Serhat DURUP
Türkiye’de bestelenmiş ilk oratoryo, 1991 yılında kaybettiğimiz Ahmet Adnan Saygun tarafından 1943 yılında tamamlanmıştır. 1946 yılında da ilk temsili yapılan eser, İngilizce, Almanca, Fransızca ve Macarcaya da çevrilerek birçok ülkede sahelenmiştir.
Bugün konuğumuz, Ahmet Adnan Saygun ve onun Yunus Emre’si. Yunus Emre Oratoryosu’nun içeriğinden ve Saygun’dan bahsetmeden önce, bu eserin bölümleri hakkında bilgi aktarmak isterim. Temel olarak üç bölümden oluşan eserin, ikinci ve üçüncü bölümlerinin arasında da birer geçiş (ara) bölümleri bulunmaktadır.
Yunus Emre’nin şiirlerinden oluşan eser, onun ‘ölüm-yaşam’ ikilemine tanıklık etmeye bir kez daha fırsat sunmaktadır. İnsanın duygu durumunu dinleyiciye sihirli melodilerle daha da hissettirmektedir. İnsanın anlam arayışını, ölüm-yaşam-inanç-isyan gibi duygularında arayan Yunus Emre, şiirlerinin bu şekilde melodilerle seslendirilişini görebilseydi ne düşünürdü bilinmez ama bizler bu konuda şanslı ve bu şansın yaratılmasından dolayı Saygun’a şükran borçluyuz.
Saygun’un bu çalışması, halk kitlesinin sahne sanatlarına olan ilgisinin daha da artmasına katkı sağlamıştır. Bunu da kendi anlatısından bir hikâyeyle aktarmak isterim. Şöyle anlatıyor Saygun:
”Konserden beş, on gün sonra bir gün evimin kapısı çalındı. Baktım birkaç köylü içeri aldım. büyük bir saygıyla bana bakıyorlardı. ‘Hoş geldiniz’ dedim. İçlerinden yaşlıca olanı söze başladı: ‘Yunus Emre’yi siz radyoda iki defa verdiniz. Köyde, halk odasında bizim bir radyomuz var. Orada köy halkı, kadın-erkek hepimiz dinledik. Ciğerimize işledi. Allah senden razı olsun deyip elini öpmek için buraya geldik’ diyerek elinde gazete kağıdına sarılı paketi bana uzatti. ‘Bunu da bacın sana armağan gönderdi’ dedi. Paketten bacının benim için ördüğü bir çift yün çorak çıktı. Bugüne kadar aldığım hediyelerin en değerlisidir. Hala saklarım.”[1]
Yunus Emre’nin şiirlerinde insanların birarada yaşamak zorundalığının vurgusu, Saygun’un Yunus Emre’sindeki uyumda da dikkat çekmektedir. Korolardaki insan sesinin biraradalığıyla melodilerdeki renklerin uyumu buna en güzel şahitlikleri yapmaktadır. Oratoryonun ilk bölümünde, Yunus Emre’nin yaşama sevinciyle ölümün bilinci arasındaki gerilimleri yansıtan belirlemelerinden oluşmaktadır. Bununla birlikte yaşamdan ya da başka bir deyişle ölümden sonra neler olacağıyla ilgili belirsizliğine ve ‘alın yazısına’ karşı çaresizliği hissederiz.
”Ağlamaktır benim işüm
Ağla gözüm şimdengerü
Irmak ola kanlı yaşım
Çağla gözüm şimdengerü
Huda attı bize oda
Yanmak oldu bize gıda
Ömrüm oldukça dünyada
Gülme gözüm şimdengerü”
…
İkinci bölüm ise, insan-evren ve Tanrı denkleminde geçmektedir. Bu bölümde Yunus Emre’nin isyanını görüyoruz.
”Ya İlahi ger sual etsen bana,
Anında veririm cevabım sana.
Ben bana zulmeyledim ettim günah,
N’eyledim n’ettim sana ey padişah?
…
Rızkın alıp seni muhtaç mı kodum?
Ya öğünün yiyerek aç mı kodum?
Kıl gibi köprü yaparsın geç diye,
Geçerken kevser şarabın iç diye.
Kıl gibi Sırat’dan Adem mi geçer?
Ya üzülür, ya dayanır, ya uçar.”
…
Yunus Emre’nin isyanı, yaşam sevgisinden dolayı, yaşama karşı bir barış sağlamak amacıyla uzamayacaktır. Bu barışın sağlayıcısı da kendi düşüncesinden dolayı Tanrı’nın kendisidir. Ama bu Tanrı’ya ulaşma ve Tanrı’yla uzlaşma, aracısız olduğu için Yunus Emre’nin inanç anlayışının değerini görebiliriz. Gerek geçmişte gerekse günümüzde ve maalesef gelecekte göreceğimizi bildiğimiz aracılarla birlikte bulanıklaşmayan bir inançtan bahsediyoruz.
Üçüncü bölümde ise Yunus Emre’nin kendi deyimiyle huzura ulaştığını dost’a vardığını ve ölüme hazırlanışını görürüz.
”Aşk gelicek cümle eksikler biter…”
Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni,
Ben yanarım dünü günü,
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum,
Bana seni gerek seni.
Aşkın aşıkları öldürür,
Aşk denizine daldırır,
Tecelli ile doldurur,
Bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem,
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni.”
Saygun’un Anadolu’ya ait Yunus Emre’yi, Anadolu’ya pek yakın olmayan çokseslilik ile birlikte sunması herhalde pek de kolay bir iş değildir. Sahne sanatlarında Anadolu’nun insanına yer vermek, aynı zamanda alışkın olmayan halkın da bu tür sanatlara yönlendirilmesi bakımından önemli bir görevi üstlenmek demektir. Saygun’un başarısına layık olmayı ve hakkını teslim etmeyi bilmek gerekmektedir. Şöyle diyor Saygun:
”Çağlar gelir geçer, çağlarla birlikte insanlar da gelir geçer, ama evrim, ruhlarda evrim sonsuzluğa doğru yürür gider. Bu sonsuzluk yolunda sanat ancak bu evrim havası içinde oluşacak, sanat insanı eserlerini bu hava içinde verecektir.”[2]
Yunus Emre’nin inancı ve hümanizma anlayışından hareketle birkaç soruyla bu yazıyı bitirmek isterim. Ne yapmalı? Boyun mu eğmeli? Yoksa isyan mı etmeli? Boyun eğeceksek ne uğruna boyun eğmeli? Öte dünya inancı uğruna mı? Ne uğruna isyan etmeli? Bu dünyayı cennete çevirebilir miyiz? Bu dünyayı cennete çevirebilir miyiz bilmiyorum ancak, Yunus’un dinginliğine, sabrına ve isyan etme biçimine, sanat’a ihtiyacımız var gibi…
Serhat Durup kimdir?
19 Mayıs 1989’da dünyaya geldi. 2013 yılında Maltepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olurken, Sinema ve Televizyon Bölümü’nden de yan-dal programını tamamladı. 2016 yılında aynı okulun İnsan Hakları Bölümü’nden “Tüketim Toplumunda Çalışan İnsan ve Çalışma Hakkı” adlı tezini tamamlayarak yüksek lisans derecesini aldı. Felsefe öğretmeni olarak yaşamına devam ediyor.
KAYNAKÇA
[1] Yrd. Doç. Dr. Ali Cemalcılar, Ahmet Adnan Saygun ve Yunus Emre Oratoryosu, Kurgu Dergisi.
[2] Ahmet Adnan Saygun, Aşk Gelicek Cümle Eksik Biter, Orkestra Dergisi, Sayı 210.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***