ABDÜLHAMİT BİLİCİ | YORUM
2013’teki Gezi olayları ve 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları, AKP iktidarının temellerini sarsınca, Erdoğan hükümeti, hukuku sıfırlama pahasına, muhalefeti sindirmek ve özellikle Hizmet Hareketi’ni şeytanlaştırıp yok etmek için kolları sıvadı.
Onbinlerce kamu görevlisi, polis, öğretmen, hâkim, savcı, akademisyen, iş insanı ve gazeteci delilsiz, yargısız bir şekilde görevlerinden alındı, tutuklandı ya da sürgüne zorlandı. Hizmet’e yakın medya organları, 15 Temmuz’dan çok önce, vahşi polis baskınlarıyla bir şekilde susturuldu.
Türkiye’nin seküler seçkinleri, özellikle CHP ise yargı bağımsızlığının ve temel hakların açıkça ortadan kaldırılmasını kınamak yerine, yaşananları sadece iki İslamcı grup arasındaki bir klik kavgası ya da güç mücadelesi olarak gördü. Dahası, bu yanlış teşhis, Hizmet’in hiçbir zaman İslamcı cenahta yer almadığı gerçeğini tamamen göz ardı etti. Zira siyasal İslamcı grupların aksine, Hizmet Hareketi, Turgut Özal’ın tam üyelik başvurusı yaptığı 1987’den itibaren Türkiye’nin AB üyeliğini, tam demokratikleşmeyi ve farklı dinler, kültürler, siyasi eğilimler ve medeniyetler arasında diyaloğu, barışı savunuyordu.
Hatırlayalım, Fethullah Gülen’in AB sürecine destek verdiği o yıllarda, siyasal İslamcı hareketin önde gelen isimlerinden Necmettin Erbakan, ‘Hıristiyan kulübü’ olarak gördüğü Avrupa Birliği üyeliğine kesin biçimde karşı çıkıyordu. Mesela Hizmet çizgisine yakın Zaman gazetesi, yine İslami kesimin içinde yer slan Akit, Yeni Şafak gibi yayınlardan farklıydı. Farklı dini, etnik, ideolojik kökenlerden isimlerin özgürce yazılar kaleme aldığı, AB sürecine en güçlü destek veren gazeteydi. Ancak seküler muhalefet bu büyük farklılığı hiç dikkate almadı. Hizmet’i yalnızca alternatif bir güç odağı olarak gördüler—ve tasfiye edilmesinden de gizli/açık memnuniyet duydular.
Evet, AKP’nin ilk yıllarında Hizmet, Erdoğan’ı destekledi; ama bu, onun İslamcı ajandasına veya tek adamlığına değil, ilk 10 yılda partinin benimsediği, Hizmet’in ilkeleriyle de örtüşen reformcu politikalara verilen destekti.
Laik, çağdaş ve sol çevrelerin yaptığı bu çok yanlış teşhis, Türkiye’de demokrasisinin önümüzdeki on yılında çok belirleyici oldu. Erdoğan rejiminin ilk kurbanları, CHP tabanına kültürel ve ideolojik olarak uzak, hatta zaman zaman düşman olarak görülen bir gruba ait olduğu için, onları savunmak için fazla bir motivasyon oluşmadı. Otoriterliğin başlangıcı olan süreç, bir hesaplaşma olarak görüldü.
Sessizlik—hatta zaman zaman onay—CHP’nin çizgisi haline geldi. Yer yer bazı konularda destek verilse de, mesela eski CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmasını gündeme taşıması veya 15 Temmuz için “kontrollü darbe” demesi gibi, ama bu tavrın gereği hiçbir zaman yapılmadı. Ne 15 Temmuz’un onbinlerce mağduruna, ne 17-25 Aralık soruşturmasını yürüttüğü için hala hapiste olan polis ve savcılara destek vermediler.
AİHM ve BM’den mağdurlar lehine çıkan kararları bile görmezden gelmeyi tercih ettiler. Daha tuhafı, Erdoğan’ın tek adam rejimi kurmak için kullandığı FETÖ yaftasını yıllarca dillerinden düşürmediler.
Sessiz rızadan kaçınılmaz hedefe
Ancak otoriterlik bir kez serbest kaldığında artık sınır tanımaz. Nitekim, daha önce Hizmet gönüllülerini ve kurumlarını hedef alan siyasallaştırılmış yargı, medya linçleri ve keyfi tutuklamalar, 10 yıl sonra CHP dâhil tüm muhalefeti hedef almaya başladı.
2022’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun mahkûm edilmesi, CHP için geç gelen bir uyanışa dönüştü. 2024 yerel seçimlerinden sonra, hukuku ve anayasayı tanımayan bir sarayla yumuşama turları bile başlatan CHP’nin yeni lideri Özgür Özel, nihayet şimdi Erdoğan rejimini sadece otoriter değil, demokratik ritüellere bürünmüş bir cunta olduğunu söylüyor.
Ancak geçen zamanda, rejim kurumlara hâkim olmuştu. Yargı, medya ve güvenlik aygıtı tamamen ele geçirildi. Türkiye bir parti devletine dönüştü. Daha da önemlisi, uluslararası kamuoyu da CHP ve medyadan akademiyaya seküler elitlerin erken dönemde yaptığı bu yanlış teşhisten çok etkilendi.
Uluslararası medya, yabancı hükümetler ve hatta insan hakları kuruluşları bile uzun süre yaşananları, “AKP ile Cemaat/Hizmet arasındaki güç mücadelesi” olarak gördü. CHP, yapılan tasfiyeleri, bir siyasi temizlik ve sistematik adaletsizlik olarak tanımlamadığı için, demokratik dünyanın da meseleyi doğru anlamasına ve Türkiye’nin gittiği yeri daha iyi anlamasına engel oldu.
Bu algı ve seküler elitlerin bariz hukuksuzluklara gizli/açık desteği, tek adam rejimini kurmada Erdoğan’a çok büyük avantaj sağladı. Batılı demokrasiler, mülteci anlaşmaları ve NATO dengelerinin de etkisiyle olan biten hukuksuzlukları en fazla kınamakla yetindi. İnsan hakları örgütleri, baskının boyutunu kavramakta geç kaldı; özellikle de ilk mağdurlar “cemaatçi” ya da “darbeci” etiketiyle damgalandığı için.
CHP’nin söylemi bu algının sorgulanmadan kabul edilmesine zemin hazırladı. Yakın bir süre önce Özgür Özel, 15 Temmuz sonrası, muhalefet kimliğiyle Batı başkentlerine giderek, Erdoğan rejimi lehine lobi yaptıklarını kendi ağzıyla itiraf etmedi mi?
Maalesef bugün bile CHP, hukuksuzluklara karşı çıkma açısından kapsayıcı ve ilkesel bir duruş sergilemekte zorlanıyor. Kendi uğradığı adaletsizlikleri dile getirirken, baskı ekosisteminin diğer mağdurlarına—ihraç edilen öğretmenlere, fişlenen hâkimlere, susturulan gazetecilere ve Hizmet Hareketi’yle ilişkili on binlerce kişiye—çok nadir değiniyor. Adalet, hâlâ seçici bir şekilde uygulanıyor.
Soljenitsin’in dediği gibi, tiranlık “santim santim” büyür; her taviz ve her sessizlikle beslenir. CHP’nin ve seküler elitlerin, rejimin ilk mağdurlarına kayıtsız kalışı, zamanla bir tür suç ortaklığına dönüştü. Sessizlik, örnek teşkil etti. Ve bu yanlış teşhis, Erdoğan’a uluslararası alanda da meşruiyet sağladı.
Gazetesi kapatılmış, arkadaşları hapse atılmış sürgündeki bir gazeteci ve Erdoğan rejiminin mağduru olarak, İstanbul’un seçilmiş belediye başkanı ve CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu ile diğer muhalif isimlerin siyasi saikler ve düzmece delillerle yargılanmasını derin bir üzüntüyle izliyorum. Ama bizi ve ülkeyi bu noktaya getiren hataları düşünmeden de edemiyorum.
Sadece kendi haklarını veya sevdiklerimizin hukukunu savunarak, adalet ve demokrasiyi koruyamayacağımızı öğrenmemiz lazım. Einstein’ın dediği gibi, “Dünyanın tehlikeli olmasının nedeni, kötülerin yaptığı şeyler değil, iyilerin olup bitene seyirci kalmasıdır.”
Zira bir yerde veya bir kişiye yapılan adaletsizlik, her yerde ve herkes için tehdittir.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***