NECİP F. BAHADIR | YORUM
Yazarınızın tarihi bir şahsiyet olarak Mustafa Kemal Atatürk’e bakışıyla, Atatürk’ün ideolojiye dönüştürüldüğü ‘Kemalizme’ bakışı arasında ‘derin farklar’ olduğunu anlamış olmalısınız. Çünkü her fırsatta Atatürk’le, Kemalizmin aynı şey olmadığına dikkat çektim, söyledim, yazdım. Bugün Atatürk’ü ‘bir başka açıdan’ anlatacağım.
Atatürk’ün son anları nasıl geçti? Son sözü ne oldu? Son istediği yemek neydi? İsmet İnönü son vazifesini neden yapmadı? Hemen yanı başında bulunan Kılıç Ali’nin tanıklığına başvuracağım. İstiklal Mahkemeleri’nin reislerinden ‘Kılıç Ali’nin anıları’ zengin bilgi, belge ve dokümanlarla dolu.
Kılıç Ali’nin İstiklal Mahkemesi başkanı olarak altına imza attığı kararlar adaletten yoksundu. Bu onun anlattıklarını dikkate almayacağız anlamına gelmez, gelmemeli. Kılıç Ali’yi yakından tanımak isteyenler Ayşe Kulin’in ‘Füreya’ kitabından istifade edebilirler. Sonu ibretliktir. Fakat konumuz o değil; konumuz Atatürk’ün son anlarına ilişkin kaleme aldığı notlar…
Kılıç Ali’nin, Atatürk’ün sağlığının kötüleştiği günlerde etrafının boşaldığı ve çok yalnız kaldıklarını söylediği şu satırlar beni çarpmıştı; “Ne korkunç durumdu ki, fırtına yaklaşırken Atatürk’ün hastalığının ağırlaştığını ve artık hiçbir ümit kalmadığını anlayan, O’nun gölgesi altında büyümüş Cevat Abbas, Hasan Cavit gibiler bir anda Atatürk’ü terk etmişlerdi. Bunlar artık ne saraya, ne yata, Atatürk’ün çevresine bile uğramaz olmuşlardı. Bu durum hepimize ayrıca azap veriyordu. Salih Bozok’la ben yalnız kalmıştık…”
Benim kaldırıp attığım adam ‘paçavra’ olur!
Atatürk’ün son günlerini yalnız, hastalığı ve ölümüyle başbaşa geçirmesi bana çok ilginç ve şaşırtıcı geldi. İsmet Paşa mı? O nicedir yoktu zaten. Başbakanlıktan uzaklaştırılmış, Atatürk’ün afarozuna uğramaş biri. Şu satırlar da Kılıç Ali’nin anılarından; “O günlerde İsmet Paşa’ya fena halde kızıyordu. Bir ara birdenbire Recep Peker’e ellerini masaya vurarak şöyle bağırdığını duyduk; ‘Recep! Ben adamı alır yükseltirim. Fakat o hazmedemez, durumu takdir edemezse ve bilhassa kerameti kendinden bilirse bir gün kaldırır atarım. Ve benim attığım adam paçavra olur.’ Bir saniyelik sessizlikten sonra Peker’e sordu; ‘Öyle değil mi?’ Bu sözlerle İsmet Paşa’yı kastettiğini herkes anladı.”
‘Paçavra’ dediği İsmet İnönü’nün ‘halefi’ olacağını, yerine onun geçeceğini nereden bilebilirdi? Öngörseydi eğer, vasiyetinde Paşa’nın çocuklarına para bağlar mıydı? Sağlığında kendisinden sonrasını belirleseydi, tarih İsmet İnönü’süz yazılırdı.
Atatürk aslında bir kalabalıklar içinde bir yalnız adam. Sık sık halinden şikayet ederdi; “Beni Reisicumhursun diyerek Çankaya’nın kayalıklarına ve Dolmabahçe’nin rutubetli, karanlık odalarına hapsediyorsunuz. Sonra da siz istediğiniz gibi geziyor, eğleniyorsunuz. Buna hakkınız yoktur.”
Kılıç Ali, “Bu üzüntüsünü bazen öyle hüzünlü öyle içten anlatırdı ki, duygulanmamak elde değildi.” diye yazdı bunu… ‘Liderler yalnızdır’ sözünün bir itirafı bu.
Enginar istedi, yemek nasip olmadı!
Enginar canı çekti Atatürk’ün. İsteğini söyledi. Fakat mevsimi değildi; “Yahu doktorlar bana niçin enginar yedirmiyorlar? Ben de Hatay’a sipariş edildiğini bugünlerde geleceğini söyledim. Memnun oldu. Bu enginar yemeği Atatürk’ün yanında bulunduğum uzun zamanlar içinde içten arzu ederek sipariş ettiği ilk ve son yemekti. Maalesef bunu yemek kendisine nasip olmadı.”
Saatler 10 Kasım’a doğru hızla ilerliyordu; “Dalgın ve bitkin yatan Atatürk’ün gözleri nadiren açılıyordu. Herkesin hayranlığını kazanan o güzel ve mavi gözler artık eski parlaklığını kaybetmiş, solgunlaşmıştı. Hiçbirimizle konuşmuyordu. Sadece ‘Aman dil, dil efendim’ diye bir şeyler söylüyordu.”
Ölümüne doğru sürekli tekrarladığı bu kelimelerin ne anlama geldiğini, kime ne amaçla söylediğini Kılıç ve arkadaşları da çözemedi; “Bütün zekamızı kullanıyor, geçmiş olayları düşünüyor ve aralarında bir ilişki kurmayı düşünüyorduk. Fakat yine de ne demek istediğini bir türlü anlamıyorduk. Atatürk’ün kendine özgü telaffuzu vardı. Bazı harfleri yutarak konuşurdu. Mesela ‘değil’ kelimesini ‘diyi’ diye telaffuz ederdi. ‘Aman dil dil efendim’ mi yoksa ‘Aman değil, değil efendim’ mi demek istiyordu?”
“Son zamanlarda çok dermansızdı. Ayakta duramayacak duruma gelmişti. Karnında biriken suyun doğurduğu ıstırap o kadar artmıştı ki suyun bir an önce boşaltılmasını istiyordu. Doktorlar ise durumunu daha da ağırlaştıracağı için buna yanaşmıyordu.” Artık son anlarını yaşadığı her halinden belliydi. Kılıç Ali ‘Bir tarih göçüyor’ dedi.
Son sözü; ‘Vealeykümüsselam’ oldu
Günlerden 10 Kasım’dı. Sabah saatleri… Sık sık ‘saat kaç?’ diye soruyordu; “Birdenbire kendini arkaüstü yatağa attı. Aynı anda fena halde titreme başladı. Dişleri birbirine vuruyordu. Doktor Neşet Ömer Bey Atatürk’e ‘Dilinizi göreyim efendim’ diye seslendi. Atatürk dilini yarıya kadar dışarı çıkardı. N. Ömer Bey tekrar seslendi; ‘Biraz daha uzatınız efendim’. Atatürk Neşet Ömer Bey’e baktı. ‘Vealeykümüsselam’ diyerek gözlerini kapatıverdi. Atatürk dakika dakika soluyor, sönüyordu. Hepimiz ümitsizlik ve çaresizlik içindeydik. Sabah 8 sularıydı. Rengi tamamen solmuştu. ‘Hı… hıı… hı…’yalnız gırtlağından bir ses çıkarmaya başladı…”
Atatürk, ‘Kılıç Ali’yle (sağda) birlikte görünüyor…
Ve saat 9’u 5 geçe son nefesini de tüketti.
Atatürk son anlarında ‘Aman dil, dil efendim’ diye sayıkladı. Ne demek istediği anlaşılamadı. Son sözü ise Kılıç Ali’nin kaydettiği gibi ‘Vealeykümüsselam’ oldu. Bu kelime selama mukabele anlamı taşır. Atatürk o an yanındakilerin duymadığı ‘selam’ sesi mi duymuştu? Kimdi selam veren? Kimin selamını aldı? Bize ve geride kalanlara meçhul.
Bir rüya…
Bir de sizinle paylaşmak istediğim bir rüya var. Bir şeyh efendinin rüyası. İsmail Kara 1998 yılında yayınladığı ‘Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye’ adını verdiği kitapta yazdı. Yorumsuz aktaracağım rüya şöyle;
“Abdulhamid Han döneminde Şeyhülislâmlık’ta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba 1930’lu yıllarda şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice Anadolu’nun bir kasabasına davet eder. ‘Kahriye’ okunacak, yani ‘Ya Kahhâr’ zikri çekilerek Mustafa Kemal’in ve rejiminin ‘kahr u tedmiri’ için dua edilecektir. Dâvet kabul görür ve gizlice toplanılır.
Kahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala Şeyh Efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya görür: “Bir dünya haritası. Ortasında Türkiye. Türkiye toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. Fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın, lakin alçak duvarla çevrili. Peygamber Efendimiz haritanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı yeniden taksim ediyor; Şurayı şuna, burayı buna verin diye emirler veriyor, etrafındakiler de gerekeni yapıyorlar.
Mustafa Kemal, Trakya bölgesi gibi bir yerde duruyor. Yüzü Peygamber Efendimiz’e dönük değil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahcup ve tedirgin bir durumda; bu yüzden Efendimiz’e bakamıyor. Sıra Türkiye’nin kime verileceğine geldiği zaman Şeyh Efendi gözlerini dört açıyor ve pürdikkat kesiliyor. Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek ‘burayı şuna verin’ buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye’dir, şu dediği de Mustafa Kemal’dir.
Şeyh Efendi kan ter içinde uyanır. Düşüncelidir. Niyetiyle rüyası arasında bir müddet gider gelir. Abdestini alır, namazı cemaatle kılmak için arkadaşlarının yanına gider. Herkesin kahriye okumaya geçilecek dediği bir anda Şeyh Efendi rüyasını anlatmaya başlar…
Rüya şöyle yorumlanır: ‘Türkiye yemyeşil olduğuna göre bu hayra, İslâm’a alâmettir ve durumun esas itibariyle iyi olduğunu gösterir. Etrafındaki duvarların kalın ve siyah oluşu tedirginlik verici; çünkü siyah küfür işaretidir, fakat alçak oluşları mevcut menfi durumun çok uzak olmayan bir zamanda aşılabileceğini gösteriyor. Gerek Efendimiz’in ona karşı tavrı, gerekse Mustafa Kemal’in duruşu menfi… Fakat Türkiye’yi ona veren Hz. Peygamber olduğuna göre buna karşı çıkamayız. Kahriye okumaktan vazgeçilir ve şeyhler, halifeler memleketlerine dönerler…”
Yani?
Ey okur! Yorumu size bırakıyorum.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***