Öğrencilerimle bir konuyu tartışırken, birçok kez şeytanın avukatlığını yaparım. Bu avukatlıklardan biri de mutlaka Ortaçağ ve Rönesans dönemi düşüncelerinin karşılaştırmasında olur. Kimi zaman Ortaçağ’da yaşayan biri olarak, kimi zaman da Rönesans döneminde yaşayan biri rolüne girerim. Böylelikle dersin sonunda herkesin zihninde sorgulaması gereken sorular bırakmaya çalışırım. İşin en güzel yanlarından biri sadece onların değil, kendi zihnimde de soruların oluşmasıdır. Bu sadece Ortaçağ ve Rönesans dönemlerine özgü konularla ilgili değil aslında, her derste yapmaya çalıştığım bir şeydir. Ancak bu yazıda bu iki dönemin geçişinden söz edeceğimden dolayı örnek olarak bunları kullandım.
Bu iki dönemin, birer dönem olmaktan çok birer düşünce halinde var olduklarının çıkarımını yapabilmek, bu yazının temel amacıdır. Bu amaca ulaşmak adına da yine müzik ve opera tarihinden bir örnek vererek ilerlemek istiyorum.
Bugünkü konuğumuz Farinelli. Ya da gerçek adıyla belki de ölümüne kadar anılmayan Carlo Maria Michelangelo Nicola Brochi. 1994 yılında Gérard Corbiau yönettiği Farinelli filminde bu trajediyi görsel bir şölenle sunmaktadır. Farinelli karakterini Stefano Dionisi’nin oynadığı filmin şarkılarını da contrtenor Derek Lee Ragin seslendirir. 1995 yılında Yabancı Dilde En İyi Film dalında Altın Küre Ödülü kazanan film aynı kategoride Akademi Ödülü’ne de aday gösterilmiştir. Aynı zamanda César Ödülleri’nde En İyi Film Müziği Ödülü’nü kazanmıştır. Farinelli’nin yaşamını daha yakından inceleme fırsatı sunmaktadır.
Konumuza dönecek olursak, şimdi vereceğim tarihlere dikkat çekmek isterim. Farinelli 1705 yılında İtalya’nın güneyinde o dönemin Andria diye adlandırılan kentte dünyaya gelir ve 1711 yılında kilisenin koro şefi olan babasının isteğiyle birlikte Napoli’ye göç ederler. Güzel sesi ve şarkı söyleme yeteneğiyle küçük yaşlarda kilise korosunun ilgi odağı olmaya başlar. Babasının ölümüyle birlikte, abisiyle yaşamaya başlayan Farinelli ve ailesi ekonomik olarak güçlükler yaşar.
Bu yıllarda kilisenin isteği ve abisinin onayıyla Farinelli, ‘güzel’ sesini ‘kaybetmemesi’ adına 12 yaşında hadım edilir. Evet yanlış okumadınız. Birçok erkek çocuğunun yaşadıklarıyla birlikte, Ortaçağ dönemi kalıntılarının 18. yüzyıla kadar devam ettiğinin en trajik örneklerinden biridir, Farinelli. Bu arada attan düştüğü yalanıyla kastrasyonu gerçekleştirilir. Aslında işin özü ‘’Kilisede kadının yeri yok’‘ düşüncesinin bir sonucu olarak, söylenecek ilahilerde veya şarkılarda kadın sesini yakalayabilmek adına, testosteron hormonları henüz gelişmeden yapılan bir işlemdir.
Yıllar geçtikçe ünlenen Farinelli, Kraliçe Elisabetta Farnese’nin davetiyle Madrid’e gider ve yaşamı bir anda saray yaşantısına döner. Sesinin Kral V. Philip’in depresyonuna iyi geleceği düşüncesiyle saraya yerleşen Farinelli, daha sonra kral VI. Ferdinand tarafından da Şövalye unvanı alır. 1782 yılında ise Bolonya’da hayata veda eder.
İşin en dikkat çekici noktalarından biri de Roma Katolik Kiliseleri tarafından bu işlemin kutsal sayılmasıdır. Attan düştü, kedi-köpek ısırdı yalanları ve Kilise’nin kutsallığı işin içine girmesiyle ailelerin de onayı daha rahat alınır. Ve insan onurunu harcayan bu düşünce ve eylem zaman zaman yasaklansa da (örneğin Napolyon’un kararıyla bir dönem yasaklanır) kalıcı yasaklanış 1902-1904 yılında çıkartılan bir yasayla gerçekleşmiştir. Yani, 20. yüzyıla kadar!
Tabii ki bu yasanın çıkması önemlidir ancak yasaların çıkması demek uygulamanın bitmesi anlamına gelmemektedir. Tam olarak ne zaman bittiğini net söyleyemesek de, kastrato sanatçılarının giderek azalmasıyla tarihsel olarak bir şeyler söylenebilir. Başka bir konu olarak şunu da belirtmek gerekir ki, kastrasyon operasyonu geçirmeden, yüksek tonlu ‘erkek soprano’ sesine yakın sanatçılar da vardır. Çok fazla dillendirilmese de bu sanatçılara ‘doğal kastrato’ da denilmektedir.
Ortaçağ’dan Rönesans’a geçmek demek; dogmatik bilgilerin yani sorgulamadan kabulün ve hegemonyanın yerinin, bilim, edebiyat ve dolayısıyla unutulan insana geçtiği düşünceye evrilmesi demektir. Yani kısacası insanın yeniden doğuşu demektir. ‘Yeniden’ denildiğine göre, önceden var olan ve değersizleştirilen şeylerin tekrar değerlenmesi anlamı da çıkmaktadır. Ancak dönemler arası geçişler, burada yazıldığı gibi iki cümleyle anlatılacak kadar kolay olmaz. Hele ki söz konusu on yüzyıl kadar süren Ortaçağ’ın Rönesans’a geçişi söz konusuysa, bu daha uzun süre sürecek demektir.
Sanatın ve Rönesans’ın en önemli bölgesi olan İtalya’da bile bu değişimin dönüşümün sancılarını, Farinelli örneğiyle görmekteyiz. Üstelik bunu sanat adına yaparlar. Dünyanın en iyi sanat kişilikleri ortaya çıksa bile bu kabul edilemez bir uygulamadır. Aslında bu Machiavelli’nin siyaset felsefesinde dile getirdiği ‘’başarıya giden her yol mübahtır‘’ düşüncesinin sanata yansıması ve ‘’sanat uğuruna her şey mübahtır‘’ düşüncesine dönüşmesidir.
Sonuç olarak bu yazıdan ne gibi sorular ve sonuçlar çıkartılmalıdır? Yine birçok yazıda olduğu gibi sorularla bitirmek istiyorum. Ortaçağ ve Rönesans sadece birer zaman dilimi midir? Yaşanıp bittiler mi? Ortaçağ’ı ve Rönesans’ı sadece zaman dilimi olarak görmek yeterli midir? Ortaçağ’ın karanlıkları ve Rönesans’ın aydınlıkları devam ediyor mu? Bunlar bir insanın veya bir devletin düşüncesi olarak yaşıyorlar mı?
Evet Oruç Aruoba’nın söylediği ‘’Aydınlık karanlıktan daha yavaştır‘’ argümanının farkındayım. Ancak karanlığın daha da yavaşlaması ve aydınlığın hızlanması adına yeni bir yeniden doğuşa ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yaşadığımız yüzyılda yeni bir doğuşa, yeniden doğuşa yani “renaissance”a ihtiyacımız var.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***