadece manevi bir tatmin değil, aynı zamanda toplumsal güvenilirliğin de temeli. Gelecek nesillere temiz bir miras bırakmanın yolu da buradan geçiyor. Çocuklarımıza hangi yüzle bakacağımız, onlara nasıl bir geçmiş aktaracağımız, bugünkü davranışlarımızla belirleniyor. Şiddetle, nefretle, intikamla dolu bir geçmiş, gelecek nesillerin sırtında ağır bir yük olacaktır.
Öte yandan bu yaklaşım yaklaşım aynı zamanda toplumsal barışa da katkıda bulunur. Çünkü mukabele etmeme, şiddet sarmalını kıracaktır. Bir taraf bu sarmaldan çıktığında, karşı taraf her ne kadar liderlik makamında aynı nefretle dolsa da, onu destekleyen kitlelerde zamanla daha ılımlı bir hava oluşturur. Ve Hocaefendi’nin temas ettiği en önemli husus: Bu yaklaşım Allah’ın yardımının gelmesini kolaylaştırır. Çünkü temiz kalp ve niyetle yapılan dualar, Allah katında daha makbul kabul edilir!
Zalimle aynı seviyeye inmemek, onun öğrencisi olmayı reddetmek, en zor günlerde bile insanlığını koruyabilmektir. Bu, sadece bir ahlaki tercih değil, aynı zamanda uzun vadede en etkili direniş biçimi olsa gerek.
“Birileri size karşı kibirli hareket etmiş olabilir, böbürlenmiş olabilir… Bize düşen şey tevazu, mahviyet ve hacalet,” der merhum. Bu tavır, zayıflık değil, aksine mühim bir büyük güçtür. Çünkü zalimi zalimliğinde yalnız bırakan, ona örnek almayı reddeden kişi, aslında ona karşı kazanabileceği en büyük zaferi elde etmiş olur.
Dileğim ve duam; “Onlar bizim öğretmenimiz değil!” sözü, sadece Ömer Muhtar’ın değil, tüm mazlumların haykırışı olsun. Ve bu haykırış, tarihin her döneminde zalimin karşısında eğilmeyenlerin ortak sesini duyurmaya devam etsin.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***