SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Alaska’da gerçekleşen Putin-Trump zirvesinden sonra tutuşan Avrupa liderleri, geçen hafta soluğu Beyaz Saray’da aldı. Oval Ofis’te derse girmiş öğrenci gibi sandalyelere dizilip Trump’ı dinleyen liderlerin içler acısı fotoğrafını görmüşsünüzdür. Fotoğraf genel olarak Avrupa’nın acziyeti olarak yorumlandı fakat aslında görünen şey öyle ya da böyle insanlık tarihinin en zirve noktası olarak bize sunulan bir devrin sonunun başlangıç fotoğrafıydı.
Özellikle 90’ların başında Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Soğuk Savaş’ın bitişi, bunların sonucu olarak ABD’nin tek süper güç olarak kalması ve Batı ülkelerinde toplum refahının çok üst düzeyde seyretmesiyle kimilerine göre “tarihin sonu” gelmişti. 1945’te faşizm yenilmiş, 1991’de Komünizm çökmüştü, Batı ülkelerinde liberal demokrasinin tek egemen ideoloji olarak uygulanmasıyla insanlık en ileri ve kalıcı yönetim biçimini bulmuştu ve demokrasiyle yönetilen ülkeler birbirlerine ekonomik olarak bağlı olduklarından artık birbirleriyle savaşmalarına da ihtiyaç kalmamıştı.
İçinde Sovyetler Birliği’nin de olduğu çoğunluğu Avrupalı 35 ülkenin imzaladığı Helsinki Senedi’yle ülkelerin sınırları kesinleşmiş, “Avrupa’da artık sınırlar tartışma konusu olamaz!” ilkesi getirilmiş, savaşlar dönemi güya kapanmıştı.
Evet bu görüşler, o yıllar Batılı liberaller, küreselleşme savunucuları hatta AB gibi kurumların da içinde bulunduğu pek çok kesim tarafından sahiplenilmişti.
Peki ne oldu da bir zamanlar insanlık tarihini zirve noktaya taşıdığı iddia edilen bu sistem bir anda alt üst oluverdi? MAGA’cı (Make America Great Again-Amerika’yı yeniden büyük yap) ya da ‘Trumpizm’ destekçileri olarak bilinen; modern dünyanın son derece kibar, diplomatik ve kontrollü Batılılarına hiç benzemeyen bu kızgın ve nefret dolu insanlar nereden çıktı?
Malumunuz, 18. ve 19. yy.’ da seri üretime geçiş ve fabrikalaşmanın bir sonucu olarak iş gücüne olan ihtiyacın artmasıyla sanayileşmekte olan Batı toplumlarında milyonlarca insan iş imkanına kavuştu. Kapitalist sistemin erken dönemlerinde emeğin payının yüksek olması; gelir düzeyi yüksek, kazandığı para hemen her şeye fazlasıyla yeten, refah içinde yaşayan bir orta sınıfın oluşumuna olanak tanıdı.
Fakat sonrasında -sermaye sahiplerinin doyumsuzluğunun bir sonucu ya da belki de insan fıtratının bir gereği olarak- küreselleşmenin üst sınıra ulaşması ve üretim faaliyetlerinin insan gücü ve emek maliyetinin düşük olduğu ülkelere taşınması, kapital sahiplerini akıl almaz derecede zenginleştirirken; işçi sınıfı ve orta sınıfta ciddi bir gelir düşüklüğü ya da işsizliğe yol açtı. Aynı işi -özellikle Çin gibi ülkelerde- yaklaşık 20-30 katı düşük işçi maliyetleriyle üretmeyi keşfeden sermaye sahipleri, tüm üretim faaliyetlerini bu ülkelere kaydırmak suretiyle Amerikalı ya da Avrupalı işçilere ödedikleri yüksek maaşları ceplerine atarak devasa düzeyde zenginleştiler. Bu ülkelerin işçileriyse, az maliyetli alternatiflerinin bulunmuş olması sebebiyle düşük ücretlerde ve gittikçe daha kötüleşen çalışma koşullarında çalışmaya mecbur bırakıldılar.
Şu an geldiğimiz noktada, dünyanın süper gücü olarak bilinen ülkesinde; bir tarafta, sağlığını kaybettiğinde doktor masraflarını karşılayacak gücü olmayan, eğitim hizmetlerine bile ulaşmakta zorlanan, parasız olduğu için sistemde kendine pek bir değer atfedilmeyen, evi barkı olmayan, kendini güvende hissetmeyen yığınlar ve diğer taraftaysa o kadar parayla ne yapacakları sorusuna asla cevap bulunamayan, tek bir şirketiyle dünya üzerindeki pek çok ülkeyi satın alabilecek güçte sermaye sahipleri bulunuyor.
En nihayetinde çoğu ülkede olduğu gibi Amerika’da da ortalama vatandaşlar, olayın sosyolojik alt yapısını sorgulamak ve kökenlerinin sistemsel olduğuna ayılmak yerine, suçu; işlerini ellerinden almak şöyle dursun, üretim faaliyetlerinin devamlılığını sağlayarak ülkelerinin böylesi orantısız zenginleşmesine azımsanmayacak katkılar sağlayan göçmenlere yıkma kolaycılığına kaçıverdiler.
Bakınca özünde kendisi de bu insanların fakirleşmesinin sebeplerinden biri olan ve işte bu asıl sebepleri, yani sermaye sahiplerini daha da besleyeceğini vaadeden Trump, Göçmen karşıtı söylemleri ve “yeniden büyük Amerika” vaadiyle kitleleri peşinden sürükleyiverdi.
Sonuç olarak elimizde, her bilgiyi politik olarak kibarlaştırarak sunan ikircikli liberal kültür politikacıları yerine diplomasi filtresi kaldırılmış, anadilini b1 düzeyde kullanan, parayla her şey elde edebileceğini düşünen, övülmekten hoşlanan ve kendisini yeterince övenlere gümrük vergisi indirimi yapabilen, ticaret erbabı bir başkan, büyük bir kısmı benzer görüşleri paylaşan bir Amerikan Halkı ve yıllardır Amerika’nın koruma şemsiyesi altında yaşamaya alışmış, rahata alıştıkça körelmiş, savaşma yeteneğini bile kaybetmiş, vatan savunması falan gibi manevi motivasyonları çoktan unutmuş, son derece materyalist, birey odaklı toplumlar ve yöneticileri kalmış oldu.
Gelinen noktada liberalizmin, düşünce/inanç özgürlüğü, kültürel çeşitliğe saygı gibi çok temel ve aslında toplumlar tarafından çoktan içselleştirildiği zannedilen değerlerinin, kapitalizmin kirli yüzünü göstermeye henüz yeni başladığı şu dönemde bile yerini beyaz üstüncülüğüne kolayca bıraktığını, yaşanan ilk zorluklarda ayrımcı genlere müracaat edildiğini görüyoruz. Bu da liberalizmin temelini oluşturan “bireysel özgürlükleri ön plana çıkaran toplumlar refaha kavuşur” tezinin tam olarak gerçeği yansıtmadığını, tersine “refaha ulaşmış toplumlarda düşünce ve inanç özgürlüğü gibi kavramlar daha kolay oluşur” önermesinin daha makul olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Trump politikalarının bir sonucu olarak sınır dışı edilen göçmenlere yapılan muameleye ve Trump taraftarlarının desteğine bakınca; demokratik değerler, hukukun üstünlüğü gibi kavramların en çok güvence altında olduğunu zannettiğimiz ülkede bile refah düzeyi düşünce, toplum reflekslerinin fakir toplumlarınkiyle bir anda benzeşmeye başladığı kolayca fark ediliyor. Para ya da çıkarlar söz konusu olduğunda yasaların, hukukun, özgürlüklerin; kişiye, duruma göre aslında ne kadar kolay esnetilebilen şeyler olduğuna tanıklık ediyoruz.
Bunlara ek olarak liberal ekonomiyle beslenen kapitalizmin günümüzde artık, ilk dönem kapitalistleri bile mağdur edecek noktaya ulaştığını da belirtmeden geçemeyeceğim. Serbest piyasa ekonomisiyle rekabetin verimliliği artıracağı düşünülürken; mesele, büyük balıkların tüm küçük balıkları süpürüp rakipsiz bir ortam oluşturup tam egemenlik elde etmesine evrildi. Bütün küçük firmaları yutarak alanında rakipsiz kalan büyük firmaların başka yerde çalışma imkanı bulamayacak beyaz yakalıları da kendilerine mecbur bırakmasıyla beyaz yakalıların da çalışma koşullarının pek iyiye gitmeyeceği anlaşılıyor. Önümüzdeki günler ne yazık ki, işçi sınıfında yaşanan refah gerilemesinden sonra beyaz yakalılarda yaşanacak refah gerilemesine de gebe görünüyor.
Yaşadığımız şeyin geçici bir başkanlık krizi ya da geçici bir siyasi zayıflık olmadığı çok açık. Dünya değişiyor. Dünyanın süper gücünün kanatları altında yaşamaya alışmış olanlar kadar bizzat dünyanın süper gücü de çatırdıyor. Liberalizmin tatlı yüzü; yerini, akıl almaz derecede zenginleşmiş bir tabaka ve onları doyurmaya uğraşan kitlelerin sessiz çığlığına bırakıyor.
Başta bahsettiğim fotoğrafa dönecek olursak, fotoğrafı sadece Rusya tehdidiyle acziyeti ortaya çıkmış Avrupa çaresizliği olarak okumak yerine son yüzyıla damgasını vurmuş liberal ideolojinin çöküşü ve belki önümüzdeki yüzyılı ilgilendirecek çok daha büyük çatırdamaların habercisi olarak okumak çok daha kapsamlı ve isabetli bir okuma olsa gerek diye düşünüyorum.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***