PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Selahattin Demirtaş neden hapiste? Bu soruyu sormadan Kürt sorunu çözülebilir mi? Selahattin Demirtaş’ın, 10 Kürt vekilin, yüzlerce Kürt yerel yöneticinin, binlerce HDP/DEM’li Kürd’ün rejimce içeriye alınması ve içeride tutulması aslında Türkiye’de Kürt sorununun ne olduğuna dair gayet iyi fikir veriyor. Şark Islahat Planı’ndan bu yana yüz yıldır Türk-üstünlükçü “devlet aklının” Kürtlere yaklaşımı tam da budur. Asimile olmaya direnen Kürdü terörist ilan eden bu zihniyet şimdi insanların gözünün içine utanmadan bakarak Kürt sorununu demokratik yollarla çözeceğini iddia ediyor.
Rejim PKK lideri Abdullah Öcalan’ı hapisten çıkarmak üzere ama kimse, “Yahu arkadaş, sizin hiç mi izanınız, aklınız, kendinize saygınız yok? Selahattin Demirtaş’ı, Kürt milletvekillerini, yüzde 60, 70 hatta 80’li oranlarda belediye eş başkanı seçilmiş yerel yöneticileri içeride tutmaya devam eden bir rejim, Kürtlere hak-hukuk mu verebilir!” diye sormuyor.
Bakınız Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararı bile var! Fakat güvendikleri rejim bu mahkemenin kararını da, kendi Anayasa Mahkemesi’ni de takmıyor. Kendi hukukuna da, taraf olduğu uluslararası hukuka da uymayan, hak-hukuk veya yasa tanımayan bir yönetimle karşı karşıya ülke.
Bunca yıldır cezası kesinleşmiş ve şiddete başvurduğu konusu tartışılmayan Öcalan’ı bir numaralı devlet düşmanı ilan etmişlerdi, şimdi tıpkı 2013 öncesindeki süreçte dedikleri gibi, “Öcalan’ın feraseti ve ileri görüşlülüğü” üzerinden Kürt sorununa ve diğer karın ağrılarına derman aramaya başladılar. Arasınlar da, buna itirazım yok. Çünkü reel politikanın gereği sorunlara müzakere ve uzlaşı aramak yoluyla çözüm bulmak olmalı.
Fakat el insaf, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demeyelim mi? ‘Apo’ ile aleni pazarlık yapan, “terörist başı” ve “bebek katili” diyerek bir numaralı devlet düşmanı ilan ettikleri Öcalan’ı Meclis’te konuşturacak kadar “açılan ve saçılan” rejim, Meclis’e halk tarafından seçilmiş, milli irade gereği vekil olmuş, bu ülkenin cumhurbaşkanı adayı olmasında beis görülmemiş, aklı selimin ve Türk-Kürt bir arada yaşamının savunusunu yapmış Selahattin Demirtaş söz konusu olduğunda hala aynı toksik ve akıl yoksunu yaklaşımla onu içeride tutuyor. Bu yokmuş gibi yapan rejimi bir dereceye kadar, kendi mantık sistematiği içerisinde anlamak mümkün. Peki, ama ya Kürt siyaseti? Onlar bu durumu nasıl kabulleniyorlar?
Konu salt demokrasi ve insan haklarına bağlılık değil; inandırıcılık! Bu rejimin gerçekten inandırıcılığı olduğunu düşünüyorlar mı? Kürt siyaseti sütten ağzı yandığı halde neden yoğurdu üflemiyor? Yoksa Erdoğan’a bu derece mi bağımlılar? Bu kadar edilgen olmalarının nedeni, “Biileğini bükemedik, o zaman elini öpelim!” tutumu mudur? Buna inanmak istemiyorum. Yoksa kapalı kapılar ardında konulan başka şeyler mi var? Kürt siyasi hareketi meseleye ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ şeklinde mi yaklaşıyor?
Bir başka ihtimal daha var.
Kürtler artık Türkiye içerisinde bir gelecek öngörmüyor olabilirler. Hemen itiraz etmeden Kürtleri anlamaya çalışın. Bunca senedir sistem içinde müzakerelerle sonuç elde etmeye çabaladılar. Ancak sonuç hiç değişmedi. Kaç Kürt partisi kuruldu, ben artık hesabını tutamıyorum. Her seferinde büyük umutlarla bir şeyler yapılmaya çalışıldı ama sonuç hüsran oldu. Türkiye’nin değişmeyeceğine dair kuvvetli emareler var. Eski Türkiye tüm sorunlarına karşın Avrupalı bir aktör olarak hareket etme zorunluluğu hissediyordu. Avrupa Birliği havucu nedeniyle evinin içerisine çeki düzen verme baskısı hâkimdi. Tanzimat’tan itibaren dış belirleyiciler Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının gelişmesi doğrultusunda baskı yapıyor, sonuç da alıyorlardı. Türkiye’nin 1999-2013 arası AB müktesebatına uyum için gerçekleştirmek durumunda kaldığı reformlar bunun en tipik örneğidir.
Oysa şu an zemberek boşalmış durumda. AB ve uluslararası toplumla ters düşmemek gibi bir derdi kalmamış olan rejim, bilakis Amerika ve Avrupa’nın iç zafiyetlerine odaklanmaları nedeniyle pasifleştikleri şu ortamda kendilerine fırsat bulmuş durumdalar. Mal bulmuş Mağribi gibi Suriye’ye dalarken de, hapishanelerini düşünce suçlularıyla doldururken de, S-400 silah sistemlerini alırken veya Ruslara nükleer santral kurdururken de, Suriye kırsalında cihatçı çetelerin hamiliğine soyunurken de, dünya terörizm finansmanında İran’ı bile geride bırakırken de bundan cesaret aldılar.
Olmaz, yok artık denen her şey oldu, hatta normalleşti. Dahası sözde muhalefet de itiraz etmek veya alternatif üretmek bir tarafa, bunların dümen suyuna girmekten kaçınmadı.
Kürt sorununun çözümü için umutlanılan bu süreçte yine tanıklık etmekteyiz ki buna DEM partililer de dâhil maalesef. Erdoğan rejimiyle görüşürken belli ki zamanında Saddam’la veya Esad’la görüşen Kürt liderler gibi hareket ediyorlar. ‘Mesele siyasi, amacımız toptan demokrasi ve insan hakları standartlarını ilerletmek değil, Kürtlere kısa vadeli yarar sağlamak’ şeklinde düşünüyorlar. En rasyonel açıklama sanırım bu.
Ancak bu çok ütopik ve naif bir yaklaşım. Çünkü rejim bu yollarda onlardan daha eski ve daha mahir. Rejimin güç paydaşları için Kürtlerin hiçbir değeri yok. Onlar an itibariyle sadece satranç masasında hamleler yapan ve oyunu kazanmayı hedefleyen bir stratejist motivasyonuyla hareket ediyorlar. Suriye’de Rojava bölgesinin cihatçı rejim tarafından absorbe ve hazmedilmesi, olmadı Türkiye’nin bir oldubittisiyle etno-sosyolojik mühendislik yapılması gibi alternatifler üzerinde duruyorlar. Amaçları içeride Kürtlerle anlaşıyormuş izleniminden gelen meşruiyetle dünya kamuoyuna, “Biz Suriye’de düzen sağlamaya çalışıyoruz, yoksa Kürtlerle alıp veremediğimiz bir şey yok, inanmıyorsanız bakın Öcalan’la bile pazarlık yapıyoruz, onu hapisten çıkartıyoruz!” mesajı vermek. Bu yolla Suriye’nin Türkiye güdümünde bir alan olmasını sağlamak. Demirtaş’ın, “Hep birlikte demokratikleşelim.” stratejisi buna izin vermezdi. Oysa Öcalan devletle işbirliğine hazır görünüyor. Her iki figür arasında ciddi algı farkları olduğu bir sır değil. Bahçeli bu durumları bilmese Öcalan’la görüşmeye, onu Meclis’te konuşturacak kadar ileri gitmeye neden önayak olsun?
Bir diğer faktör de yine Rojava ile aynı bağlamda, ABD’de Trump’ın bir haftadan daha kısa süre sonra göreve başlayacak olması. Trump, ABD’nin İsrail’le olan işbirliğini çok daha ilerletecek, hatta muhtemelen İran’ın üzerine gidecek. Suriye’de İran etkisinin sıfırlanması İsrail ve ABD politikasıydı. Bu siyasetin bir sonraki hedefi Kürtlerin güçlenmesi ve Rojava’nın Irak Kürdistan’ı gibi federal statü elde etmesi. Ardından sırada İran Kürdistan’ı var. Peki, sırada kim var?
Suriye’de cihatçıların hamisi olarak tescil edilen Ankara, uluslararası meşruiyetini tümden yitirdi. Geri sayım devam ederken, Erdoğan ve avaneleri hala iç politikada kendi siyasi geleceklerini düşünerek hareket ediyor, ülkede ‘Abdülhamit’ veya ‘Kurtlar Vadisi’ türü bir algı yaratıp Putin vari bir sınırsız süreli cumhurbaşkanlığı modeline geçmek istiyor. ‘Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalalım, Suriye’de yeni Osmanlı’yı inşa ediyoruz, büyük düşünelim’ diye planlayarak iyice battılar, ancak bu yolun sonu Dimyat değildir, eldeki bulgurdur! Çok yakında durumu anlayacaklar ama yandı gülüm keten helva misali, çok geç olmuş olacak.
Erdoğan da, Bahçeli de, derin ortakları da, külliyen Neo-İttihatçı ekiptir ve maalesef muhtemelen bu işin sonu da İttihatçıların neden olduğu gözyaşı, pişmanlık ve mağlubiyet olacaktır. Tarih kitapları bu ekibi bildiğimiz Türkiye’yi yıkan rejim olarak anacak.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***