Hamas’ın 7 Ekim’de düzenlediği saldırının üzerinden hemen hemen bir yıl geçti. Önce taraflara itidal tavsiye ederek tansiyonu düşürmeye çalışan Türkiye ardından ateşkes ve arabuluculuk denklemlerine dahil olmak için çabaladı ancak çok başarılı olamadı. İsrail’in saldırılarını İran’a da yöneltmesiyle birlikte ise son günlerde “iç cepheyi güçlendirme” tartışmaları öne çıktı.
İsrail’in Gazze’de yoğunlaşan ve 40 binin üstünde Filistinlinin hayatını kaybetmesine yol açan operasyonları son haftalarda Lübnan, Yemen ve İran gibi cephelerde farklı şekillerde devam ediyor.
İran’ın da balistik füzelerle vurduğu İsrail’in saldırılarının sürmesi beklenirken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İsrail’in Türkiye’ye de saldırabileceği” açıklaması da iç kamuoyunda tartışılıyor.
Peki geçen bir yıllık sürede Türkiye için yapılabilecek durum tespitinin bazı unsurları neler?
Türkiye ne istedi, ne buldu?
Saldırıların ardından önce durumu yatıştırmak için çabalayan ancak baştaki temkinli siyasetini İsrail’in saldırılarının giderek yoğunlaşması, insani kayıpların artması nedeniyle bir süre sonra terk eden Ankara İsrail’e karşı en sert söylemlerde bulunan ülkeler arasında yer aldı.
Ancak uzmanlara göre bu söylem çabalarını sekteye uğratan bir etken de oldu.
DW Türkçe’ye konuşan London School of Economic Avrupa Enstitüsü’nden araştırmacı ve dış politika uzmanı Dr. Selin Nasi, 7 Ekim saldırılarının ardından Ankara’nın bir taraftan Gazze’de yıkıma uğrayan Filistinlilere düzenli yardım yollayarak insani bir politika izlediğini ve Filistin meselesini uluslararası kamuoyunun gündeminde tutmaya çalıştığını belirterek, şöyle devam ediyor:
“Ancak bunu yaparken fazlasıyla Hamas yanlısı bir tutum benimsemiş olması Türkiye’nin manevra alanını kısıtlamaya devam ediyor. Türkiye bölgede ateşkes ve Gazze’nin savaş sonrası yapılandırılmasına yönelik diplomatik girişimlerin dışında kalmış durumda.”
Ortadoğu uzmanı Dr. Erhan Keleşoğlu da Türkiye’nin çabalarından yeterince sonuç alamamasının nedenlerinden birini şöyle açıklıyor:
“Arap Baharı öncesinde de Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasında arabuluculuk girişimlerini görmüştük. Ama bu çabalar yine kadük kalmıştı. Çünkü özellikle Filistin sorunu bağlamında Araplar özellikle de Mısır, Arap dışı aktörlerin müdahil olmasını istemiyor. Türkiye’nin yapabilecekleri bu nedenle de sınırlı.”
Bu arada Gazze Temas Grubu kapsamında da denkleme girmeye çalışan Türkiye Hamas’ın elindeki rehinelerin kurtarılması için de zaman zaman etkili olmaya çalıştı.
Nasi’ye göre bu kapsamda Gazze’deki savaş bir bakıma Ankara’nın Hamas üzerindeki nüfuzunun ne denli sınırlı olduğunu da ortaya koydu.
AKP hükümetinin bugüne dek Hamas’ın askeri kanadından ziyade siyasi kolu ile etkileşim içinde olduğunu hatırlatan Nasi, Hamas Siyasi Büro Şefi İsmail Haniye suikasti sonrası örgütün siyasi kanadının başına 7 Ekim saldırılarının mimarı Yahya Sinvar’ın getirilmesini Türkiye’nin etkinliğini baltalayan bir diğer gelişme olarak görüyor.
Ankara’nın politikasını Hamas’ın askeri güç kullanılarak yok edilemeyeceği öngörüsü üzerinden kurguladığını ve bir noktada Gazze’de savaş sonrası güvenliğin tesis edilmesinde Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duyulacağını düşündüğünü belirten Nasi, şöyle konuşuyor:
“İsrail operasyonlarının yönünü Gazze’den Lübnan’a ve İran’a çevirmesiyle bölgeyi yeniden şekillendirme niyetini açıkça ortaya koymuş oldu. Bu stratejinin ne ölçüde başarıya ulaşacağı şüpheli ancak topyekun savaşı göze almış olan İsrail’in bölgede kendisini hasım olarak gören devletlerle işbirliğine yanaşmayacağını tahmin etmek zor değil.”
İsrail Türkiye’ye saldırır mı?
Hamas’ın saldırılarının ardından itidal çağrıları yapan ve bölgesel bir savaştan duyduğu endişeyi sıklıkla dile getiren Ankara’da bugünlerde ise İsrail’in bir sonraki hedefinin Türkiye olup olmayacağı tartışılıyor. Erdoğan TBMM’nin 1 Ekim’deki açılışında yaptığı konuşmada “İsrail yönetiminin tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer bizim vatan topraklarımız olacaktır. Şu anda bütün hesap bunun üzerinedir” diye konuştu.
Türkiye ile İsrail arasında 2010’da bozulmaya başlayan ilişkiler 7 Ekim saldırılarının öncesinde normalleşme sürecine girmiş, Erdoğan ile Netanyahu Hamas’ın saldırısından birkaç hafta önce 20 Eylül 2023’te New York’ta ilk kez yüz yüze bir araya gelerek, “benzer kravatları takmalarından” övgüyle bahsetmişlerdi.
Peki Erdoğan’ın dile getirdiği “İsrail’in bir diğer hedefinin Türkiye olabileceği” iddiası ne kadar gerçekçi?
Uzmanlara göre bir NATO ülkesi olan, başta savunma olmak üzere ilişkileri belli düzeylerde halen devam eden Türkiye ile İsrail arasında sıcak çatışma ihtimali bulunmuyor.
NATO hava ve füze savunma sisteminin bir parçası olarak Malatya’nın Akçadağ ilçesinde bulunan Kürecik Radar Üssü de bu çerçevede zaman zaman gündeme gelirken, İletişim Başkanlığı Kürecik’teki radar sisteminden elde edilen bilgilerin “NATO prosedürleri çerçevesinde sadece müttefiklerle paylaşıldığını, İsrail gibi NATO müttefiki olmayan ülkelerle paylaşımın söz konusu olmadığını” bildirmişti.
Muhalefet partilerinin dış politika kurmayları Erdoğan’ın sözlerini iç politika manevrası ve hem kendi tabanını hem de Filistin konusunda hassas olan diğer seçmenleri kendi liderliğinde son günlerde sıklıkla dile getirilen “iç cephe” söylemi altında birleştirme hamlesi olarak görüyor.
Keleşoğlu, AKP iktidarları döneminde iç ve dış siyasetin hiç olmadığı kadar iç içe geçtiğine işaret ederek, “Erdoğan içeride işine yarayacak söylemleri özellikle Filistin mevzusunu çok araçsallaştırarak kullanıyor” diyor.
31 Mart yerel seçimleri öncesinde daha itidalli bir söylemde olan iktidarın Yeniden Refah Partisi’nin yükselişi ve İslamcı kesimlerden gelen eleştirilerle daha sertleştiğini belirten Keleşoğlu, şu yorumu yapıyor:
“İsrail’in Türkiye’ye karşı yani bir NATO ülkesine ve kendisine göre bayağı iri kıyım bir ülkeye karşı saldırıya girmesi rasyonel değil, böyle bir şey de yok zaten. Tamamıyla iç siyasete yönelik, iç siyasetteki gündemi değiştirme amaçlı bir retorik olarak görüyorum.”
CHP Genel Başkanı Özgür Özel Erdoğan’ın sözleri için “Ülkenin Cumhurbaşkanı çıkıp Meclis kürsüsünde ‘İsrail, Türkiye’ye saldıracak’ diyorsa, bir kapalı oturuma acilen ihtiyaç vardır. Gelecekler ve bu Meclis’i bilgilendirecekler” derken, İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu Erdoğan’ı “devlet ciddiyetine yakışmayan açıklamada bulunmakla” eleştirdi.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş da en son “İlgili bakanların katılımıyla Meclis’te İsrail’in yayılmacı politikaları ve Türkiye’nin geliştirebileceği tedbirler konusunda kapalı oturum yapılabilir” diyerek kapalı oturuma yeşil ışık yaktı.
İsrail söylemleri Batı’ya tepkinin de parçası mı?
Batı ülkeleri yönetimlerinin İsrail’e yeterli tepki göstermemeleri gerek iktidar yetkililerinin açıklamalarında gerekse hükümete yakın medyada sıklıkla dile getirilen bir unsur olurken, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmasında bir etken olup olmadığı sorularına da neden oluyor.
Nasi’ye göre Erdoğan’ın İsrail ile ilgili son iddiaları sadece iç politika hamlesi olarak açıklanmamalı. Son dönemde İsrail’e yönelik daha sert söylem benimsenmesinin ardında Türkiye’nin Batı’dan bağımsız bir dış politikaya yönelmesinin etkili olduğunu söyleyen Nasi, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Tarihsel perspektiften Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri Batı’yla ilişkilerinin bir uzantısı olarak görülmüştür. İsrail’le dostane ilişkiler geliştirilmesi İsrail’in ABD ile yakın ilişkisinden ötürü Washington’ı etkilemek için bir kanal vazifesi olarak görülürdü. Yakın dönemde bu yaklaşımın değişmeye başladığını görüyorum.”
Nasi, Türkiye’nin herhangi bir bölgesel savaşa dahil olma veya İsrail’i askeri olarak karşısına alma niyeti olduğunu düşünmediğini de söyleyerek, İsrail’in de Türkiye’yi hedef aldığına ilişkin bir sinyal bulunmadığını belirtiyor ve şöyle konuşuyor:
“Kaldı ki NATO üyesi bir ülkeye saldırması ABD’yi karşısına alması demek olur. Hal böyleyken Ankara’nın sert çıkışları ülkenin caydırıcılığına ve güvenilirliğine zarar veriyor ve Türkiye’nin diplomatik girişimlerden dışlanmasına yol açıyor.”
Keleşoğlu’na göre ise göreceli bir “Batı’dan özerklik çabası” sadece Gazze ile ilgili son bir yılda yapılan tartışmalarla sınırlı değil ve daha eskiye uzanıyor. Bunun Türkiye’nin geleneksel politikası haline geldiğini ve sadece AKP’ye de özgü bir durum olmadığını söyleyen Keleşoğlu, “Batı ile ilişkileri koparmadan, dünyanın diğer bölgesel ve küresel güçleriyle düzeyli bir ilişki kurmak bence Türkiye’nin geleneksel devlet politikası” diyor.
KAYNAK: DEUTSCHE WELLE TÜRKÇE – GÜLSEN SOLAKER
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***