SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Malumunuz, darbe tiyatrosundan bu yana, Erdoğan rejiminin hilelerine ayık gazeteciler; Türkiye’de yaşanan hukuksuzlukları, baskı ortamını, mücadeleyi, ağır hak ihlallerini, pek de konforlu sayılamayacak yaşam koşullarında, büyük bir özveriyle, tüm detaylarıyla insanlara duyurmaya çalışıyorlar.
KHK’lı polisler, askerler ve hukukçular başta olmak üzere değişik meslek gruplarından mağdurlar, kendi tanıklıklarını açıklıyorlar. Belgeseller yapılıyor, kitaplar yazılıyor, her türlü yazılı ve görsel araçlar yoluyla yaşananlar, geniş kitlelere ulaştırılmaya çalışılıyor. Böylece her şey kayıt altına alınıyor, rejim ve destekçilerinin işledikleri suçlar birer birer ortalığa saçılıyor. Bunların hepsi şüphesiz çok çok önemli ve olmazsa olmaz şeyler. Hem ileriye dönük kayıtlı dokümantasyon oluşturmak açısından hem de baskı nedeniyle seslerini duyuramayan insanlara ses olmak açısından…
Mağduriyetleri duyurmak adına yapılan en önemli çalışmalardan biri de kuşkusuz; adalet sarayı olduğu iddia edilen binaların içinde, kendilerine dikte edilen WhatsApp mesajlarını karar diye okumakla görevli hakim rolündeki figüranlar tarafından yönetilen göstermelik davaların işleyişini, insanların canına kasteden kararların keyfiliğini ve taş devrini aratmayan ilkelliğini, uluslararası mahkemelere taşımak; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde hukukun tesisini, uluslararası makamların caydırıcı gücünü aracı ederek mümkün kılmaya uğraşmak ve yaşanan hukuk kepazeliklerinin, yüzbinlerce insana yapılan terör örgütü üyeliği yaftasının gerçeklikten kopukluğunun, uluslararası geçerliliği olan resmi belgelere işlenmesini sağlamak.
Bu konuda spesifik olarak görevlendirilmiş, dava süreçlerini özverili bir şekilde yakından takip eden ve dava sahiplerinden desteklerini esirgemeyen, çoğu hukukçulardan oluşan uzman birimler var. Hepsi de kuşkusuz iyi niyetli ve mağdurlara yardımcı olmak isteyen insanlar. Fakat burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Bu bahsettiğim birimleri oluşturan hukukçuların da dahil olduğu, hayatı boyunca işlediği en büyük suç, aracını yanlış yere park etmek falan olan bu insanlar, hayatlarında ilk kez silahlı terör örgütü üyesi olmak gibi akıllara zarar bir suçlamayla karış karşıya kaldılar ve haliyle bu suçlamayla nasıl baş etmeleri gerektiğini de ilk kez deneyimliyorlar. Uluslararası hukuk düzeninin nasıl işlediğini, uluslararası alanda hangi yöntemleri izlemenin yaşanan kepazeliği anlatmakta daha verimli olabileceğini onlar da yeni yeni keşfediyorlar.
Karşı tarafta ise bir toplum nasıl yönetilir, gerçekler algılarla nasıl örtbas edilir, hukuk nasıl manipüle edilir, lobicilik nasıl yapılır, uluslararası sistem nasıl çekiştirilir, hepsine konularına hakim ve 100 yıldır kafası bununla yoğrulmuş, ahlaki prensipleri olmayan, her türlü hileyi mübah sayan bir devlet aklı var.
İster istemez son derece orantısız olan bu iki gücün kapışmasında, taraflardan biri %100 haklı olsa bile, beşeri sistemde kimin haklı gibi görüneceğinde ya da haklının hak ettiğinin ne kadarını geri alabileceğinde tarafların kendilerini nasıl anlattıkları, savunmalarının nasıl yapıldığı ya da sistemin trick’lerine ne kadar vakıf oldukları gibi konular, zannettiğimizden çok daha fazla önem kazanıyor.
Konuyu nereye bağlayacağım, sanırım yeterince belirginleşti. Çoğumuzun bildiği üzere önceki hafta AİHM, “Demirhan ve diğerleri” davasında Yalçınkaya davasına paralel olarak aldığı kararda, 6. ve 7. madde ihlalinden Türkiye’yi mahkum etti ve bu davaların Türkiye’de yeniden görülmesine hükmetti. Karar, süreci yakından takip edenleri, kararı bir kazanım olarak görenler ve sus payıyla kitleleri uyutmaya çabalayan bir tuzak olduğunu düşünenler olmak üzere ikiye böldü.
AİHM’nin verdiği bu kararı olumsuz karşılayanlar; AİHM’nin, “fetö silahlı terör örgütü”nün varlığını kabul etme ya da etmeme yetkisi olmamakla birlikte, Türkiye’de Yargıtay içtihatında yer alan terör tanımını hukuka uygun bulduğunu, dolayısıyla bunun, AİHM’nin Türkiye’nin terör tanımını onayladığı anlamına geldiğini, AİHM’nin hak ihlali kararı vermiş olsa bile, rejimin zaten istediği ve kurguladığı gibi bir karar vermiş olduğunu savunuyorlar.
Dahası, dava baştan “Fetö diye bir terör örgütü yoktur, dolayısıyla üyeleri de yoktur” üzerinden kurgulansaydı, hem etkileri sadece davacıları değil mağdurların tamamını etkilemiş olurdu, hem de üstümüze yapıştırılmaya çalışılan bu lekeyi uluslararası etkisi olan bir mahkemenin kararıyla derdest etmiş olurduk, diyorlar. Ve en azından bundan sonrası için gerçekleştirilebilecek bir yol haritasıyla zararın neresinden dönülse kârdır mantığı güdüyorlar.
Kararı olumlu karşılayanlarsa; bu kararın başka binlerce dosyayı da etkileme potansiyeli olması sebebiyle ve AİHM tarihinde nadir görülmüş 7. Madde -kanunsuz suç olmaz- ihlalinin bu davada kullanılmış olması sebebiyle, sonucu memnuniyetle karşıladıklarını ifade ediyorlar. Davayı baştan “fetö diye bir terör örgütü yoktur” gibi geniş bir başlıktan açmak yerine bireysel mağduriyetler üzerinden açmalarını da danıştıkları uzmanların yönlendirmelerini referans vererek gerekçelendiriyorlar.
Genel iddialardan kaçınıp AİHM’in hassas olduğu temel insan hakları ihlallerine odaklanmanın ve bireysel mağduriyetleri güçlü argümanlarla desteklemenin daha etkin olacağını farklı kaynaklardan teyit etmiş olmaları sebebiyle böyle bir karar aldıklarını söylüyorlar.
(Her iki tarafın da son derece detaylı, teknik ayrıntılara da yer verilmiş açıklamaları Twitter’da mevcut, dileyen bakabilir hatta bence bakmalı. Fakat ben bu yazıyı teknik detaylara boğmak istemediğimden tarafların açıklamalarını burada detaylı olarak ele almayacağım.)
Herkesin kabul edebileceği üzere, ortada bir görüş birliği olmadığından ve kararı olumsuz görenlerin görüşlerinin gerçek olma ihtimali, -terör örgütünün varlığının dolaylı olarak kabul edilmiş olması ihtimali- ağır sonuçlara yol açabileceğinden meselenin üstünkörü geçiştirilmemesi gerektiği; kararın etraflıca ele alınmaya, her bir madde üzerinde detaylıca düşünülmeye muhtaç olduğu aşikar.
Geriye dönüp bakınca elimizde 2020 yılında Erdoğan’la içeriği kamuoyuna açıklanmayan 45 dakikalık bir görüşme yaptığı için hizmet hareketi mensuplarınca da Strazburg’da protesto edilmiş bir AİHM Başkanı, bu davaya bakan ve sürekli mağdur insanlar aleyhine oy kullanan sıkı AKP’li bir AİHM üyesi, Kavala gibi isimler ya da solcular söz konusu olduğunda her türlü davayı ivedilikle karara bağlayabilirken çoluk/çocuk, hasta/yaşlı denmeden maruz bırakılan ve yüzbinlerce insanı ilgilendiren bir soykırıma karşı 9 yıl sonunda nihayet verdiği kararda suçlu bulduğu devlete para cezası bile vermeyen ve bünyesinde hizmet hareketine karşı olumsuz görüşlerini sosyal medya hesabından paylaşmaktan çekinmeyen Türkiye kökenli kritik isimleri barındıran uluslararası bir mahkeme var.
Bu kritik isimlerin, 15 Temmuz dosyalarını geriye attıkları ve belgelerin kaybolmasına sebep oldukları gerekçesiyle, AİHM’e dava sürecini yakından takip eden hukukçular tarafından yazılmış dilekçeler de mevcut fakat konuyla ilgili AİHM tarafından hala hiçbir işlem yapılmadığı biliniyor.
Dahası, AİHM’in yaptığı yıllık basın toplantılarını takip eden TR724 Muhabiri Ensar Nur’un “Mahkemede Türk hükümeti tarafından görevlendirilen ya da Türk hükümetinden maaş alan Türk hukukçular (secondees) özellikle Gülen hareketiyle ilgili davaların incelenmesinde yer alıyor mu?” sorusuna mahkemenin yazı işleri müdürü tarafından özetle “evet” cevabı verildiğini de hatırlamakta fayda var. Bu da 15 Temmuz davalarının, maaşları AKP tarafından ödenen AİHM çalışanlarının elinden geçtiği anlamına geliyor.
Takdir edersiniz ki yukarıda anlattığım konuları birleştirdiğimizde verilen kararları biraz daha protest karşılayıp daha fazlasını istemek, AİHM’e maaşları Erdoğan rejimi tarafından ödenen Türkiye kökenli çalışanlarını 15 Temmuz davalarından el çektirmek üzerine daha fazla baskı yapmak, hatta Erdoğan rejimine karşı verilen mücadeleyi Erdoğan taraftarlarına teslim etmenin tuhaflığını mümkünse yabancı basını da işin içine dahil ederek ve haber yapmalarını sağlamaya uğraşarak geniş kitlelere yaymak üzerinden strateji kurmak daha makul görünüyor.
Şu meseleyi tekrar vurgulamakta fayda var. Bu konu üzerine kafa yoran ve yakından ilgilenen herkesin meseleyi iyi niyetli olarak ele aldığına kimsenin hiçbir şüphesinin olmaması gerekir. Bizler hepimiz, aynı taraftayız ve hepimiz yaşanan mağduriyetlerin bir nebze olsun hafiflemesine nasıl katkı sağlayabiliriz diye çabalıyoruz. Çabalarımızın sonuçlarının mağdurları olumlu ya da olumsuz etkilemesinden bağımsız olarak hepimizin niyetleri temiz.
Benim bu yazıyı yazmaktaki amacım; tarafların bir araya gelerek, karar üzerinde her bir cümleyi ayrı ayrı tartışarak, fikir alışverişinde bulunmalarına çağrıda bulunmak ve akıllıca detaylandırılmış, aşamalandırılmış, ölçülmüş/biçilmiş, senaryolar oluşturulmuş 10 adım sonrası/öncesi hesaplanmış stratejiler üretmelerinin önemine dikkat çekmek.
AİHM, dünya çapında prestiji olan, kararları pek çok ülke tarafından tanınan ve güvenilirliği olan bir mahkeme. Güvenilirliğini sarsacak iddiaların gündeme gelmesini isterler mi, gündeme getirilmesi davayı çok daha titizlikle ele almalarını mı sağlardı, beklentilerimizi yüksek tutsak daha yüksek kazanımlar elde edebilir miydik, AİHM Erdoğan rejimiyle iş birliği yaptığı iddialarına maruz kalmak ister mi ya da kararlarını olumlu karşılamanın ve varsa eleştirileri düşük dozda tutmanın bize faydaları oldu mu ya da olur mu, hakkımızı en üst düzeyde savunmamızı sağlayacak stratejiler neler olmalı?
Bunların hepsi ayrı ayrı ele alınması, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken konular.
Son olarak dikkat çekmek isteyeceğim bir diğer önemli şey şu ki, bu yazıyı yazma amacım yukarıda belirttiğim gibi başvuru sürecini takip eden hukukçuları strateji üretmeye çağırmak. Fakat amacının aksine bu yazdıklarımın AİHM’e başvuru motivasyonunun düşmesine sebep olması, yapılması gereken en son şey olur. Çünkü başvuru sürecini iyi yürütmekten daha önemli bir şey varsa o da binlerce başvuru yapmak ve mağdur sayısının çokluğu ve her türlü hukuk skandalının kayda alınmasıyla AİHM’i daha titiz kararlar almak zorunda kalmaya itmek. Zaten 9 yıl sonunda yüzde yüz arzu ettiğimiz gibi olmasa da nihayet olumlu sonuçların toplu halde gelmeye başladığı bir dönemde vazgeçmenin akıl karı olmayacağı açık olsa gerek.
Mahkemeye olan güveni sarsacak yukarıda anlattığım konulara rağmen mahkemenin Türkiye’ye hak ihlali kararını tarihinde nadiren verdiği 7. Maddeden, her başvuran için (yani dolasıyla defalarca) verdiğini, 7. Maddeden vermiş olması sebebiyle uluslararası basında da bunun yer aldığını, mevcut rejim hali hazırda yaptırımlarla ilgili bir karşılık vermiyor olmasına rağmen bir 10 yıl sonra öngörülemez olaylarla olayın nerelere evrileceğini bilemeyeceğimizi ve bu başvuruların ve alının ihlal kararlarının gelecekte çok daha etkin, “iyi ki ihmal etmemişiz” dedirtecek sonuçlar doğurabileceğini de akıldan çıkarmamak gerekiyor.
Modern tarih, cephede kazanılan savaşların masada kaybedilen örnekleriyle dolu. Bizlere düşen; hak arama sürecini uluslararası alanda da devam ettirmek, yaşatılan soykırımı hem basın-yayın hem hukuk alanında daha da geniş kitlelere duyurmaya çabalamak ve haklı çıkmanın haklı olmak kadar hakkı iyi savunmaktan da geçtiğinin farkında olmak. Haklıyız, Hakk’ın izniyle kazanacağız.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***