Adalet ÇAVDAR
Ara ara olur ya, nostalji bir anda moda olur; sonra aniden kaybolur. Edebiyatla hafızanın hem sağlam bir dostluğu hem de düşmanlığı var nostalji temelinde yürüyen. Dostluk, anlatma arzusunu doğururken, düşmanlık hesaplaşma niyetini ortaya döker. Şimdi “Nostaljiyle burayı nasıl bağlayacaksın?” diye soruyorsanız, ben de yazarken bulacağım o bağlantıyı. Çünkü kafam biraz karışık, anlamaya çalışıyorum.
Mesela bazen kazara yeni şarkılar öğrenirim; bir yerde duyarım, beğenirim, listeye eklerim ama durduk yere müzik keşfine çıkmam. Ruh halime göre ezbere bildiğim dizileri ya da filmleri açarım. Müdavimimdir; yeni mekânlara mecbur kalmadıkça gitmem. Diyeceksiniz ki, “Bunlar çoğumuz için geçerli. Diğer türlüsü zaten macera.” Öyle mi gerçekten? Yoksa nostalji insanın kendisine duyduğu hayranlığın ya da hasretin ifadesi midir?
Elimde, neredeyse tamamen nostaljiden oluşan bir roman var. Neresinden tutacağımı düşünürken bütün bunlar aklımdan geçti ve yazıya bu karmaşayla başlamak istedim. Sonat Yurtçu’nun birkaç ay önce yayımlanan Vuslatlar Fasarya adlı romanını az önce bitirdim ve şimdi bu hikâyenin bende nasıl bir yer ettiğini bulmaya çalışıyorum. Çünkü bazen bir romanı, bir filmi ya da bir oyunu bitirdiğinizde onun bir yerinize dokunduğunu hissedersiniz. Ama bu temasın tam olarak nerede ve nasıl gerçekleştiğini bulmak için biraz çaba harcamanız gerekir. Şu an benim yaşadığım tam olarak bu.
Yazarımız tam bir Kadıköy insanı; yüzüne aşinaysanız herhangi bir sokakta kendisiyle karşılaşmanız yüksek ihtimal. Daha önce Aramızdaki Fikret adında bir öykü kitabı yayımlanmıştı. Bir de, müzikle epey içli dışlı olan Sonat Yurtçu’nun romanının bir çalma listesi var. Romanın içinde geçen şarkılardan oluşan listeyi açtım ve çağrışımları beklemeye koyuldum. Sayesinde birkaç yeni şarkı da keşfettim.
Dönem ’90’lar-2000’ler. Kadıköy’de merdiven altı bir ev. Aziz bu evde yaşıyor. Kadıköy, romanın mekânı değil, adeta karakterlerinden biri. Dershanede öğretmen olan Aziz, çocukları sevmiyor aslında. Hayatta kendini yalnız ve başarısız hissediyor. “Yırtmak” gibi bir hayali ya da düşüncesi de yok. Bir de yıllardır aynı kadına âşık: Müjde. Kavuşamamış, kavuşması da mümkün değil. Çünkü Müjde, Aziz’in arkadaşının eşi ve bu hikâyenin hiç “oluru” yok. Müjde hiç müjde vermiyor. Herkes bunun farkında, her şeyin farkında.
Peki Aziz’in derdi ne? Geçmişle hesaplaşması mı, bugünü kabullenemeyişi mi? O da belirsiz. Yani, nereye koysak olmuyor be Aziz. Üstelik yazdığı şiirler de kötü.
Derken hayatına biraz macera giriyor. Kendini bir tarikatın içinde buluyor, eline bir kitap geçiyor. Güya içine dönmeye çalışıyor. Aziz, kendini pek kandırabilen biri değil ama hayatta kalması lazım. Bunun da öyle büyük bir nedeni yok. Tarikat macerası hızlıca son buluyor ve geriye Eyüp kalıyor.
Eyüp, sessiz sakin biri. Ama olmadık yerlerde, olmadık cümleler kurarak herkesi şaşırtmayı başarıyor. Bu da sürekli olmuyor; sadece yeri gelince aklının bariyerleri açılıveriyor. Eyüp’le Aziz, İstanbul’un eski hallerini dolanıyor, geçmişi ziyaret ediyorlar.
Bir de Yakup var. Romanın “yırtmak isteyen” kahramanı. Aziz’in kadim dostu ve merdiven altı eve gidip gelenlerden biri. Yakup da bir öğretmen ama sonra bir yayınevine girip yakasını çocuklardan kurtarıyor. Onun derdi defineler. Kafayı bu işe takmış.
“Ne anlatıyor bu roman?” diye sorarsanız, küçük hayal kırıklıklarından oluşan kocaman bir kamburu anlatıyor diyebilirim. Dizisi ya da filmi çekilse, seyrederken çok eğleniriz; ama okurken insanın içini biraz burkuyor. Bol bol kızıyorsunuz bu savrulmuşluğa ama sonra kendinizi tartıyorsunuz: Oralardan geçmeyen var mı? Ya da hâlâ oralarda olan tanıdıklarınız yok mu? Aziz, Eyüp ve Yakup aslında hepimizin bir yerlerinde yaşıyorlar. Bir şekilde hayattalar.
Peki başa dönelim. Edebiyatta nostalji bize ne kazandırır? Hatırlamayı mı, hesaplaşmayı mı? Sonat Yurtçu’nun romanında ikisi de var. Hatırlıyor, hatırladıklarıyla hesaplaşıyor. O yüzden bugüne bir türlü gelemiyor. Aslında geçmişe o kadar yakından bakarsanız, bugünü yaşayamaz, yarını kuramazsınız. Ama işte Aziz’in aklı buna bir türlü ermiyor.
Hem normal ne ki? Bataklıktan çıkmak mı, hayata dört elle sarılmak mı? Sabah akşam işe gidip, ses çıkarmadan hayatı sürdürmek mi? Kim bilir, belki de hepsi ya da hiçbiri.
Sonat Yurtçu, romanın ana akışının dışına çıkıp arada yazdığı metinlerle başka bir dil kurmuş. Aziz’in kendine bakacağı bir kutsal kitap hazırlamış adeta. O kutsal kitabın ne olduğuysa romanı okuyanın keşfi olsun. Yazar, kurduğu dili de iyi kotarmış ve metnini ölçülü tutmayı başarmış. Vuslatlar Fasarya belli ki çok çalışılmış bir roman.
Neticede, Vuslatlar Fasarya bize şunu hatırlatıyor: İnsan bazen düşüşüne hayran kalır, bataklığını ev sanır. Ama normal dediğimiz şey, herkesin kendi hayatına çektiği sınırdan ibaret. Aziz, Eyüp, Yakup ve Müjde’nin hikâyesi bir yandan çok tanıdık, bir yandan da fazlasıyla yabancı. Belki de hayatın anlamı, düşmeden yaşamakta değil, düştüğün yeri kabul edip orada ne yapacağına karar vermekte saklıdır. Yurtçu’nun romanı, ‘vuslatın fasarya’ olduğu iddiasını seslendirerek hepimize bir soru yöneltiyor: Bataklıktan çıkmaya hazır mısınız, yoksa düşüşünüze biraz daha hayran kalmaya devam mı edeceksiniz?
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***