AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM
Edebiyat, hiç şüphesiz insanın kendi gerçeğini arama çabasının en yoğun hâli. Ama toplumsal önyargıların, kültürel kalıpların ve ekonomik mekanizmaların en fazla kuşattığı alan aynı zamanda. Yazar, kağıda kendi sesini dökmek ister; fakat o ses çoğu zaman toplumun onay mekanizmalarına, piyasanın sert kurallarına, kimlik siyasetinin görünmez baskılarına çarpar. Bu yüzden edebî metinlerden uyarlanan filmler yalnızca bireysel bir yazar hikayesi anlatmaz; toplumun kendi çelişkilerini, önyargılarını da görünür kılar.
Cord Jefferson’un ‘American Fiction’ adlı filmi bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Filmin kaynağında, çağdaş Amerikan edebiyatının en üretken ve keskin kalemlerinden biri olan Percival Everett’in 2001’de yayımlanan Erasure romanı yer alır.
Everett’in romanına verdiği isim de tesadüf değildir. “Eraser” gündelik dilde yalnızca bir silgiyi çağrıştırırken, “Erasure” kelimesi çok daha geniş, soyut ve politik, silinme, yok edilme, görünmez kılınma gibi bir anlam taşır. Everett’in anlatmak istediği de tam olarak budur.
Siyah yazarların özgün sesleri edebiyat piyasasında tek tek bireyler tarafından değil, sistematik bir şekilde bastırılır, klişelere mahkûm edilir ve görünmezleştirilir. Bu yüzden “Erasure” başlığı, romanın merkezindeki eleştiriyi keskinleştirir; edebiyatın, temsil siyasetinin ve kültürel hiyerarşilerin bir “silinme pratiği” olarak nasıl işlediğini görünür kılar.
Everett’in edebiyatındaki bu çizgi yalnızca Erasure ile sınırlı değildir. 2009’da yayımlanan ‘I Am Not Sidney Poitier’ adlı romanı da benzer biçimde kimlik, temsil ve ironi ekseninde ilerler. Romanın kahramanının adı “Not Sidney Poitier”dir ve bu tuhaf isim, onun hayatı boyunca ünlü siyah aktör Sidney Poitier ile özdeşleştirilmesine yol açar. Oysa karakterin asıl mücadelesi, kendi kimliğini bulmak ve klişe temsillerin gölgesinden kurtulmaktır.
Everett bu absürd ve mizahi hikâyeyi kullanarak, siyahilerin Amerikan toplumunda sürekli olarak kültürel ikonlarla, popüler imgelerle tanımlanmasına dair keskin bir hiciv ortaya koyar. Böylece Erasure edebiyat piyasasının klişelerini, I Am Not Sidney Poitier ise popüler kültürün ikonlaştırma mekanizmalarını hedef alır. Her iki roman da, siyah kimliğin özgün sesinin nasıl görünmez kılındığını ifşa eden ve ironiyle derinleşen metinlerdir.
Tam da bu noktada Jefferson’un American Fiction’ı ile Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı buluşur. Birincisi Amerika’da siyah bir yazarın, ikincisi Türkiye’de taşralı bir gencin hikâyesini merkezine alır. Aralarındaki coğrafi, tarihsel ve kültürel farklılıklara rağmen iki film de aynı soruyu gündeme getirir: Bir yazar, toplumun dayattığı klişelere ve piyasanın sınırlayıcı mantığına rağmen kendi sesini bulabilir mi?
American Fiction’da Monk, edebiyatını klişelerden arındırmak isteyen bir yazardır. Ancak yayınevleri ve okuyucular, ondan tam da kaçtığı klişeleri talep ederler: Yoksulluk, şiddet, mağduriyet gibi “otantik siyah” deneyimlerin kalıplaşmış anlatıları. Monk’un öfkeyle kaleme aldığı parodi roman, ironik biçimde en büyük edebî başarıya dönüşür. Bu, Amerika’daki siyahilerin temsil krizini gözler önüne serer: Siyahların kendi sesleri, çoğu zaman duyulmaz; beyaz çoğunluğun duymak istediği ses, “otantik” kabul edilir.
Ahlat Ağacı’nda ise Sinan, Doğu Demirkol’un canlandırdığı, Anadolu’nun taşrasında edebiyatla var olmaya çalışan genç bir adamdır. Onun sıkışması, etnik veya ırksal kimlikten değil; taşra-kent arasındaki derin kültürel uçurumdan doğar. Sinan’ın romanı kendi köyünde görmezden gelinir; İstanbul’a götürdüğünde ise piyasanın mantığıyla ölçülür.
Doğu Demirkol’un Ahlat Ağacı’ndaki etkileyiciliği yalnızca oyunculuk başarısından değil, aynı zamanda taşıdığı “taşralı” görüntü ve aksanından da kaynaklanır. Yüzündeki sert ve saf çizgiler; ağır, Anadolu’ya özgü konuşma tarzıyla birleştiğinde, Sinan karakteri daha inandırıcı bir hâl alır.
Ceylan’ın kamera önüne koyduğu bu fiziki ve dilsel özellikler, Sinan’ın köyüne, ailesine ve taşranın zihniyet dünyasına aidiyetini seyirciye güçlü biçimde hissettirir. Demirkol’un aksanındaki kırılmalar ve doğal vurgular, Sinan’ın entelektüel arayışlarını ironik bir gerilimle taşranın yüzüne çarpar; böylece karakter hem “yerli” hem de “yabancı” kalır. Bu ikilik, Ahlat Ağacı’nı derinleştiren temel unsurlardan biridir.
Monk da Sinan da, farklı biçimlerde olsa da, aynı kıskacı yaşar: Yazarın sesi, kendi özgünlüğünden çok, toplumun ve piyasanın biçtiği kalıplara takılır.
Burada ironik bir benzerlik göze çarpıyor: Amerika’da siyah yazar klişeler üzerinden pazarlanır; Türkiye’de taşralı yazar merkezin kültürel hiyerarşisine boyun eğmek zorunda bırakılır. Her iki durumda da edebiyat, “özgün ses” olma iddiasından uzaklaştırılır ve tüketilebilir bir ürüne indirgenir.
American Fiction’da siyahilerin toplumsal görünürlüğü, klişelere hapsedilerek sağlanır. Amerika, çeşitliliğiyle övünür; fakat bu çeşitlilik, çoğu kez belirli kalıplara sıkıştırılmış bir “otantiklik” anlayışına dayanır. Siyah yazarın sesi, ancak mağduriyet anlatısına uyuyorsa kabul edilir.
Ahlat Ağacı’nda ise taşra ile merkez arasındaki uçurum açığa çıkar. Taşranın entelektüel üretimi, merkezin onayını almadan değer bulmaz. Sinan’ın sesi, kendi köyünde yankılanmaz; İstanbul’un edebiyat otoriteleri tarafından şekillendirilmedikçe görünmezdir.
Böylece iki farklı coğrafya, aynı hakikati paylaşır: Toplum, farklı olanın sesini özgünlüğüyle değil, kendi önyargılarını ve hiyerarşilerini yeniden üretecek biçimde duymayı tercih eder.
Bu iki film bize şunu gösterir: Edebiyat, yalnızca bireysel bir ifade aracı değil, aynı zamanda toplumun kendi yapısal eşitsizliklerini açığa çıkaran bir aynadır. Monk’un parodisi, siyahilerin Amerika’da hâlâ klişelere mahkûm edildiğini ifşa eder. Sinan’ın romanı, Türkiye’de taşra ile merkez arasındaki kültürel uçurumu görünür kılar.
Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı’nda taşrada kurduğu uzun entelektüel diyaloglar, yalnızca karakterlerin dünyasını açmaz; aynı zamanda Türkiye’nin taşrasına dair kültürel, siyasal ve felsefî kodları deşifre eder. Sinan’ın imamla yaptığı kader–özgürlük tartışması, köyün yaşlılarıyla giriştiği sohbetler, hatta babasıyla olan hesaplaşmaları, bireyin düşünceyle kurduğu gerilimli ilişkiyi görünür kılar. Bu diyaloglar, aslında taşranın kısıtlı imkânlarına rağmen derinlikli düşüncenin, varoluşsal sorgulamaların orada da filizlenebildiğini gösterir. Fakat aynı zamanda, bu sorgulamaların çoğu zaman merkeze ulaşamadan, taşranın kendi dar çemberinde yankılanıp kaybolduğunu da hissettirir.
Bu yönüyle Ceylan’ın sineması, Everett’in romanlarıyla şaşırtıcı biçimde buluşur: Biri Amerika’da siyah bir yazarın piyasa klişelerine hapsolmasını, diğeri Türkiye’de taşralı bir gencin merkezin kültürel hiyerarşisine çarpmasını gösterir. İkisinde de entelektüel arayış, ironik bir şekilde toplumun görünmez duvarlarına çarpar. Everett’in ironisi edebiyat piyasasının klişelerinde, Ceylan’ın ironisi ise taşranın bitmek bilmeyen entelektüel diyaloglarında şekillenir. Sonuç değişmez: Yazarın, düşünürün, sanatçının sesi, çoğu zaman kendi özgünlüğüyle değil, toplumun hazır kalıplarıyla duyulur.
Everett’in eserleri, Amerikan siyasal ve entelektüel spektrumunda da rahatsız edici bir yerde durur. Ne liberal merkezin çeşitliliği kutsayan politikalarıyla uyum içindedir, ne de doğrudan siyasal aktivizmin bir bildirisi olarak okunur. Romanları radikal siyah düşünce geleneğinin ironik bir devamı sayılabilir. Bu açıdan bakıldığında, Everett’in metinleri Amerikan entelektüel hayatında “kültürel sol” ile “eleştirel teori” hattına yakın bir noktada durur: ana akımı rahatsız eden, ama akademi ve edebiyat dünyasında derin yankılar uyandıran bir damardır bu.
Ceylan ise, filmi belli bir siyasal ideolojinin dar kalıplarına hapsetmez. Ahlat Ağacı’nda daha çok varoluşsal sorgulama, birey–toplum çatışması ve entelektüel yalnızlık öne çıkar. Bu yönüyle film, hem sağın hem de solun “tek taraflı” bakışlarına mesafe koyar.
Ahlat Ağacı bu yönüyle, Türkiye siyasal spektrumunda daha çok seküler-liberal entelektüel çevrelerin eleştirel hattına yakın dursa da, kendini dar anlamda bir politik söyleme hapsetmeyen, evrensel bir varoluş ve toplum eleştirisi olarak okunabilir.
İzlemeyenlere her iki filmi de tavsiye ederim. Zira American Fiction ve Ahlat Ağacı aynı gerçeği dile getiriyor: Yazarın özgürleşme çabası, toplumun kendi özgürleşme sınavıdır. Monk’un Amerika’sında siyahilerin sesi klişelerin gölgesinde duyulur. Sinan’ın Anadolu’sunda taşralı bir gencin sesi merkezin hiyerarşisine çarpar. Her iki durumda da edebiyat, toplumsal önyargıları ve görünmez baskıları görünür kılan bir aynadır.
Edebiyat ve sinema, bireyin kendi sesini bulma çabası olarak başlar; ancak toplumun özgürleşme sınırlarını da açığa çıkarır. Bu yüzden American Fiction ve Ahlat Ağacı, edebiyat ve sinemanın evrensel dramını anlatan güçlü yapıtlar olarak öne çıkar. Yazarın hakikati dile getirme arzusu ile toplumun o hakikati bastırma refleksi arasındaki gerilim, her iki filmde de tüm çıplaklığıyla sahnelenir.
İyi seyirler.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***