İDRİS GÜRSOY | YORUM
Bir ülkede seçim yapılması, o ülkenin demokratik olduğu anlamına gelmez. Güney Amerika’dan Rusya’ya pek çok otoriter rejim, sandığı bir ‘onay merasimine’ dönüştürmüştür. Sandık kurulur, oy verilir, sonuç ilan edilir ama gerçek anlamda bir yarış yoktur.
Türkiye’de seçimlerin ‘serbest’ olduğu ileri sürülebilir, ancak ‘eşit’ şartlarda bir yarış olduğu söylenemez. Yargı bağımsızlığı zedelenmiş durumda. Yüksek Seçim Kurulu ve il–ilçe seçim kurulları siyasi baskı altında. Medya tek sesli hale gelmiş; kamu kaynakları yalnızca iktidar propagandası için kullanılıyor. Kayyım uygulamalarıyla muhalefet partilerinin yerel yönetim çalışmaları engelleniyor.
Seçim güvenliğini tehdit eden paramiliter yapılar var. Hukuk eliyle muhalefeti ‘terörist’ ilan etme veya partileri kapatma ihtimali her an gündeme gelebiliyor. Ekrem İmamoğlu’na verilen hapis ve siyasi yasak kararı bunun son örneklerinden biri. YSK veri tabanına ‘sahte diploma’ çetesinin sızdığı iddiaları da güven erozyonunu derinleştiriyor.
Böyle bir zeminde ‘erken seçim’ talebi, “Yarışı bir an önce başlatalım!” anlamına mı gelir, yoksa “Bu kurallarla oynamayı kabul ediyorum!” demek midir?
Sandık, onay mekanizmasına mı dönüşüyor?
Son yıllardaki seçim tecrübeleri, sandığın giderek halk onayını tescilleyen bir prosedüre dönüştüğü yönünde kaygı uyandırıyor. Medya tekelleşmesi, YSK üzerindeki siyasi baskı, eşitsiz propaganda koşulları, sandık güvenliği sorunları… Tüm bunlar, Türkiye’yi ‘seçimli otoriterlik’ modeline yaklaştırıyor.
Muhalefetin sadece erken seçim talebine odaklanması, ancak eşit, adil ve denetlenebilir bir seçim sistemi mücadelesi yürütmemesi demokrasi açısından ciddi bir eksiklik olarak görülebilir. Oysa tarihte bu konuda önemli bir örnek var: Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara geliş süreci.
1946: Şaibeli seçim ve değişim talebi
1946 seçimleri, ‘açık oy, gizli sayım’ usulü nedeniyle yakın tarihin en tartışmalı seçimlerinden biridir. Demokrat Parti, bu seçimden sonra erken seçim istemek yerine önceliğini seçim sisteminin köklü biçimde değiştirilmesine verdi.
1947’de Celâl Bayar, “Milletvekili ile Cumhurbaşkanının aynı kişi olmaması ve antidemokratik kanunların kaldırılması gerekir.” dedi. Adnan Menderes ise seçim kanunu değişmezse seçime girmeyeceklerini açıkladı. Bu kararlılık, ülkenin gündemini değiştirdi.
‘Gizli oy – açık sayım’ mücadelesi
DP, mitingler ve kampanyalarla halkı seçim güvenliği konusunda bilinçlendirdi. Meclis çalışmalarını boykot etti. Tek gündem vardı: Seçim kanunu değişmesi.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, tarafsız kalacağını açıkladı. Bir seçim komisyonu kuruldu. 1950 seçimlerinden önce ‘gizli oy, açık sayım’ ilkesi yasalaştı.
DP, hukuki mücadeleyi örgütlenme ile destekledi. Sandık komisyonları kurdu, seçmenleri oy güvenliği konusunda eğitti. Böylece halk, sadece oy veren değil, oyuna sahip çıkan bir aktöre dönüştü.
Sonuç; demokrasi kazanıyor!
14 Mayıs 1950’de tek parti iktidarı sandıkla değişti. DP, yüzde 53 oyla Meclis sandalyelerinin yüzde 85’ini kazandı. Bu, sadece bir seçim zaferi değil, hukuki güvencenin sağladığı gerçek bir iktidar değişimiydi.
Bugün de tartışılması gereken yalnızca “ne zaman seçim” değil, “nasıl bir seçim” olmalıdır. Seçim güvenliği, medya özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve propaganda eşitliği sağlanmadan yapılacak seçimler, otoriter ülkelerdeki gibi sadece iktidarın meşruiyetini pekiştiren törensel etkinliklere dönüşebilir.
Demokrat Parti örneği, bunun tersinin mümkün olduğunu gösteriyor. Tarih, koşullar ne kadar zor olursa olsun, kuralları değiştirme iradesi gösterildiğinde seçimlerin yeniden gerçek bir demokratik yarışa dönüşebileceğini kanıtlıyor.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***