Adalet ÇAVDAR
Yoksulluk sadece maddi koşulların eksikliği değil; sevgisiz büyümek, çocukların ruhuna yapışan bir gölge gibi kalır. Bir roman ya da bir dize, bazen büyüdüğünüz evin duygusal eksikliklerini karşınıza serer. Fatma Nur Kaptanoğlu’nun Can Yayınları’ndan çıkan Babam, Ev ve Yumurta Kabukları adlı romanı da bu tür bir yüzleşmenin romanı.
Kaptanoğlu’nun daha önce iki öykü kitabı yayımlandı, ancak bu ilk romanı. Yazar, içsel yolculuklar üzerine yoğunlaştığı öykülerinin izini burada da sürüyor ve bir kadının geçmişe, çocukluğunun yaralı evine geri dönüşünü anlatıyor. Bilge, 18 yaşında evi terk eder ve 11 yıl boyunca ailesiyle bağını koparır. 27 yaşına geldiğinde, hayatıyla ilgili önemli bir açıklama yapar, ancak bu, ailesiyle olan sorunlarını çözmez. Annesinin ölümünü dahi bir başkasından öğrenir. Şimdi ise babası ölüm döşeğindeyken evine dönmek zorunda kalır. Babası komada, ablası yurt dışında ve Bilge, evdeki sessizlikle baş başadır. Makinenin çıkardığı yeknesak bip sesi, çocukluğundan kalan ağır duyguların yankısı gibidir.
“Geldim. Yine. Eve dönmek çocukluğunu geçirdiğin dört duvara dönmek değil sadece, çocukluğunu oluşturan her detayı hatırlamak, o detayların yerine konulanları hazmetmek, asla değişmeyenler için hayıflanmak, belki de üzülmek. Şimdi, çocukluğumda tahinli çöreğini çok sevdiğim fırının önünden geçerken, saatlerce oynadığım çocuk parkının oto yıkamaya dönüştüğünü fark ederken anlıyorum eve dönmenin sadece duvar yığınlarından, resimlerde, değişmeyen odalardan ibaret olmadığını.” Sayfa 98
Çocukluk evleri, yaş aldıkça daha fazla anlam kazanmaya başlar. Bilge için bu dönüş, sadece fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda kırgınlıklarla dolu anılarla bir yüzleşmedir. Yazarın maharetle işlediği bu içsel yolculuk, babalık ve sevgi eksikliği üzerine derin bir sorgulamayı da beraberinde getiriyor. Roman, okuyucuyu hem Bilge’nin kişisel hesaplaşmasına hem de yazarın güçlü anlatımına tanık ediyor.
Bilge’nin çocukluk evi, kahkahaların ve yüksek sesli müziğin olmadığı, anne ve babanın birbirinden uzak yaşadığı kasvetli bir yerdir. Anne-baba ayrı odalarda kendi köşelerine çekilseler de ayrılmayı başaramazlar. Ablası Cansu, bu durumu reddederek içine kapanırken Bilge de kendi başa çıkma yollarını arar. Bilge’nin romantik ilişkilerinde yaşadığı zorluklar, çocukluğunda yaşayamadığı duyguları ikame etme çabasını yansıtır. Sevdiği insan ona “git tedavi ol” der demesine de, sevgisizliği tedavi etmenin bir yolu var mıdır ki?
Yıllar sonra eve döndüğünde, birçok şeyin bıraktığı gibi durduğunu fark eder. Çocukluk odasına baktığında, hayatının pek çok önemli anısını yeniden hatırlar. Büyürken yaşadığı o kısa, büyülü anların sonraki yaşamında bıraktığı derin izleri takip eder. Ne kadar çabalarsa çabalasın, “iyileşmek” dediği şeyin kolay olmadığını, eve döndüğünde yaralarının sızlamaya başladığını hisseder.
“Kendini iyileştirmek herkes için farklıdır. Karşınızdaki insan kendini her koşulda iyileştirebilen ve kollayan biriyse sizin kendinizce sarf ettiğiniz çabalar görünmez olur. Bir insan sizden herhangi bir konuda iyiyse, siz kendinizi ne kadar geliştirseniz de onun seviyesine gelemediğiniz sürece tatmin olmaz, sizi çabasızlıkla suçlar, sürekli kendini koruması gerektiğini hatırlatır, önemli onun siz değil de kendisi olduğunu kafanıza vura vura gösterir.” Sayfa 71
Çocukluğunda görmeyenler için koşulsuz sevgi kolayca ikna olunan bir hâl değildir. Sevdiğiniz insanlar sizi terk etmesin diye sorun çıkarmadan yaşamayı ya da tüm sorunları tek başınıza çözmeyi denersiniz. En ufak bir çatışmada üzerinize gelmeleri kaçınılmazdır. Bilge, kitabın birçok yerinde sevgiye bir tanım arıyor. Babanın korkusu, annenin çaresizliği, ablanın kendini koruma tercihi ve Bilge’nin yalnızlığı… Bu hâllerin hiçbiri sevgiye denk düşmüyor.
Sevgiden yoksunluk insanı adeta felç eder. Başka türlü yaşamak için yeni bir “ben” yaratmak, kendini yeniden kurmak gerekir. Elbette bu, sevgisizlik deneyimiyle felç olmuş varlığı terk etmek anlamına gelmeyecektir. O, benliğin kuytularında bir yerde yaşamını sürdürür. Aileye dönmek hareket kabiliyetini yitirmiş o bedene dönmek gibidir, çünkü o halde yaşamak o evde öğrenilmiştir.
Dört duvar ve bir çatıdan ibaret görünen ev, benlikte kalıcı izler bırakır. Sonunda herkes, evden kurtulmanın kendince bir yolunu bulur. Bazen yıkar yakar evi, bazen olduğu gibi kabul eder. Ne var ki, ne kadar uzağa giderseniz gidin, kendinizi o evin içinde yaşamaya devam ederken bulabilirsiniz.
Fatma Nur Kaptanoğlu’nun kahramanı Bilge, umarım kulaklarında yankılanan bip seslerinin izinden kurtulup hayatına devam edebilir. Evi yıkıp baştan kursa da, hafızası onunla didişmeye devam eder, etmelidir de. İnsan, evinin açtığı yarayı iyileştiremese de, onunla yaşamayı, hatta onunla eğlenmeyi öğrenir. Önünde sonunda büyür yani.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***