“Kesin inançlılar”ın en belirgin özelliği gerçeklik algısının çarpıklaşması. Bu kişiler sıkıştıkları kimlik tanımından bir tür kaçış sayılabilecek kolektif kimliğe sığınıyorlar, mantıktan çok duygularla hareket ediyor ve inandıkları kendi -uydurulmuş- gerçekliklerine ve -belki de- ideallerine körü körüne bağlanıyorlar.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Aslında sadece birkaç paragraf ile değinip geçeceğimi düşündüğüm mevzu, birazdan okuyacağınız gibi epey taştı ve başka bir yazıya dönüştü.
Hakkında yazdığım tüm yazılarda özenle belirttiğim gibi -bazı okurlarımın hoşuna gitmese de- Ahmet Dönmez’i bir gazeteci olarak görüyor ve yaptığı işi önemsiyorum. Gerçi bu önemseme benim için zamanla çok yorucu olmaya başladı, zira birazdan okuyacağınız durumlardan dolayı Dönmez’in gazeteciliğinde çok ciddi anlamda ayıklama faslı yaşamaya başladım. Ve doğrusu bu benim gibi yaşlı insanlar için gerçekten yorucu bir şey.
Girişi çok uzatmayacağım…
Bir önceki yazıda sözünü verdiğimiz “Muhaliflik” kavramını türleriyle birlikte ele almadan önce, yakın dönem gazetecilik tartışmalarında karşımıza çıkan bazı kavramsal karışıklıkları netleştirmek gerekiyor. Özellikle muhaliflik, muterizlik (itiraz edenler) ve muarızlık (düşmanlık yapanlar) kavramları sıklıkla birbirine karıştırılmakta, bu da analitik düşünceyi bulandırmakta maalesef.
Gazeteci Emre Uslu’nun bu konudaki çabaları gerçekten takdire şayan olmakla beraber, sebep-sonuç bağlamında ciddi bir tashihe ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Uslu, gazeteci Ahmet Dönmez’i tanımlarken “olgu bükücü” kavramını kullanıyor. Normatif düzlemde yanlış olmamakla beraber, bu niteleme kronolojik ve sebep-sonuç ilişkisi bağlamında restorasyon gerektiren bir yaklaşım.
Çünkü Ahmet Dönmez için olgu bükücülük bir sebep değil, bir sonuç olabilir olsa olsa. Meselenin esas kavramı angajmandır. Gazeteciliğin en kadim defolarından biri olan angajman; bir kişiye, olguya, düşünceye ve elbette ideolojiye aşırı bağlılık, mesleği deforme eden zaaf, hatta hastalıklardan biridir.
Ahmet Dönmez, eskilerin “fikri sabit” dediği, modern düşünce terminolojisinde “kesin inançlılık” olarak niteleyebileceğimiz bir defodan mustarip maalesef. Eric Hoffer’ın bu tanımına gelmek için de Daryush Shayegan’ın “Yaralı Bilinç” tezine ihtiyacımız var.
Zira bir bilinç yaralanmadan, kesin inanca savrulmuyor. Kesin inanç ise angajmanı getiriyor. Sonrasında ise ya fikri sabitlik ya da olgu bükücülük devreye giriyor. Bu süreç şöyle işliyor:
Yaralı Bilinç → Kesin İnanç → Angajman → Olgu Bükücülük
Bu noktada İranlı düşünür Daryush Shayegan’ın “Le Regard Mutile” (Yaralı Bilinç, 1989) eseri devreye giriyor. Shayegan, geleneksel toplumların moderniteyle karşılaşmasının sebep olduğu “kültürel-entelektüel şizofreni” durumunu analiz ederken, aynı zamanda bir entelektüelin nasıl “yaralı bilinç”e duçar olduğunu da şahane anlatır.
Gazeteci Ahmet Dönmez örneğinde de benzer bir süreç işliyor ve bu süreci detaylandırmak, angajman gazeteciliğinin anatomisini anlamak için kritik:
Yaralı Bilinç Aşaması: Mesleki Değerlerin Çöküşü
Bu aşamada gazeteci, mesleğe dair idealist beklentileri ile karşılaştığı gerçeklik arasında derin bir uçuruma yakalanıyor. Shayegan’ın “kültürel, entelektüel şok ve şizofreni” kavramını gazeteciliğe uyarlayacak olursak: objektif gazetecilik ideallerinin “geleneksel epistemolojisi” yaşanılan travma ve bu travma sonrası dönemin uzadıkça uzaması ile mesleğin realiteleri arasında onarılamaz bir çatlak oluşuyor.
Dönmez özelinde bu durum, üniversitede sahip olduğu gazetecilik ilkeleri ile yaşanılan travma sonrasında sürecin uzaması ve beklentilerinin gerçekleşmemesi arasındaki uyumsuzluk, “etik değerler” ideali ile bireysel/psikolojik baskılar arasındaki çelişki, objektiflik ilkesi ile beklentiler arasında kalma şeklinde tezahür etmekte.
Günümüzde bu klasik çelişkilere bir de “dijital çağın algoritma baskısı” eklenmeli. Zira günümüzde gazeteci artık sadece doğru haber verme sorumluluğu taşımıyor, aynı zamanda “tık alma”, “izlenme oranı” ve “viral olma” kaygısıyla da mücadele etmek zorunda kalıyor. “Kaliteli – düzgün içerik” ile “tıklanabilir içerik” arasındaki gerilim, mesleki idealizmi sarsan yeni bir boyut kazanıyor.
Bu durum, Shayegan’ın tanımladığı “yaralı bilince duçar entelektüel” probleminin dijital versiyonunu üretiyor: Gazeteci ne tam anlamıyla geleneksel gazetecilik değerlerini koruyabiliyor, ne de tamamen algoritma mantığına teslim oluyor.
Bu çelişki ise şüphesiz gazetecinin “epistemolojik güven”ini sarsan, zedeleyen ve hatta deforme eden bir unsur. Artık neyin doğru, neyin yanlış olduğuna dair temel kriterleri bulanıklaşıyor ve bir süre sonra da önemsizleşiyor. Shayegan’ın deyimiyle, “yaralı bakış” gelişmeye başlıyor.
Kimlik Krizi: İki Kimlik Arasında Parçalanma
Bu aşamada gazeteci, objektif gözlemci kimliği ile angajman uçurumu arasında şizofrene varan ciddi bir bölünme yaşayabiliyor. Hoffer’ın “Kesin İnançlılar”da tespit ettiği bir tür bireysel kimlikten kaçışa dönüşebilecek bir savrulma yaşanıyor ve angajman süreci tam da burada başlıyor.
Dönmez vakasında bu kimlik krizi çok net belirtilerle kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Yazıyı kişiselleştirmek istemediğim için bazı net ve epeyce sert sayılabilecek verileri kullanmamaya özen gösterdiğimi anlamışsınızdır. Artık haber tanımının çok dışına taşmış olan fikir ve yorumlarda “biz” ve “onlar” ayrımı belirginleşiyor, akabinde eleştirel sorgulama yerini “doğru taraf” arayışına bırakıyor. Mesleki kimlik ile ideolojik kimlik arasındaki sürtünme dayanılmaz hale gelirken, objektiflik ilkesi “sahte tarafsızlık” olarak reddedilmeye başlanıyor.
Bu süreçte bir başka kritik dönüşüm de fikri “doğrulatma” yerine “onaylatma” çabasının öne çıkması. Gazeteci artık okuyucularına/takipçilerine yeni bilgiler sunarak onları düşündürme gayretinden ziyade, kendi angajmanını ve kesin inancını pekiştirme ve “haklı olduğunu kabul ettirme” misyonu üstleniyor. Bu durum, Shayegan’ın tanımladığı “Yaralı bilinçli entelektüel” profiline kaymanın en belirgin işareti: Ne tam olarak geleneksel mesleki değerlerin savunucusu, ne de tam anlamıyla modern değerlerin temsilcisi olabiliyor. Zamanla bu “ara kimlik” çok dayanılmaz hale geliyor ki, mantık, vicdan ve hatta iz’an saf dışı bırakılabiliyor. İşin acı kısmı ise, bunun bir defo ya da zaaf olduğu kabullenilmediği gibi, aksi yöndeki her hamle yenilgi sayılıyor.
Şunu net olarak ifade edelim ki “Onaylatma çabası” fenomeni, özellikle modern dönemde medyanın en tehlikeli tuzaklarından biridir. Öyledir zira, gazeteci, okuyucunun “algoritma kabarcığında” rahat etmesini sağlayacak içerikler üretmeye odaklanır. Bu durum, haberciliğin temel işlevi olan “gerçeği araştırma ve sunma” misyonunu “ideolojik haklılık üretme” hizmetine dönüştürür. Böylece gazeteci, Hoffer’ın deyimiyle, kendi “kesin inançlı” okuyucu kitlesinin “organik entelektüeli” rolüne bürünür.
Bu süreçte sanırım gazeteci, Shayegan’ın tanımladığı “Araya sıkışmış entelektüel” profiline kayıyor: Ne tam olarak geleneksel değerlerin savunucusu, ne de tam anlamıyla modern değerlerin temsilcisi olabiliyor. Bu “ara kimlik” zamanla çok dayanılmaz hale geliyor ve bir çıkış arayışı başlıyor.
Kesin İnanca Savrulma: Hoffer Profilinin Belirmesi
Son aşamada gazeteci, Hoffer’ın tanımladığı “kesin inançlı” profilini tam olarak sergiliyor. Bu dönüşüm önce epistemolojik bir sabitlenmeyle başlıyor. Belirsizlikten kurtulmak için katı ideolojik çerçeve benimseniyor, karmaşık gerçekleri basit formüllere indirgeniyor ve en kritik olarak “şüphe etmeme” hakkını kendinden almış oluyor. Hakikatin sadece kendi zihnindeki doğruya uygun olanına ihtiyaç duymaya başlıyor.
Burada durmuyor bu süreç doğal olarak.
Ardından duygusal ve irrasyonel davranış kalıpları belirginleşiyor. Yayıncılıkta mantık yerini tutkuya bırakıyor, ilkel bir hedefe odaklanma güdüsü hakim zira. Onaylatma yanlılığı doruğa çıkınca; artık sadece inandığı görüşü destekleyen bilgileri kabul ediyor, spekülatif hatta mantığa tamamen zıt olabilecek çelişkili bilgileri otomatik kabul edebiliyor veya çarpıtıyor.
Paralel olarak kolektif kimliğe sığınma süreci bu aşamada tamamlanmış oluyor. Bireysel profesyonel kimliğini terk eden gazeteci, angaje olduğu kişi, kurum ya da ideolojinin “organik entelektüeli” haline geliyor ve eleştirel mesafe kavramını tamamen kaybediyor. Bu sürecin doğal sonucu olarak düşman inşası başlıyor artık: farklı görüştekileri “sistem işbirlikçisi-statükonun adamı” olarak etiketleyebiliyor, komplo teorilerine açık hale geliyor ve her eleştiriyi “düşmanlık” olarak yorumluyor.
Bu son aşamada Dönmez artık gazeteci değil, “davasının propagandacısı” haline gelmiştir. İşte tam da bu noktada Emre Uslu’nun tespiti olan “olgu bükücülük” devreye giriyor. Ve fakat bu, hastalığın sebebi değil, son aşamasıdır olsa olsa.
Angajman Gazeteciliğinin Anatomisi
Bu teorik çerçeve, angajman gazeteciliğinin nasıl işlediğini anlamak için kritik önem taşıyor. Hoffer’ın “The True Believer” (Kesin İnançlılar) analizinde, kesin inançlıların en belirgin özelliği gerçeklik algısının çarpıklaşmasıdır. Bu kişiler sıkıştıkları kimlik tanımından bir tür kaçış sayılabilecek kolektif kimliğe sığınıyorlar, mantıktan çok duygularla hareket ediyor ve inandıkları kendi -uydurulmuş- gerçekliklerine ve -belki de- ideallerine körü körüne bağlanıyorlar.
Tekrar hatırlatmama gerek var mı bilmem; burada Ahmet Dönmez ismini linç etmek ya da aşağılamak amacıyla asla ele almıyorum.
Biliyorum yine yazı biraz uzadı ama devam etmeden önce bir kavram üzerine birazcık derinleşmemiz lazım.
Role play (rol yapma), kişinin gündelik kimliğinden farklı bir kimlik ya da karakter takınarak hareket etmesi anlamına geliyor. Üstat Jung’un “persona” kavramından hareketle, her birey toplumsal beklentilere uyum sağlamak için farklı “sosyal maskeler” takıyor ki işte “role play” bu maskelerin bilinçli kullanımının ta kendisidir. Yanılmıyorsam Goffman’da okumuştum; gündelik yaşam zaten bir tür tiyatro sahnesidir ve bireyler bulundukları duruma göre farklı roller sergiler. Dijital çağda ise sosyal medya platformları, “online persona” ile “gerçek kimlik” arasında dramatik farklar inşa ederek role play’e yeni boyutlar katmış durumda. Ancak burada kritik ayrım şu: sağlıklı role play, kişinin farklı sosyal durumlar için gerekli uyum becerilerini geliştirmesine yardımcı olurken, patolojik hali “gerçek benlik” ile “performatif kimlik” arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor ve kişi oynadığı rolle özdeşleşerek gerçekliği kaybediyor.
Ahmet Dönmez vakasında bu dönüşüm çok net gözlemlenebilir aslında. Eskiden “objektif haber verici” rolünü sergileyen gazeteci, artık “halkın sesi”, “mazlumların savunucusu” ya da “gerçeğin bekçisi” gibi grandiöz (görkemli) roller üstleniyor. Bu roller, Goffman’ın deyimiyle, “sahne önü performansı” karakteri taşıyor.
Modern gazetecilikte role play, özellikle sosyal medya platformlarında belirginleşen bir unsur. Ve Dönmez’in sosyal medya kullanımında bu durum çarpıcı şekilde görülüyor. Şurasını biliyoruz; sosyal medyada sergilenen “savaşçı gazeteci” personası, geleneksel gazetecilik pratiklerinin çok dışında bir performans sergiler. Bu performansta “düşman tanımlama” ritüelleri ön plana çıkar, “taraftar mobilizasyonu” için abartılı retorik kullanılır, “dramatik anlatım” objektif haber dilinin yerini alır ve “kahraman-kurban-kötü adam” üçgeninde basitleştirilmiş hikayeler üretilir.
En tehlikeli durum, gazetecinin oynadığı rolle “özdeşleşmesi” hali olsa gerek. Tıpkı “method acting” tekniğinde olduğu gibi, oyuncu karakteri o kadar derinden benimser ki, gerçek kimliği ile karakter arasındaki sınır kaybolur.
Hadi bunu Dönmez gazeteciliği üzerinden okumaya çabalayalım.
Gazeteci artık “objektif haber verici” kimliğini tamamen terk ederek “X davasının temsilcisi” kimliğini içselleştirir ve bu süreçte eski kimlik “sahte bilinç” olarak reddedilir. Üstlendiği rolle çelişen her türlü bilgi, deneyim ya da eleştiri otomatik olarak reddedilir çünkü bunlar “karakterin bütünlüğünü” tehdit eden unsurlardır. En kritik olarak da oyuncu kendi performansını değerlendirme yetisini kaybeder ve Hoffer’ın deyimiyle “şüphe etmeme hakkını” kendinden almış olur.
Dijital platformların algoritma yapısı, bu patolojik role play’i besleyen bir “echo chamber” (yankı odası) oluşturuyor ve gazeteci, sergilediği performatif kimlikten pozitif geri bildirim aldıkça, bu rolü daha da abartılı şekilde sergileme eğilimi gösterir. Bu süreçte “like”, “retweet” ve “yorum” sayıları gibi “engagement” (etkileşim) metrikleri, rolle özdeşleşmenin ölçütü haline geliyor ve performansın başarısının göstergesi olarak algılanırken, Matrix’ten hatırlayacaksınız Baudrillard bu durumun “simülakr” (kopya) ile “gerçek” arasındaki farkı kaybetmesiyle neticeleneceğini söylüyor.
Bu performatif dönüşümün gazetecilik mesleği açısından dramatik sonuçları var.
Artık haber verme eylemi, rol performansının bir parçası haline geldi çünkü!
“Neyi haber yapmalıyım?” sorusu yerini “Nasıl tavır almalıyım?” sorusuna dönüşüyor. Haber kaynakları objektif bilgi edinilecek yerler olmaktan çıkarak performansın “onaylatıcı” unsurları haline gelirken, gazetecinin hedef kitlesi de artık “bilgilendirilecek kitle” değil “performansı alkışlayacak taraftarlar” olarak algılanıyor.
Dönmez gibi gazeteciler benzer bir psikolojik dönüşüm yaşıyor ve bu süreç dört temel aşamada gerçekleşiyor: Önce mesleki idealler ile mevcut durum arasındaki çelişkiden doğan memnuniyetsizlik ve hayal kırıklığı yaşanıyor. Ardından objektif gazeteci kimliğini terk ederek angaje olduğu fikrin/kurumun/grubun kimliğini benimseme süreci başlıyor. Bu aşamada sorgulama kapasitesini kaybediyor, sadece inandığı görüşü destekleyen bilgileri kabul etmeye başlıyor. Son olarak da gerçekleri kendi inancına uygun hale getirme çabası olan olgu bükücülük devreye giriyor.
İş bu sebeplerden ötürü Emre Uslu’nun “olgu bükücü” tanımlaması doğru ama eksik. Olgu bükücülük, hastalığın kendisi değil, angajmanın son aşaması…
Son olarak yine vurgulayayım: Biliyorum Ahmet Dönmez bu yazdıklarımı samimi olarak ele alıp değerlendirecek durumdan epey uzağa fırlamış durumda. Dolayısıyla ihtimal ki, yazıyı ya hiç okumayacak ya da (daha önce yaptığı gibi) hakaretle karşılık verecek ama ne gam!
İlk Ahmet Dönmez yazısında söylediğimin belki yarısını kaybettim ne yazık ki ama şunu söylemeliyim: Hakikati severim!
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***