NECİP F. BAHADIR | YORUM
İçinden çıktığım ‘Siyasal İslamcıların’ zihniyetini anlamakta ‘güçlük çektiğimi’ söylemeliyim. Önyargı veya ön kabullerim olsa işim kolaydı. Peşinen mahkum edenlerden olurdum. Gün gelecek ve Emin Çölaşan’ın, Ahmet Taşgetiren’den ‘daha vicdanlı’ olabileceğini nasıl öngörebilirdim. Her ne kadar artık memleketimden çok uzaklarda da olsam “Canları cehenneme!” diyemiyorum, nedense eski mahalleme antenlerim açık. İçine düştükleri halleri izlemenin keyfinden mi, yoksa şaşkınlığıma şaşkınlık katmaktan mı? Yoksa her ikisi mi?
Hayır, hayır keyif falan aldığım yok, üzülüyorum; hatta kahroluyorum.
Oralardan altını çizdiğim satırları bazen sizinle de paylaşıyorum. Hem haberdar etmek hem de tarihe not düşmek için… Yarın, bugünlerin hikayesi yazılacak. O kadar çok malzeme birikti ki… Hiçbiri gözden kaçmasın istiyorum. “İnsan nisyanla maluldür!” Bazen bilerek unutmak ister, geçmişi toprağın derinlerine gömer. Fakat hayır, geçmiş kişinin peşini bırakmaz, ne kadar dibe gömerse gömsün günahlarıyla bir gün yüzleşmek zorunda kalır. Sigaya çeken bir Molla Kasım gelir! Eğri büğrü söylenen söz ve yazıların hesabı sorulur mutlaka…
YUSUF ZİYA CÖMERT
Bugün size üç yazıda not ettiğim ‘Siyasal İslamcıların’ vicdan yansımalarından örnek vereceğim. İlkinin tarihi biraz eski… Fırsatını bulamadım yazmaya ama zamanı geldi. Bayram sonrasına ait… Karar’dan Yusuf Ziya Cömert’in köşesinde okudum. Cömert de o mahallenin insanı fakat insaf ve vicdan duyguları tümüyle körelmemiş biri. İktidarın şımartamadığı yazarlardan… Zaman zaman köy kahvesinden anekdotlar kaleme alır. Köy ve kahveden genelleme yapılamaz fakat az da olsa siyasetin nabzını da yansıtır. Cömert yine köy kahvesinde… Konu politika… ‘Koyu Tayyipçi’ dediği arkadaşı Mehmet’in, “Ne diyorsun Halk Partisi’ndeki yolsuzluk işlerine?” sorusuyla karşılaşmış Cömert… Sonrasını okuyalım:
“Şöyle yapalım mı?” dedim, “Memlekette kim yolsuzluk yapıyorsa, hepsine birden sövelim?”
“Sövmeyelim!” dedi. Mehmet sövmeyelim deyince kahvedekiler gülüştüler.
Sonra Mehmet’in telefonu çaldı, yanımızdan uzaklaştı. Biz geri kalanlarla birlikte sükunetli bir şekilde konuşuyoruz. Rahmetli Keriz Ahmet’in oğlu Ahmet, sen gazetecisin bilirsin diyor ve merak ettiği şeyleri soruyor.
Keriz Ahmet olgun bir adamdı. Köyde uzun süre muhtarlık yapmıştı. Kandıra-İzmit arasında sefer yapan bir de otobüsü vardı. ‘Keriz’ lakabını nasıl hak ettiğini bilmiyorum.
Bu arada Mehmet’in telefon konuşması bitti. Bıraktığı yerden sohbete daldı:
“Ben iktidarım, yerim.”
Yine gülüştüler. Arkasından iktidarın mı muhalefetin mi daha çok yediğine dair bir münakaşa başladı. Şunu bir dipnot olarak düşelim: Halkımız herhangi bir kimsenin yemediğine inanmayacak bir kıvama geldi.”
Espri falan değil, bir gerçeğin bir zihniyetin ifadesi bu… AKP’lilerin yolsuzluk, hırsızlık veya rüşvete nasıl baktığının bundan daha iyi örneği olabilir mi? “Ben iktidarım, yerim…”
Bu söze gülünür mü? AKP hâlâ nasıl seçim kazanabiliyor sorusunun cevabı da bu gülüşlerde saklı. AKP’nin CHP’ye öfkesi de bu yüzden… “Sen muhalefetsin… Kim oluyorsun da yemeye, yolsuzluk yapmaya kalkıyorsun?” Bu cümleyi kulaklar duydu. Söyleyen “AKP’nin ruh halini böyle anla…” dedi. Satır arasında geçen bir cümle zihnimde dolaşıp duran nice sorunun cevabı oluverdi. Hepsinin bir zamanlar baş tacı ettiği İsmet Özel’i hatırladım; “Türkiye’de ‘onlar yiyeceğine ben yiyeyim’ diye hareket eden insanların hepsi asaletini kaybetmiştir. Çünkü aslolan yememektir…”.
HAYRETTİN KARAMAN
Bu topraklar yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa ‘fetva veren’ hocaları gördü… Hayrettin Karaman onlardan biri… En başta gelen isim. Bir akademisyen, fıkıh, hukuk alimi… Sözde tabii… Gerçeklikte ne olduğu belirsiz. Yaşı genç falan olsa makam, mevki hırsı gözünü kör etti denebilir. ‘Bir ayağı çukurda’ denen yaşta… Ömrünün son demleri… Yönünü öteye çevirmesi beklenirken, haramilerini işini kolaylaştırmakla meşgul. Gerçeklerden ne kadar kopuk yaşadığını pazar günü yazdığı makalede gördüm. Kendince imam hatip tartışmasına değiniyordu. Ama söyledikleri bir hakkın tesliminden ziyade siyaset odaklıydı.
Şu satırlar o yazıdan; “Biz imam hatipliler ve başka okullarda okusalar da bir yolunu bulup bizim gibi madde ve mânâda başarılı olmayı hedefleyenler nice engelleri aştık, “Muhtar bile olamazlar” dediler, onların başına muhtar da olduk ve Türkiye’ye çağ atlatmak üzereyiz. Keşke bizi sevmeyen ve istemeyenlerin de baş ve kalp gözleri açılsa, yarım olmak ve yarım görmekten kurtulsalar!”
‘AKperest’ veya ‘Erdoğan’ın müminleri’ bile bu kadar ileri cümle kurmakta zorlanıyor. AKP Milletvekilleri bile partisini bu kadar savunamıyor. Yandaş kalemler, ‘Mebuslar neden sessiz’ diye isyan halinde… İhanetle dahi suçlayan var. Türkiye çağ atlamak üzereymiş! Karaman ne yer ne içer… Kafa nasıl bu kadar dumanlı olabilir? Ülkenin felaket günler yaşadığını görmek sağlıklı bir göz kafi…
Siyasal İslam mahallesinden bir vicdan yansıması daha… Karaman sıradan bir isim değil. Bazı politikaların belirlenmesinde söz sahibi biri… Yolsuzluklar da mahkeme salonlarındaki adaletsizlikler de onun fetvalarının bir eseri. ‘Zulüm kararlarına imza atanlar’ Hac sevabı alacaklarmış. Buna inananlar var. Yoksa bir yargı mensubu nasıl bu kadar ‘vicdan yarılması ve körlüğü’ yaşayabilir ki… Karaman’ın iki cümlesinde bir ülke gerçeği, AKP’nin iç yüzü saklı…
ALİ BULAÇ
Siyasal İslamcıların bir vicdan yansıması da Ali Bulaç’ın yazısından… Bulaç’ın hatıralarını kaleme aldığı yazılara bayılıyorum. Bir dönemi ve zihniyeti anlamak için okumanızı hararetle öneririm. Bulaç, sürecin mazlumlarından… Silivri’de yıllarca haksız, hukuksuz yere hapis yattı. Başını dik tuttu, ‘Hak Sahibi Sultan’ dedi. Son yazısından; “Hapisten çıktıktan sonra uzun yıllar tanıdığım bir arkadaş, beni Beykoz’da deniz kenarında ekmek arası balık yemeye davet etti… Uzun zaman görüşemediğim zamanında birlikte matbuatta mücadele verdiğimiz dostumu göreceğim için ayrıca sevindim, uzun süre görüşemediğimiz dostum hükümete yakın bir gazetede köşe yazarı olmuştu…”
O ismi az çok tahmin ediyorum. Aslında bir kişi değil o… O kalabalık bir grubun temsilcisi…
Yazının asıl vurucu olan tarafı şurası; “Dönüşte her nasıl olduysa günün olaylarından bahis açıldı, ben İslamcı bir yönetimin özgürlük, ahlaki değerler, hukuk, ihtiram, sosyal adalet ve Anasır-ı İttihad-ı İslam gibi ilkelere dayalı politikalar takip etmesi gerektiğini, hapiste iken şahid olup da çok üzüldüğüm masum erkek ve kadınların olduğunu söyleyip, bu konuda hükümeti uygun bir dille uyarmak icab ettiğini söyleyince, dostum bana şöyle dedi: Üstad, öyle değil. Söylediklerin doğru da hayatın gerçekleri başka. Muaviye’den beri bu böyle gelmiş böyle gidecek; gücü eline geçiren bir daha bırakmak istemez; bu bahsettiğin şahıslar evet öyle ama bu gibi yapılar toplumun öylesine kılcal damarlarına nüfuz ederler ki, böyle davranmak zorunda kalırsın…”.
Zulümler karşısında bir Siyasal İslamcının veya AKP’nin ruh hali bu… Savunma mekanizması da… İnanılır gibi değil. Hayatın gerçekleriymiş… Zulmün bahanesi mi olur? Adaletsizliğin gerekçesi mi olur? Ruhunu şeytana satarsan olur tabii. Muaviye’ye kadar gidersin…
Ali Bulaç duyduklarına inanamaz, şaşkınlık içinde kalır; “Bu sözler karşısında nutkum tutuldu. Birlikte büyük riskleri göze alıp mücadele verdiğimiz dostum bu olamazdı. Hayretler içinde onun uzun uzun izahlarını dinlerken, artık benim “eski, eskilerde kalan dostum” olduğunu anladım. Arkadaşa, “Beni sağda indir!” dedim. Çok öfkelenmiştim İndim ve arabanın kapısını kapatmadan benden üç-dört yaş büyük eski dostuma şöyle dedim: “Abi, bu cümleyi bir İslamcı kuramaz!” Eski dostumun yeni/güncel hali, duruşu, olaylara bakışı üzerinde uzun uzadıya düşündüm. Benim 1965’ten beri içinde hem özne-hem nesne olarak yer aldığım İslami hareketin geldiği noktayı anlamaya çalıştım…”
Ülkeye egemen olan zihniyetin ‘vicdan yarılmaları’ satırlara böyle yansımış. Ben de altını çizdim, dikkatlerinize sundum ve hükmünü vermesi için tarihe postalıyorum.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***