Abdullah EZİK
Fin yazar Selja Ahava’nın Özge Bauer tarafından Türkçeye çevrilen romanı Böcekleri Seven Kadın, birçok açıdan Ahava edebiyatının temel noktalarını içerisinde barındıran, konusu ve izlekleriyle dikkat çeken bir metin. Edebiyatını çoğunlukla kimlik, kayıp ve insan deneyimi gibi temalar üzerine kuran Selja Ahava, benimsediği realist ve lirik üslupla yakın dönemin ayrıksı yazarlarından biri olarak dikkat çekiyor. Karakterlerine karşı olabildiğince yakın ve samimi bir tavır benimseyen yazar, hemen her birine anlayışla yaklaşır.
Yas, trajedi, geçmiş, hesaplaşma gibi dünya tarihinde ve edebiyatta kendisine yer edinmiş birçok temel izleğin peşinden giden Selja Ahava, çoğunlukla şiirsel ve alabildiğine lirik bir anlatımı benimser. Gökten Düşen Şeyler’de olduğu gibi Böcekleri Seven Kadın’da da bu tavrını sürdüren Ahava, benzer bir anlatı dili ile hareket eder ve edebiyatına bir bütün olarak yaklaşır. Hikâyenin, olayların, gelişmelerin sıradanlaştığı noktalarda bile dil, hemen her şeyi kuşatan bir unsur olarak bu metinlerde belirir, kendisini görünür kılar.
Ahava’nın anlatıları, bireysel hikâyeleri daha geniş sosyal ve kültürel bağlarla iç içe geçirerek hem kişisel hem de evrensel olanla yakından ilgilenir. Yazarın duygu ve duygulanımlara dair gösterdiği hassasiyet, onun için bir yazın kimliği olarak ön plana çıkarken bu tavır Böcekleri Seven Kadın gibi metinlerde alabildiğine fark edilebilir bir unsur olarak ön plana çıkar.
1600’lü yıllarda dünyaya gelen Maria’nın hayatını merkezine alan Böcekleri Seven Kadın, doğa ile insanın kesiştiği noktada okura farklı türden bir hikâye sunar. Çocukluğundan itibaren doğayla yakından ilgilenen Maria için en büyük tutku, uzun bir süredir yakından ilgilendiği böceklerdir. Öyle ki böcekler onun için keşfedilmesi gereken başat birer unsur olarak hep yaşamın birer parçasıdır. Öte taraftan sanatla da yakından ilgilenen Maria, dünyaya başka başka pencerelerden bakmaya özen gösterir.
Gerek çocukluğunda gerekse gençlik yıllarında çizimler yapan Maria için her şey böcekler ve onların etrafındaki dünya üzerine kurgulanmıştır. Neredeyse bütün vaktini böcekleri izleyip onları resmetmeye adayan Maria, onların hayatlarındaki farklı evreleri kayıt altına alır. Yavaş yavaş bu ilgisi önce bitkilere, ardından ağaçlara ve doğanın farklı unsurlarına doğru genişlerken onun için hayat, bu büyük ilgiyle iç içe geçer. Artık Maria için doğadan uzak ve ayrı bir yaşam söz konusu değildir. Daha sonra zaman içerisinde farklı yerlere göç etmeye başlayan Maria, zamanla kendisini başka bölgelerde, şehirlerle ve nihayetinde ülkelerde bulur.
Hollanda’dan Japonya’ya, oradan Berlin’e uzanan uzun yolculukları boyunca böceklerin, bitkilerin, hayvanların ve ana hatlarıyla doğadaki birçok unsurun birbirleri ile belirli bir etkileşim içerisinde olduğunu keşfeden Maria, hayatın anlamını onlarda arar ve böylelikle kendisine doğayla iç içe bir yaşam kurgular.
Avrupa’nın cadı avıyla uğraştığı 1600’lü yıllardan başlayarak asırlar süren bir yaşama sahip olan Maria, dünyanın nasıl değiştiğini gözlemlerken insanoğlunun kendi hırsları uğruna her şeyi nasıl bir öfkeyle yok ettiğine tanıklık eder. Çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen, kendisinden başka hiçbir şeye yaşama ve var olma olanağı tanımayan insanoğlu, Maria için dipsiz bir kuyu olarak konumlanır. 300 yılı aşkın yaşamı boyunca dünyanın farklı yerlerine göç etse de bitkilerden, böceklerden, hayvanlardan hiçbir zaman kopamayan Maria, bu uzun yaşamını onlarla doldurup anlamlandırır. Bütün bir roman, temelde bu uğraş ve insanoğlunun doğayla olan ilişkisini sorgulama fikri üzerine kuruludur. Maria, özünde bu uğraş ve ilişkinin izlerini sürer ve hikâye geçmişten bugüne doğru gelişirken işin içerisine zamanla birçok alt başlık dâhil olur.
Selja Ahava’nın Böcekleri Seven Kadın başlıklı romanı insanın doğayla olan ilişkisini merkezine alan, lirik anlatımı ve doğaya atfettiği değerle dikkat çeken bir metin.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***